Uzun uzun anlatacak değilim. Kısadan söyleyeyim: Bugün Türkiye’yi a noktasından b noktasına selamet içerisinde, toplumsal barış içerisinde, bir arada yaşama kültürü içerisinde götürmek isteyen her sağlıklı politik hareketin tek, bir tek ajandası olmalıdır: “Bir akıl dışılık ideolojisi, bir akıl tutulması olan Kamalizm’i bertaraf ederek Türkiye’ye temiz, ışıklı, tehlikesiz bir sayfa açmak.”

Niçin böyledir bu? Çünkü Kamalizm bir oligarşik tiranlık biçimidir. Türkiye’nin bütün noktalarına, adına “Türkiye’yi durdurmak” diyebileceğimiz şekilde sirayet ederek memleketi “biz ve ötekiler” şeklinde karpuz gibi bölmüştür. Kendisine düşen dilimin getirdiği konforla kendisine benzemeyen herkesi ve her şeyi yerle yeksan etme yoluna gitmiştir.

Bugün Türkiye’de Anadoluların, düşük gelirlilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Sünnilerin, azınlıkların, köylülerin yaşadığı bütün “ontolojik sıkışmalar”ın icat edicisi de, müsebbibi de, sürdürücüsü de Kamalizm’dir.

Bu, burada bir durmasın. Bunu biraz geliştirelim.

Yönünü İngiliz odaklı emperyalist tecrübenin emir ve talimatlarına dönmüş, Türkiye’yi hem içeride hem de dışarıda bütün iddialarından vazgeçirmiş, mübarek ve muhteşem Kurtuluş Savaşı’mızda birlikte hareket ettiği tüm toplumsal kesimleri kazıklamış, Türkiye’nin tutulabilecek bütün köşelerini tutmuş, modernleşmeden naylon çorapla Cumhuriyet balosunu anlamış Kamalizm, arkasına sığındığı Mustafa Kemal kartıyla toplumu lal etmiş, canı her istediğinde seçimle gelmiş iktidarları darbeyle devirmiş, ekonomiyi ve toplumsallığı gönlünce dizayn etmiş bir saçmalıktır.

Dümdüz, apaçık konuşmak gerekirse 23 yıldır AK Parti’nin bu akıl dışılık ideolojisini yenmesini, tarihin çöp tenekesine yollamasını umut ediyorum. Fakat sanırım bu artık bu boş bir hayalden ibaret.

Kendimize gelmek ve gerçeği kavramak Kendimize gelmek ve gerçeği kavramak

Yalan yok. AK Parti, 2002-2008 arasında bu hesaplaşmayı yapamayacağını pekala biliyordu. 2008 sonrası eline bir fırsat geçtiğini hissetti ancak bu sefer de memleketin başına gelmeyen kalmadı. Biz de hep “dur bakalım, sıra nasılsa Kamalizm’e de gelir” diyerek bekledik.

15 Temmuz sürecinden sonra ben “tamam işte, tam sırası artık” demiştim. Ama sıranın Kamalizm’e gelmesini bir yana bırakalım, 15 Temmuz süreci sonrası Kamalizm, bence kendisinin de hiç ummadığı şekilde “prime dönem” diyebileceğimiz bir dönem yaşamaya başladı.

İş sonunda geldi geldi, Kastamonu’da, AK Partili vekil bilmem kimin de katılımıyla Şapka ve Kıyafet Devriminin bilmem kaçıncı yılını coşkuyla kutlamaya dayandı. Ne diyelim, “Kamalizm’i de ikmal ettik elhamdülillah. Allah mübarek etsin.”

Ve fakat küçük bir sorunumuz var. Şapka ve Kıyafet Devrimi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Dil Devrimi, kendisi üzerinden en çok “operasyon yapılan”, en çok insan öldürülen, öldürülmeyenlerin bertaraf edildiği devrimler. Yanılıyorsam lütfen düzeltin. 1930’da AK Parti Kastamonu vekili bilmem kim, başında şapkası olmadan Şapka ve Kıyafet Kanunu kutlamasına katılsaydı en iyi ihtimalle birkaç yıl hapis yatardı. Neyi kutladılar acaba?

Bence şunu kutladılar: AK Parti’de Türkiye’nin müesses nizamıyla yani “oligarşik Kamalizm ile hesaplaşalım” diyen herkesin seneler içerisinde ya tasfiye edilmesini ya da etkisizleştirilmesini.

Biliyorum. Şimdi AK Partili bir takım zevat bu yazıyı okuyunca “puff, bu İslamcılar da hiçbir şeyden anlamıyor, Türkiye’yi de dünyayı da okuyamıyorlar, Kamalizm ile barışmanın nesi kötü ki?” diyecekler ama onlara kötü bir haberim var. Dünyayı da, Türkiye’yi de, sokağı da okuyamayanlar asıl kendileri. Bildikleri en son siyaset teorisi 1980’lerin ikinci yarısında tedavülden kalkmış bu adamlar, AK Parti’nin Kamalizmle barışmasının çok hayırlı sonuçlar doğuracağını öyle fısıltıyla falan değil, yüksek sesle söylüyorlar artık. Kendi itikatsızlıklarını toplumun bütününe yayılmış zannediyorlar.

Oysa olay illa Kastamonu’da geçecekse bizim nerede duracağımız çok açıktır. Milli Mücadele’ye, Kurtuluş Savaşı’na destek vermek için 19 Kasım 1920’de Kastamonu Nasrullah Camii’nde olağanüstü bir hutbe irad eden Mehmet Akif’in yanıdır yerimiz. Cumhuriyet kurulunca kendisine kazık atılan, gönüllü sürgüne giden, yapayalnız geçirdiği bir hastalık sürecinin sonunda yapayalnız ölen, üniversitenin gençleri imdada yetişmese tabutu yerde kalacak bu İstiklal şairi, şöyle haykırmıştı dünyaya: “Ey cemaat-i Müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çırpınıp duran bu dini mübin, bu mübarek yurt bizlere vediatullahtır. Kahraman ecdadımız bu suphanî vediayı siyanet uğrunda canlarını feda etmişler, kanlarını seller gibi akıtmışlar, muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; Rayet-i İslam’ı yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmişler; şeriatin harimi pakine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlâda, asırdan asıra intikal ede ede bize kadar gelen bu emaneti kübraya hıyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen Müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levha-i ibrettir.”

İsmail Kılıçarslan, Yeni Şafak