Takdim…
Toulouse Lautrec doğduğunda her çocuk kadar kusursuzdur, ressam olduğunda icra ettiği eserleri gibi… Tâ ki, hayatını değiştirecek o “acayip” durumun keşfedilmesine kadar…
Lautrec, Fransa’nın Albi şehrinde, Aralık’ta doğmuştur. Soylu aile ferdleri tarafından “Küçük Mücevher” diye hitab edilen ufaklık, şımarık ve pek meziyetlidir. Liseyi Paris’te okumak için gittiğinde tanıştıkları Maurice Joyant isimli, akranı olan bir kızla arkadaşlıkları ömür boyu sürmüştür… “Ömür boyu” dediğime bakmayın, bu hayat trajik ve ibret doludur… Ne bir sanat münekkidi, ne de bir sanat tarihçisi, Mütefekkir Mirzabeyoğlu gibi anlatamamıştır bu hayatı. Mirzabeyoğlu Lautrec’in hayatını en iyi hikâyecilerin “kurgu”sundan bile çok daha etkileyici ele almıştır. İbda Mimarı, amiyane bir hayat hikâyesi yazmamış, Lautrec üzerinden sanata davet edici bir yön, karşı çıkılamaz zorluklara karşı göğüs germeyi resmetmiştir!
Lautrec’e gelmeden önce Elif’te geçen şu ifadeleri “anahtar” niyetine buraya bırakalım: “Sanat daima baskının neticesidir! Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu sanmaktır.”
***
Toulouse Lautrec
1864 senesinin 24 Aralık günü, akşamı… Fransa’nın güneybatısındaki Albi şehrinde fırtına kıyametler kopmakta, sürekli şimşekler âdeta gökyüzünü yırtmakta… Ortaçağ’dan kalma bu şehrin en zengin evlerinden birinde, Toulouse Lautrec denilince akla kendisi gelen bir çocuk dünyaya geldi: Toulouse Lautrec ve Tapiê de Celeyran ailelerinin torunu… Her iki aile de kontluk payesine sahibdir; sonra sakatlığı yüzünden ailenin yüzkarası olarak görülecek olan çocuk, o ân güzel ve sağlıklı görülmektedir. Fransa Kralı Henri 5’in onuruna, çocuğa Henri ismi verilir.
Henri, gerçekten çok tatlı ve neşeli bir çocuktur; ondaki çeşitli faziletler karşısında kendilerini sınırsız bir hayranlığa kaptıran aile, küçüğü taparcasına sevmektedir. Ona, “Sevimli Çocuk-Küçük Mücevher” anlamına gelen bir isim takmışlardır.
Henri, ailesinin büyük mâlikânelerinde, kısa süre sonra kendini bir sürü kuzenin başında bulmuştur. Bunların hepsi de gayet neşeli ve kendinden küçüktür. Gruba ayrıca birkaç da arkadaş katılmıştır. Ayrıca çok şımarıktır; büyükbabaları, dadıları, yengeleri, amcaları da kendisine fazla yüz vermektedirler… Henüz 10 yaşındayken kuzenlerine şöyle yazar:
-Sevgili Raoul, Augê benim için, dört tekerlekli üstü açık kaleş arabası ve bir de kupa arabası getirteceğini söylemişti. Şimdi de sen kalkmış bana bir landondan söz ediyorsun. Bu durumda ona açıkça yaz, şu arabaları şayet getirtmezse ben de başkalarını istemiyorum; ama sen iki tekerlekli hafif bir araba bulursan buna bir diyeceğim yok. İki tekerleklisini bulamazsan dört tekerleklisi de olur. İstenildiği zaman atı çözülür türden. Ayrıca sarı ve siyah takımlar da istiyorum, bir de kaleş. Sakın unutma, mümkünse iki tekerlekli. Analığına söyle, teklifimle ilgilensin, üstünde önemle dursun. Misâl olmak üzere kendi arabalarını gönder, bir de bana landonların nasıl bir şey olduğunu anlat.”
