Bir amir memuruna, bir patron işçisine, bir öğretmen öğrencisine ne yapması gerektiğini söyleyebilir. Fakat kimse kimseye ne hissetmesi gerektiğini söyleyemez. Daha doğrusu söylese bile bir “emir-komuta zinciri”ndeki kesinlik ve serilikte sonuç alamaz.
Hipnoz bunun bir istisnasını oluşturuyor gibi görülebilir. Havanın sıcak olduğunu söyleyip terletmek, soğuk olduğunu söyleyip titretmek mümkün olabilir. Fakat herkesin hipnoza yatkınlığı aynı seviyede olmadığı için yine herkesten aynı sonuç alınamaz.
Kültürün pek çok tarifi olmakla beraber, bu tariflerin ortak paydası onun içtimaî yönüdür. Bir toplumun kültürü o toplumun karakterini oluşturur. Kültür, bir toplumun hayat tarzıdır. “Seni sen yapan, o şeyi o şey yapan, kendini-varoluşunu oluşturan, dünyaya, hayata, kısaca her şeye bakışını gösteren, rengini veren şeylerin bütünüdür.”*
“Bireylerin üyesi oldukları topluma ait değerleri, tutumları, bilgi ve becerileri, toplumsal rolleri, norm ve değerleri, kısacası o toplumun kültürünü öğrendikleri etkileşim süreci toplumsallaşma (sosyalleşme) olarak adlandırılır.” (1) “Toplumsallaşmanın iki fonksiyonu vardır; bunlardan biri benliğin gelişmesini sağlamak, ikincisi ise kültürün bir nesilden diğer nesle aktarılmasını sağlamaktır. Toplumlar değerlerini, toplumsal davranışlarını, kültürel miraslarını nesilden nesle aktararak kendilerini yeniden üretirler. Toplumsallaşma aracılığıyla her toplum, her yeni neslin o toplumun değerlerini ve normlarını öğrenerek büyümesini, böylece toplumun kendisinden beklediği davranışları yerine getirmesini sağlar. (2)
Parakuta’da da ifade edildiği gibi, “hayat tarzı, sürekli üretilmesi gerekendir”, “insanın beslendiği, büyüdüğü, yetiştiği iklim”dir, insanı inşa edendir... “İnsanın kendine uygun (toplumca kabul edilen) insanca davranışları öğrenme süreci olan toplumsallaşma doğumla başlar, ölene dek sürer ve bireyin yaşadığı kültürü (1) öğrenmesini, (2) taşımasını ve (3) gelecek nesillere aktarmasını içerir.” (3) Her üç basamakta da bizzat yaşayarak gerçekleştirilir.
Görerek, taklit ederek, rol model olarak öğrenme, bebeklik yıllarında başlayıp hem formel eğitim içerisinde hem de günlük hayatta ölünceye kadar devam eden öğrenme faaliyetinin en önemli boyutunu oluşturur. Gelişim psikolojisinde de kişinin görerek ve taklit ederek öğrenmesine özel bir vurgu yapılır. Psikoloji temelli kişisel gelişim sistemleri de, insanoğlunun öğrenme sürecinde başarılı kişileri rol model almasını daima en önemli metod olarak sunarlar.
İlahî davetin bizlere ulaştırılmasında peygamberlerin görevlendirilmesi aynı hikmete mebni... Peygamber Efendimiz’in vahiy dilinde “en güzel bir örnek” olarak vasfedilmesini de aynı bağlamda düşünebiliriz. Peygamber Efendimiz’den sahabîlere, onlardan tabiîne ve onlardan tebe-i tabiîne yaşayarak aktarılan İslâm, günümüze kadar bu şekilde gelmiştir. Okuyup anladıklarımızdan ziyade, şahitlik ettiğimiz bir yaşam, “fikri yaşamak; yaşamayı fikir bilen”in yaşamı bizi biz yapmakta.
Mürid-mürşid ilişkisi ve rabıta gibi tasavvufî pratikler de bu bağlamda ele alınmalı. Tasavvuf literatüründeki “diri kedi, ölü aslandan evladır” sözü de dinin yaşanarak aktarılması ve görerek, taklit ederek, hâline bürünerek, yani mürşidini rol model alarak öğrenilmesi durumuna işaret etmektedir kanaatimizce.
