Tarihçi yazar İbrahim Tatlı ile 28 Şubat’ı doğuran şartlar ve sonrasında yaşanan hadiseler üzerine yapmış olduğumuz ve daha önce yayınladığımız röportajı dikkatinize sunuyoruz:

28 Şubat sürecinde memlekette nasıl bir ortam hakimdi?

28 Şubat, 1996 yılının sonlarında aniden ortaya çıkmış bir operasyon değil, daha önceden planlanmakta, hazırlanmakta olan bir operasyondu. 1996’nın yaz aylarında siyasî mahkumların cezaevlerindeki ölüm oruçları bu bağlamda tahkik edilmelidir. O zamanın Tansu Çiller-Erbakan hükümetine karşı çok yoğun protestolar vardı. “Ortalıkta devletin olmadığı” algısını oluşturmaya çalışıyorlardı. Mesela 1996 yılında İstanbul’da bir gecede 700 yere molotoflu saldırı yapıldığını hatırlıyorum. DHKP-C örgütledi bunları. 1996’nın 1 Mayıs’ında Kadıköy’de eylem yapmak için yürüyen solculara Söğütlüçeşme’de bilinmeyen bir yerden ateş edildi. Bir kişiyi hem de kalbinden vurarak öldürmüşlerdi orada; muhtemelen keskin nişancı kurşunuydu ve bu hadiseden sonra Kadıköy’de bayağı olay olmuştu. Bu sürecin en ehemmiyetli hadiselerinden birisi ise şüphesiz Susurluk kazasıydı. Hülasa o dönemde bir kargaşa hâkimdi.

O zamanki Tansu Çiller hükümeti, ABD tarafından desteklenen FETÖ (Ilımlı İslâm) projesiyle yakındı. Kemalistler de ellerinden mevkilerinin alınacağından korkuyordu. Aralarında bir çatışma vardı. Erbakan, Tansu Çiller ile hükümet olarak kendini Kemalistlere karşı hedef haline getirdi. Hasılı 28 Şubat Kemalistler tarafından “bunlara iktidarı vermemek” yahut “bunların aldıklarını onlardan geri almak” için tezgahlanmış bir hareket olarak görülüyor. Bunları o günkü şartlar üzerinden çıkarım olarak söylüyorum.

Esasında 1990-1991 yıllarından itibaren Komünizmin çökmesiyle beraber Türkiye’de Kemalistlerin yerine Batı karşıtı İslâmcılar geleceğine Ilımlı İslâmcıları getirme projesi ortaya konuldu.

Bu sebeple “15 Temmuz’la hesaplaşmak istiyorsan 28 Şubat’la hesaplaşman gerekiyor.” diyoruz sürekli.

Mesela, 1993 yılı çok acayip bir yıldı diye konuşuluyor. O zamanlar Ilımlı İslâmcılarla Kemalistler arasında bir kavga vardı. Uğur Mumcu öldürülüyor, Jandarma Genel Komutanı şüpheli bir uçak kazasında ölüyor, Turgut Özal garip bir şekilde ölüyor. Devamında Süleyman Demirel yangından mal kaçırır gibi cumhurbaşkanı oluyor. 1993 yılının başlarında Kürtlere özerklik gibi şeyler konuşulurken birdenbire askeri ve çok katı şiddete dayalı bir süreç başlıyor. Özal’ın ölümü, Bingöl’de silahsız askerlerin kurşuna dizilmesi hadisesi... 1992-1993 yıllarında “Birinci Cumhuriyet, İkinci Cumhuriyet” tartışmaları... Yeni bir rejime geçilmeye çalışılıyordu. Cem Boyner parti kurup liberal bir adam olarak ortaya çıkmıştı. Ne oldu peki? Özal’ın ölümünün peşinden Doğu’daki Kürt meselesinin askere havale edilmesi ve şiddet yoluyla bu işin bitirilmesi kararının verilmesi, esasında Kemalistlerin yahut kimilerinin “Birinci Cumhuriyet” diye adlandırdığı kesimin diğer kesime karşı reaksiyonu ve galebe çalmasıydı.