Lautrec ve Tapiê ailesinde hiç kimse çalışmamaktadır. Buna karşılık hepsinin de makul birtakım meşguliyetleri vardır. Büyük bir kasadan söz edilmektedir. Bir yöneticiye bunu parayla doldurma görevi verilmiştir. Buradan, herkes ihtiyacı ölçüsünce yararlanmaktadır. Aile fertlerinin çoğu, aynı zamanda av, resim, binicilik ve mutfak gibi mevzulara meraklıdır; ve bu hususlarda başarılı da olmaktadırlar. Baba Lautrec, yılın bir bölümünü Paris’te geçirmektedir. Bunun sebebi de orada usta bir heykeltıraş olarak çalışmasıdır; fakat eserlerinden bir tekini bile satmamaktadır.
Henri, resim yapmakta, ata binmekte, çok eğlenceli mektublar yazmaktadır. Annesinden başka, özel öğretmenlerden de Lâtince ve İngilizce dersleri almaktadır. Daha sonra Paris’teki Condorcet Lisesi’ne devam eder. Burada tanıştığı yaşıtı Maurice Joyant ile arkadaşlıkları ömür boyu sürmüştür; ne büyük bir talih! Lautrec’in hayatı ve eserleri mevzuuna en yakışıklı kitablar arasında, en mükemmeli ve noksansız onun tarafından yazılmış iki ciltlik eserdir. Maurice Joyant, Lautrec’in dostu olmaktan başka, editörlüğünü, tüccarlığını, vasiyetnamesinin uygulayıcılığını da yapmıştır. Ayrıca Albi’deki “Toulouse Lautrec Müzesi”ni kurmuştur.
Sağlık durumunun iyi olmaması dolayısıyla, ailesi onu liseden almak zorunda kalır. Buna göre yılın belirli bölümlerini Nice’te geçirmesi gerekir. Bundan başka, çocuğu üzen ve karamsarlığa iten başka bir sebep de, annesiyle babası arasındaki geçimsizliktir; bundan dolayı Henri daha ortada, bağımsız kalmaktadır. Bu geçimsizliğin bellibaşlı sebebi de, cüce ve çarpık bir çocuk yüzünden, anne babanın birbirini suçlayıcı tutumlarıdır; soyu devam ettirecek numune, pek kötüdür ve bu o devirde çok önemli bir meseledir. Sosyal statülerine de bir leke!
Henri, 13 yaşındayken bir kaza geçirmiş ve bu hâdise de hayatını değiştirmiştir. Arkadaşlarından birine yazdığı mektubda durumu şöyle açıklıyor:
“Sevgili Charles, bu gecikmenin sebebini öğrendikten sonra, size daha önce yazmamış olmamı hoşgörü ile karşılayacağınızdan kuşkum yok. Alçak bir iskemleden düşerek sol kuyruk kemiğimi kırdım. Fakat şimdi, Allah’a şükür düzeldi. Bir kişinin ve bir koltuk değneğinin yardımıyla yürümeye başladım. Ayağa kalktıktan sonra yaptığım ilk suluboyayı size gönderiyorum. Pek güzel bir şey değil ama, bunu sadece size bir hatıra sunmak amacıyla gönderdiğim şekliyle değerlendireceğinizi umarım. Barêges’e ne zaman gitme imkânı bulacağımızı henüz bilmiyoruz. Benim iyi annem ve kuzenlerim gidiyorlar ama doktor suların bana zarar verebileceğinden çekiniyor. Amcam beni görmeye geldi fakat sizinle ilgili hiçbir haber veremedi. Hoşça kalın aziz ve sevgili dostum. Annem size ve sizinkilere en iyi dileklerini, selâmlarını sunma görevini bana verdi. Siz de anneniz ve kızkardeşiniz bakımından aynı mevzuda bana aracı olmalısınız.”