Küreselleşen Guguk Kuşları
Kendinin ilk farkına vardığı andan itibaren varlık ve bilgi mevzularında dünyayı Avrupa merkezinden tarif eden batı adamı, bugün askerî ve iktisadî avantajlarına ek olarak, geliştirdiği iletişim teknolojileri sayesinde kendi kültürünü küresel kültür olarak benimsetmesini bilmiştir. Guguk kuşu, diğer kuşların yuvalarına yumurtlar ve yumurtasını yuvasına bıraktığı kuş, kendi yavrularını öldüren guguk kuşu yavrusunu yetiştirip büyütür. Aynı bunun gibi Batı da, televizyon, sinema, internet gibi vasıtalarla kendi insanımızı, içine doğduğu ailesinin norm ve değerlerine değil batılı norm ve değerlere yöneltmekte, onu kendi kültürü içinde değil batı kültürü içinde sosyalleşmeye zorlamakta, nasıl yaşaması gerektiğini batıdan öğrenmeye sevketmektedir.
Başta bahsedilen kültürlenme kavramı sosyoloji ilminde iki farklı boyutuyla ele alınmaktadır:
(1) “Kültürel gruplarla grupların bireysel üyeleri arasındaki temasın sonucunda ortaya çıkan kültürel ve bireysel değişim süreci” ve (2) “farklı değer ya da kültürlere sahip sosyal veya etnik gruplar arasındaki doğrudan ve sürekli temasın sonucunda, gruplardan biri veya diğerinin öbür grubun kültürünü, kültürel özelliklerini toptan veya kısmen benimsemesi süreci.” (4)
Pek çok farklı tarifi bulunan küreselleşmenin, yukarıdaki bu iki tarifin sentezine ek olarak emperyalizmi de içine alacak şekilde daha geniş bir tarifi yapılabilir.
Değerler sistemi konusunda hiçbir zaman nötr olmayıp baştan sona politik bir süreç şeklinde ilerleyen eğitim ve öğretim söz konusu olduğunda eleştirel pedagojinin en önemli ismi Poolo freirre, “En etkili kontrol zihinlerin kontrolü olmak durumundadır. Bu da eğitim yoluyla gerçekleştirilir.” (5) demektedir.
Dil ve İdeoloji
Düşüncenin sureti olan dil, gerçekliği nasıl algıladığımızı da şekillendirmekte; hislerimize, düşüncelerimize ve davranışlarımıza, ifadeye dökülecekleri kalıplar sunarak bir çerçeve çizmekte… Eşya ve hadiselere anlam yükleyen zihnimiz, bir bakıma sınırlarını çizip şablonlarını oluşturan dil tarafından sınırlandırmakta; norm, fikir, değer ve ahlâkın taşıyıcılığını dil yapmakta.