Taraf dergisi o yıllarda; “Ne Birinci Ne İkinci Cumhuriyet, Bağımsız Birleşik İslâmî Devlet!” diye manşet atmıştı.

O yıllarda öyleydi. Mesela Hürriyet gazetesinde “Takkeli takkesiz liboşlar” diye dalga geçiyordu Emin Çölaşan. “İkinci Cumhuriyet” lafını edenler ılımlı İslâmcılar, liberal ve seküler isimlerdi. Cem Boyner, Güneri Civaoğlu gibi isimler ve FETÖ (Ilımlı İslâmcı) ekibi göze çarpıyordu bu meselede. Bunlar bir yerde “İkinci Cumhuriyetçi” oluyorlardı ve bunlara “Takkeli takkesiz liboşlar” diyordu Emin Çölaşan. Bir süreç başlamıştı ve devam eden safhalarıyla 28 Şubat bir arada düşünülmeli.

Kemalistlerin yapmış olduğu bu hamle “Bizden daha iyi uşak olmaz.” psikolojisiyle yapılmış bir şey mi? Netice itibariyle onlar da Batıcıydı.

Batı’dan yükselen kimse, onunla yakın olmak Kemalistlerin genel eğilimiydi. Kemalist kesimin ABD ile bir yakınlığı vardı, “metres” psikolojisi diyebiliriz buna. 1990’lı yıllarda Taraf veya Akıncı Yolu dergilerinden birinde bu mevzu işlenmişti. Kemalistler, “Niçin onu tercih ediyorsun, beni tercih etmiyorsun?”, “Onu alma beni al.” minvalinde davranıyorlardı. Bunlarda bir de İslâm nefreti olduğundan ılımlı veya ılımsız fark etmez, İslâm zannettikleri her şeye düşmanlardı.

Fettoş’un 1997’de Erbakan’a ve hükümete “Beceremediniz artık bırakın!” çıkışını nereye oturtmak lâzım?

Fetullah ile Erbakan hocanın geçmişte hiçbir bağı olmadığının göstergesi… Fetullah çok kolay şekilde Erbakan’ı harcadı. Kim neyi becerememiş? Ortada bir pislik varsa, Çiller’indi. Erbakan’ın bunda bir parmağı yoktu ki. “Beceremediniz” denilecek insan Çiller idi, Erbakan değildi. Çiller’in kendisi de istifa edebilirdi. Ama Erbakan’ı hedef hâline getirdiler. Böyle yaparak aslında Kemalistlere “Biz sizle kötü olmayalım.” mesajını da verdiler.

Fettoş, “Alın benim okullarımı, devlete devredeyim. Ne istiyorsanız yapayım, emrinizdeyim.” demişti. Kemalistler de bunları yönetebileceklerini düşünmüş olmalı. Zaten 28 Şubat dönemi boyunca Fettoş hiç zarar görmedi. İnsanlar bürokraside harcanırken FETÖ’cülerin önü açıldı. Erdoğan iktidara geldiği ilk seçimde, direkt FETÖ’cülerin eline düşmüş oldu. 28 Şubat döneminde her yeri ele geçirdiler.

Erbakan o dönemde gerçekten bir direniş gösterse, sine-i millete gitseydi mesela, bunlar yaşanır mıydı?

3 Kasım 1996’da Susurluk kazasıyla devlet içinde bir çeteleşme olduğu ortaya çıktı. Pislik ortaya saçıldı. Kazada ölenler ve adı geçenlerle Erbakan’ın değil, Çiller’in ilişkisi vardı. Erbakan, Susurluk kazası denilen hâdise olduğunda hemen istifa etseydi; “Ortada büyük bir pislik var, bu sonuna kadar araştırılsın.” deseydi, rest çekseydi çok büyük kazanç elde ederdi siyasî olarak. İstifa etse, hedef de alınmazdı! Çünkü birdenbire hükümetin istifa ettiği bir ülkede, öncelik hükümeti tesis etmektir değil mi?.. Bir anda karşı taraf bile şaşırırdı. Susurluk kazasıyla Çiller’in ilgisi vardı; Erbakan’ın hiçbir alakası yoktu. Olay olduğunda hemen istifa etseydi, onlar pislikle uğraşırken Erbakan hedef olmayacaktı. Böylelikle süreci genişletme imkânını da yakalayamayacaklardı. Erbakan hem kendisini, hem de kendisine oy veren kesimi korumuş olurdu. O anda derhal istifa etmeyerek çok vahim bir hata yaptı ve bedelini ödedi.