Bu kırığın iyileşmesinden çok kısa bir süre sonra Henri tekrar düşer. Babası mektubunda hâdiseyi şöyle anlatır:
“İkinci kırık düşme neticesi ama birincisine kıyasla hafif sayılır. Annesiyle gezinti sırasında, derinliği bir veya bir buçuk metreyi geçmeyen kuru bir sel yatağına yuvarlanmış. Annesi doktorun yardımını sağlamak amacıyla koşup gittiği sırada, Henri, üzüntüden kendini kahredeceği yerde, oturmuş, ellerini bir güzel uzatmış ve kalçasını sımsıkı tutmuş.”
Aslında bu kazaları, o dönemde henüz pek az bilinen bir hastalık yüzünden meydana geliyordu; kemik uçlarındaki kıkırdakların gelişmemesi, bu yüzden de gereğinden fazla gevrek olması. Üstüste iki düşüş dönemine kadar Henri’nin boyu normaldir fakat kazalardan sonra büyümeyecektir. 13 yaşında ve boyu 1.50’dir ve yaşlandığında bu ölçü sadece iki santim artmıştır. İleri sürüldüğü gibi, bu ölçüler bir cüceyi değil, ufak tefek bir adamı göstermektedir. Başı ve gövdesi normal olmakla birlikte, çok zayıf ve âdeta cansız durumdaki bacakları anormal biçimde kısadır; bünye olarak, ona garib bir görünüm veren sebeb de budur… Her şeye rağmen yine de umutsuzluğa kapılmamakta, başına gelen felâketlere yine de gülmektedir. İşte arkadaşlarından birine yazdığı mektub:
“Pazartesi günü cerrahî cinayetle kırığın onarım işi tamamlandı. Cerrah bakımından hayranlık duyguları uyandıracak kadar başarılı bir şey bu, fakat benim bakımımdan hiç de öyle değil. Doktor, durumdan son derece memnun görünüyordu. Beni bu sabaha kadar rahat bıraktı. Gelgelelim bu sabah beni kaldırmak bahanesiyle, ayağımı dik açı biçimde bükmeye zorladı ve korkunç derecede canımın acımasına yol açtı. Ah, siz günde hiç değilse beş dakikacık burada bulunabilseydiniz. İleriki acılarımı daha anlayışlı ve daha huzurlu bir biçimde kabullenebilirdim!”
Birisi onun hesabına üzüldüğünü belli etmediğinde veya acılarını paylaşmaya kalktığında, o işi hemen şakaya döküyordu:
“Sakın benim için ağlamak hevesine kapılmayın. Buna hak kazanmış sayılmam. Çok beceriksiz davrandım. Ziyaretlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu yüzden de adamakıllı şımardım!”
Onu bir an önce iyileştirmek ve sağlığına kavuşturmak için imkânların hepsi deneniyor, kaplıca merkezlerinde uzun ve sıkıcı günler geçirmek zorunda kalıyordu. Boş zamanlarını resim yapmakla ve yazı yazmakla değerlendiriyor, derslerine ise çok az vakit buluyordu.
16 yaşına girdiğinde, büyüklerinden, sadece resimle uğraşma iznini almıştı. İlk hocası, bir aile dostudur. At resimleri mevzuunda bir uzman olan bu şahsın atölyesinde hiç sıkılmadan çalışmaktadır. Fakat bir süre sonra hoca, onun kendisini aştığını görür ve ailesine Paris’in en ünlü ressamlarından birine göndermeleri için salık verir. Sözkonusu usta Bonnat, iyi bir uygulamacıdır; ne var ki ilhâmın zerresinden nasibini almamıştır ve bu yüzden Lautrec’in dehâsından hiçbir şey anlamamaktadır. Son derece şuurlu olarak ve kendi şahsî zevklerine rağmen, bu akademik ressamın öğütlerini yine de tutar, 15 ay süren bu kölelikten sonra, sıra bu defa başkasına gelmiştir. Kaprisleri ve acayip tutumu bakımından da birincisinden pek farklı değildir. Adı Fernand Cormon olan bu hoca, ilk çağ insanları hakkında büyük bir uzmandır. Meteliksiz ama neşeli ve iyimser bir sanatçıdır. Aralarında önemli bir zevk ve yorum farklılığı bulunduğu hâlde, iyi resim yapma hususunda hocasının gösterdiği özenli çabayı değerlendirmekte, beğenmektedir. Ayrıca Victor Hugo’ya ait “Yüzyılların Efsanesi” adlı eserin resimlendirilmesi işine hocası adına da olsa katkıda bulunma imkânını elde ettiği için gerçekten mutludur. Sözkonusu kitaptaki “Satir” destanını süsleyen resmi hazırlayan büyük bir ihtimal Lautrec’tir. Yazar, burada, belki de kendini dünyanın en çirkini sanan genç ressamın esrarengiz alımlılığını ve çekiciliğini hatırlamaktadır.