Semiyoloji denilince ilk akla gelen isimlerden Rolan Barthes’e göre “dil hiçbir şekilde masum ve tarafsız bir iletişim aracı değildir. Sözcüklerin ideolojik bir belleği vardır.” Barthes, kitle iletişim araçları tarafından benimsenen kodlara eleştirel bir yaklaşımı benimserken; edebiyat, “reklamlar ve ideoloji gibi farklı alanları da bir dil sistemi olarak ele alıp analiz etmekte.” Barthes, “Saussure’ün gösterge teorisine göre şekillenen dili, toplumsal ve kültürel yaşamın yapısını anlamanın temeli olarak” görmektedir. (6)
Felsefe yapısalcı yaklaşımın kurucularından Levi-Strausss’a göre “kendi kültür çevremizden ve içinde bulunduğumuz kavramsal bağlam ya da çerçeveden kaçabilmemiz mümkün değildir. Kendimizle ilgili önemli doğruların bilinçte bulunmadığını savunan Levi-Strauss, bu doğruların, dünyada, ifadelerimizde ve yaratıcılarımızda, dilimizde ve kültürümüzde, edebiyat ve öykülerimizde, kısacası ürettiğimiz şeylerde bulunmak durumunda olduğunu söylemiştir. Ona göre biz, öncelikle bilinç değil de, dilin, kültürün ve eğitimin ürünü olan toplumsal yaratıklarız. (7)
Saussure, Barthes, Levi Strauss gibi yapısalcılar “sorumluluğu özgür insana bırakan Sartre’ın tam tersine insanın, bilinçli iradesinin ötesinde ya da bireysel kontrolünün dışında kalan yapılar tarafından nasıl yapıldı ya da oluşturulduysa öyle olduğunu öne sürerler. Örneğin yapısalcılara göre, dili kullananın insan olduğunu söylemekten çok, dilin insanı kullandığını söylemek gerekir. (...) Yapısalcılıkta birey sosyal gerçekliğin faili veya şekillendiricisi olarak değil, fakat ilişkilerin edilgen bir ürünü olarak görülür.” (8)
Locan’a göre “dil, bir kimsenin ayrı bir varlık olarak kendisinin ayırdına varmasının zorunlu önkoşuludur. Dilin, içerisinde toplum tarafından verilen şeylerin, yani kültürün, yasakların ve yasaların taşındığı bir araç olduğunu savunan Locan’a göre, özneleri aralarında birbirlerine göre, taşıdıkları karşıtlıklar yoluyla tanımlayarak özelliğin temelini kuran ben-sen diyalektiğidir. (...) Yine ona göre bizim gerçeklik olarak gördüğümüz ve nitelediğimiz şey dil tarafından inşa edilip yansıtılır ve dilsel değişimlerle birlikte değişikliğe uğrar.” (9)
Derida’ya göre de “bir merkez olarak özne, tedricen ve tarihsel olarak dilin kullanımıyla oluşur; ben, dilin bir sonucudur. (...) Dil bizde, içimizde ikamet etmez; biz dil içinde ikamet ederiz. (10)
Yazının başındaki sosyolojik literatüre dönersek, normun halk yordamı, örf ve yasa boyutlarından İslâm’ın dışlanması sebebiyle İslâmî değerlerin edinilmesi, taşınması, aktarılması ve yeniden üretilmesi engellenerek genç kuşakların batı kültürünü edinmeleri, taşımaları, aktarmaları ve yeniden üretmeleri şeklinde bir durum ortaya çıkmakta.
Batı, guguk kuşu misali bizim gençlerimize musallat olmakta, “cikcik/twitter”dan ibaret fikirler, adi de olsa idealler ve rol modeller sunmakta; İslâm ise camiye hapsedilmiş, toplum planına çıkamamakta. İşte böyle bir vasatta İBDA Mimarı’nın her fırsatta vurguladığı sistem ihtiyacı kendini hissettirmekte, veli menkıbelerinin nasıl kalbe kuvvet veren ordular oldukları sezilmekte, İslâm inkılabının hem vasıtası hem de gayesi olan BD-İBDA İslâm’a Muhatap Anlayışı’nın toplumun genel fikir çerçevesine oturtulması mecburiyeti olanca azametiyle ortaya çıkmakta.
İşleyici ve işletici sıfat olarak ahlâk’ın kültür ve bünye bakış açısından önemi anlaşılınca, oyuncak kabilinden makinalardaki teknik gelişimin dedikodusu da önemini yitirecektir. Tek derdimiz keyfiyet... Tek bir uyanık adama bakar uyuyanların uyanması…
* Şükrü Sak’ın S. Mirzabeyoğlu ile röportajı, Baran Dergisi 391. Sayı 3-7 shfler
1. Sosyolojiye Giriş. Anadolu Üni. A.Ö.Fak Ders kitabı, Haziran 2012. 9. shf
2. A.g.e
3. A.g.e
4. Felsefe, Anadolu Üni, A.Ö.F Ders kitabı. 2012, 22. shf, Ahmet Cevizci
5. A.g.e, 208. shf
6. Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıenvi, 116. shf
7. A.g.e, 599. shf
8. A.g.e, 1003. shf
9. A.g.e, 599. shf
10. A.g.e, 235, 237. shfler
Burhaneddin Yalçın, Aylık Dergisi 139. Sayı Nisan 2016