28 Şubat’ta asıl hedef kimdi; Kumandan Salih Mirzabeyoğlu niçin hedef alındı?

Başlangıçta topyekun bir saldırıdan ziyade devlete hakim olma kapasitelerinden dolayı ılımlı İslamcı denen kesimi ve onun siyasi ortaklarını hedef almış gibi görünen Kemalistler Erbakan’ı ve etrafındaki insanları çok kolay ekarte edince gerçekten inanamadılar kazandıkları zafere. Erbakan, halktan belli bir oy alan, yıllardır etrafında partisi, gençliği, siyasî yapılanması olan bir lider olarak gözüküyordu. Fakat bir hamlede hem kendisi hem de etrafında kim varsa darmadağın oldu. Hiç direnmeden çok kolay bir şekilde teslim oldular. Böylece tüm Müslümanlara yönelik operasyonun da önü tamamen açıldı. Kısa zamanda iş çılgınlığa dönüştü. Kumandan da zaten işin nihai varacağı nokta, asıl hedefti. Ayrıca herkes korkup kaçarken saklanırken meydan okuyan, dikilen son adam olarak dimdik duran İbda Mimarı tabii olarak onların gözünde yok edilmesi gereken bir hedefti. Ortalıkta kimseyi bırakmayıp genel bir temizlik yapmaya vardı iş. 12 Eylül darbesinde solu nasıl ezip geçtilerse piyasada kendilerine düşman olarak addettikleri ne kadar İslâmcı yahut İslâmcı yaftalı insan, grup vs. varsa hepsini ezmeye başladılar. Fakat başlangıçta Kumandan’ı hedef aldıklarını düşünmüyorum, Kemalistlerin ilk hedefi daha 1996 yılından itibaren Tansu Çiller ve arkasında duran ABD destekli Ilımlı İslâmcı ekibi tepelemekti.

12 Eylül’ün sola yaptığı gibi bir şeyi niçin yapamadılar?

Öyle bir şeye kalkışamamaları, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1999 yılındaki “Kurtuluş Yılı” çıkışıdır. Askerler, Batı Çalışma Grubu adı altında herkesi fişliyorlardı, İslâm’ı komple kazımaya teşebbüs ettiler. Sokaktaki işportacıya kadar bir fişleme söz konusuydu. İki milyon insanın fişlendiği söyleniyor. Abdullah Gül, rahmetli Nazif Keskin Ağabey’e “Kumandan olmasa kim görülürse tutuklanacaktı.” demişti. Kumandan olmasa topyekûn bir 12 Eylül benzeri kalkışma yapacaklarmış! 1999’da Kumandan’ın çıkışı, ayrıca büyük depremin vuku buluşuyla Türkiye bir anda can derdine düşmüş duruma geldi. Deprem, büyük hâdiseydi. Hâliyle insanlar can derdindeyken, 100 binlerce insanı tutuklama, gözaltına alma teşebbüsüne girişemediler. Allah’ın yardımıyla, bunların plânları akim kaldı, bir daha da aynı fırsatı yakalayamadılar.

28 Şubat’ın toplumsal bir hareket olarak İbda hareketinin gelişiminde nasıl bir tesiri oldu?

Bu sorunun üzerine düşünmek lâzım, zor bir soru. Hatta buna çalışmak da gerekir. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun her şeyini ortaya koyarak 28 Şubat’a karşı çıkması söz konusu. Saldırının durdurulmasında da en ehemmiyetli taraf Kumandan’ın duruşudur!. Düşmanın topyekûn saldırısına karşı herşeyini ortaya koyarak karşı çıkmak anlatıldığı kadar kolay değil! Kendini kalkan etti. Kumandan’ın direnişiyle baş edemezlerken, deprem ve ekonomik kriz derken düşmanın Müslümanlara saldırısı akim kaldı. Yapamadılar. Bu İbda’nın zaferi ve İslâm’a hizmetidir.