Atölye arkadaşları arasında sanat dünyasındaki rol ve tutumları ancak daha sonraki yıllarda belirlenecek ressamlar da vardır. Bunların kişiliğinde ve sanatında kendini çeken yönlerin pekâlâ farkındadır. Emile Bernard, daha o dönemde resim mevzuundaki devrimden söz ediyordu. O, kısa bir süre sonra, Bretagne’a ve Gauguin’in yanına gitmiş, bir mübdi, bir meraklı hayran, bir parlak teorici olarak Pont-Aven grubuna katılmış, oluşmasını desteklemiş, geleceğin Nabis’lerine mesajını aktarmış, Bonnard, Vuillard, özellikle de Sêruiser üstünde belirli bir tesiri olmuştu.
Vincent Van Gogh, asık suratlı ve sessiz bir Hollandalı idi. Yüzünde gülücüğün en hafifini bile görmek mümkün değildi; yalnızlığından da hoşlanıyor gibiydi. 1886’nın Şubat ayında Paris’e gelir. Cormon’un atölyesinde çalıştığı için Lautrec onunla tanışır, eserlerini ve idealini çok beğenir, arkadaşlık kurar. Bu, ortak yönler doğrultusunda garib bir anlaşmadır. Her ikisi de meraklı ve hasret duygularıyla dopdoludur. Hayata aşk derecesinde ve aynı ölçüde bağlıdırlar. İkisinde de, her şeye karşı kamçılanmış gibi bir hâl vardır. Fakat biri, her bütünde komik ve alaya alınabilir şeyler bulabileceğini sanırken, öbürü trajediye ayrıcalık tanımaktadır. Lautrec, Van Gogh’un bir portresini yapar, bu gerçeğe yaklaşımı ve güçlülüğü bakımından doyurucu bir eserdir. İki yıl sonra Van Gogh, Paris hayatı sebebiyle kendini çok yorgun hissettiğinde, Lautrec ona, çocukluk dönemini geçirdiği Fransa’nın güneydoğusunu salık verir. Bundan sonra ancak bir kere görüşebilirler; bu da Van Gogh’un Paris’ten hızlı bir geçişi sırasında olmuştur. İki yıl sonra da, Van Gogh, intihar etmiştir.
Mümkün olduğu kadar çok resim yapmak, varolan şartlar doğrultusunda da aynı işi sürdürmek, Lautrec için başlıbaşına bir zevktir. Bugün çoğu yitirilmiş durumundaki davetiyeleri, yemek listelerini suluboya ile süslememek, basınla ilgili illüstrasyon siparişlerini adım adım takib etmek, yüksek tirajlı yayın organlarına resim yapmak gibi işler, bir gerçeği kesinlikle meydana çıkarmaktadır: Lautrec’e göre, resim sanatı sadece belirli kişilere has değildir ve olmamalıdır. Resim sanatı, günlük hayatın ne sade davranışları doğrultusunda bile olsa, bu hayatın bir uzantısıdır. Buna karşılık, profesyonel modellerle çalışmaya, eserlerinde onları yansıtmaya pek yatkın değildir. Sözüne bağlı ve randevularına sadık Carmen isimli model, uzun süre ressamın ayrıcalık tanıdığı bir model olmuştur.
Salih Mirzabeyoğlu, Elif -Resim Redd Kökündendir-, İbda Yayınları, 2003, İstanbul, s. 142-149.