Kumandan cezaevinde “Ümmetin Kurtuluş Yılı” diyerek sergilediği dik duruş Kemalistleri tedirgin mi etti?

Evet, tedirgin oldular. Hatta 2000 Ocak’ta cezaevi operasyonları, Kumandan’ın işkenceden geçirilmesi ve Kartal Cezaevine götürülmesi sonrasında subayların Kartal’daki gönüldaşlara söylediği şey şu: “Sanki savaş var, bir tarafta 600 kişi, diğer tarafta 600 bin kişi!” Gerçekten çok korktular! “Bu adam büyük bir şey yapacak, acayip bir şeye kalkışacak!” diyerek elleri ayaklarına karıştı. Belki de 1999’un başlarında toptan bitirme hamlesine girişecekken “Ne oluyor, bu adam üstümüze geliyor!” diyerek Kumandan’ı durdurmaya çalıştılar. Savaşta stratejik hedef vardır, hedefe giderken karşınıza sizi yanıltacak bir şey çıkabilir; siz onla uğraşırsanız asıl hedefinizi şaşırırsınız. Belki de savaşı kaybetmenize sebep olur. Kumandanın 99 çıkışı onları böyle bir hataya itti. Panik yaptılar, bir yıl boyunca Kumandan ile uğraştılar!

Kendi gövdesini Müslümanların önüne siper etti yâni.

1990’lı yıllarda “The Mask” filmi vardı. Bir sahnesinde bombayı yutuyor Mask... Karnında patlıyor bomba. Kumandan adeta öyle bir şey yaptı. Hakkı, emeği ödenecek gibi değil. Tüm Müslümanlar üzerinde hakkı var... Bu sadece bir savunma değil, düşman saldırısını durdurduğu gibi; Anadolu insanının önünü açtı. Böyle olmasa, Müslümanlar tutuklanıp gidecekti ya! Önemli pozisyonlardaki insanlar yıllarca işkence görecekti, öldürülecekti.

Ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

Güya Erbakan’ı kolluyormuş gibi gözüken bazı insanlar, bazı kesimleri “Siz şöyle yaptınız, böyle ettiniz!” diyerek suçluyorlar. Özellikle de Aczimendileri... Bu çok yanlış bir şey. Erbakan’ın çok büyük hatası var burada! Yine tekrar ediyorum: Susurluk kazası olduğunda, o pislik ortalığa saçıldığında Erbakan istifa etseydi, darbeyi savuşturmuş olacaktı. Her 28 Şubat tantanasında Aczimendiler’e saldırıyorlar. Müslüm Gündüz hâdisesinin hükümetin yıkılmasıyla ne alâkası var yahu! Susurluk kazası, bununla beraber devlet içindeki çeteleşmenin açığa çıkmasıyla halkta buna karşı bir reaksiyon oluştu. Protestolara ve “aydınlık için bir dakika karanlık” diye adlandırılan eylemlere karşı Erbakan, kendisiyle hiçbir alakası olmamasına rağmen çıkıp “Gulu gulu dansı yapıyorlar.” demişti. Şevket Kazan “Mum söndü oynuyorlar.” dedi. Erbakan ve partisi yok yere o çeteleşmeyi koruyormuş gibi garip bir duruma düştü. Halbuki o eylemler Erbakan’a karşı yapılmıyordu, Çiller’e karşı yapılıyordu. Erbakan, bu hareketiyle çok büyük hata etti. İstifa edip, kendini sıyırmış olsa sempati kazanmış olacaktı, hem de kolaylıkla hedef alınamayacaktı. Bunlar 28 Şubat hâdiselerinde gözden kaçırılan şeyler.

Baran Dergisi 737. Sayı, 25 şubat 2021