DÖRDÜNCÜ MEKTUP
Sevgili Dostum!..
Vakit gece yarısı, saat iki. Yorgunluktan gözlerim kapanmasına rağmen uyuyamıyorum. Uyuyamıyorum, çünkü geceyi gündüzden çok seviyorum ve zamanın kayıp gitmesinin paniğini, israf edilmemesi gereğini en çok gecede duyuyorum. Her taraf sessiz. Sessizlik ve yalnızlık, bilerek veya bilmeyerek arayışların çağrılarıyla ürperen bir boşluktur.
Geceyi dinliyor musun?
Sessizlik ve yalnızlıkta insan alınyazısını duyar.
Sessizlik ve yalnızlık, kendisinden şikayetin de davasıdır.
Sessizlikte, dün bugüne taşınır, yarına sarkar.
Açılsın mı perde? Seyret.
***
Güneş yerini aya bıraktı, ay sırasını güneşe. Sonra kapalı günler, yıldızsız geceler.
Aradan geçen bir aya rağmen, not korkusundan uzak eğlence dönemindeydiler daha. Sınıfta gruplaşmalar başlamıştı ve KİM, ön sırada HAFİYE’nin yanında oturuyordu artık. Derslerde sık sık hocalarla tartışmaya girmesi, çevresindeki ilişkiyi genişletmiş, ama HAFİYE’den başka yeni arkadaş edinememişti.
O gün, üçüncü dersin teneffüsünde, önden birinci sırada oturan kız KİM’e döndü.
-Artık burada mı oturacaksınız?
Uzun, dümdüz ve sarı saçları, mavi gözleri vardı. Yüzü biraz yuvarlakça, ufak güzel bir burnu ve yüzüne tam olarak oturan, tebessüm ettiği zaman masum, mahzun bir ifade veren dudakları vardı. KİM’e, yabancıyla konuşurken yüze yerleştirilen tebessümle bakıyordu.
Sesin geldiği yöne gözlerini çevirdi KİM. Üzerinden bir öfke bulutu geçti o an. Sonra aynı nezaket tebessümünü yüzüne yerleştirerek:
-Evet, burada oturacağım.
-Arkada ders dinlenmiyor mu?
“Sana ne be?”
Hâlini hiç bozmadan:
-Dinleyen dinler, ama bende o kabiliyet olmadığı için önde oturanların yanına geldim.
Kendisine atılan taşa alındı Serpil. Yüzü bozuldu, önce yere, sonra KİM’e çevirdi bakışlarını. “Kendini beğenmiş ukala”. Saçları savrularak döndü ve hızlı bir hareketlilikle sırasına oturdu.
“İş yaptık.” İçinin sızladığını hissetti KİM. Ama yine de kendisini haklı görmeden yapamadı. “Ders dinleniyor mu, dinlenmiyor muymuş? Lâf olsun işte.” Sonra bu işin üzerinde durduğu için kendine kızdı.
Dersler can sıkıntısıyla geçti.
Sıkıntılı durumlarda ne kadar uzun yaşar insan!..
Devamlı saatine bakıyordu. Geçmesini beklediği daha 20 dakika vardı. Geçmesi beklenen, geçince ağlanan dakikalar…
Ufak tefek, zayıf, güler yüzlü ve hareketleriyle de yaptığı esprilere katılan hoca; dikkat dağıldığı anda; dikkati zarif bir espriyle üzerinde toplayıp, tekrar derse devam eden bu kimya hocası, öğrencinin ruhuna nüfuz etmenin yollarını biliyordu. Gayet itinalı şekil çizmesinden ve düzgün yazı yazmasından, intizama önem veren biri olduğu anlaşılıyordu.
“Ne teşhis!”
Hocayı sevmişti KİM. “Öğreten ve can sıkmayan tek hoca” diye düşündü. “Ama yine de burada bulunmak hoş değil.”
-Bana bir kalem verir misin?
Çantasındaki kurşun kalemlerden birini Serpil’e uzattı KİM. Gözgöze gelince gülmek geçti içinden.
Pek düzenli bir talebe değildi. Düzenli değil ne kelime, darmadağınık!
Çantasındaki kitap ve defterleri hiç değiştirmeden birkaç ay taşıdığı her dersin defterinde diğer derslerin notları olduğu için, imtihan zamanı ders çalışamayışı ve her seferinde kendi kendine kızışı, alıştığı bir şeydi. Fakat bu sene, fakat bu son sene, intizamlı bir yıl geçirip bir an önce üniversiteye gitmek istiyordu. Bir işe girerken düşüncesinin hemen gerçekleşmesi için hızlı başlamak onun âdetiydi. İşe kalemlerden başladı!..
Beklediği yirmi dakika dolmuş ve zil çalmıştı.
Serpil her zamanki tatlı tebessümüyle kalemi verdi ve teşekkür etti. Sonra, ağır adımlarla sınıfın kapısından çıktı.
KİM –nedense- gözleriyle onu takip ederek, bir müddet giren çıkanla kaynaşan kapıya baktı.
Çayını içerken, sınıfta hâdise aklına geldi. Serpil kalemini istemiş, o da vermişti. Bir fevkalâdelik yoktu bunda. Ama bu basit sebebe rağmen düşünmemeyi denemedi. “Tatlı bir kız. Hele yüzündeki o buruk tebessümle ne kadar masum bir yüzü var.”
Yanağının çukurları doldu, bir an dudaklarında bir gülümseme belirdi ve o an, annesinin soran bakışlarına yakalandı.
“Benim niye kanatlarımı çırptığımı anlayamazsın ki.”
-Anne, bir çay daha koysana.
-Olur. Sen niye gülüyorsun onu söyle.
“Bir kız geldi aklıma da.”
Söyleseydi, eski zaman kızları kadar mahcub annesinin utanacağını biliyordu. Kendisi değil de, annesi utanacak!..
-Sebebi bana kadar, dedi.
Masa başında ders yapan Eda ile Mustafa, bir KİM’e, sonra birbirlerine baktılar; bir mânâ veremediler. Ona sorup lüzumsuz azarlanmayı da göze alamadılar.
Dışarıda ne kadar somurtkan, ağır başlıysa, zincirlerinden boşanır gibi, evde o kadar şakacı, geveze, şaklaban oluyordu. Yalnız onlarla. Sık sık hırpalamasına rağmen dışarıdaki gibi kinci davranmaz, en büyük kavgadan hemen barışırdı.
O akşam.
Saat onbire gelirken yattı. Fakat bir türlü uyuyamıyordu. Gözünün önünden sınıftaki hâdiseler geçti.
HAFİYE’nin çok iyi bir arkadaş olduğunu düşündü. Onu sevdiği ve onunla övündüğü için değil. Gerçi bu durumdan gururu okşanıyordu.
Başka şeyler düşünerek mani olmak istemişti ama olamadı. Gözlerinin önünde Serpil, bir daha hiç gitmemecesine canlandı: “Kalem verir misin?”
Bu lüzumsuz şeyi –lüzumsuz muydu? Hafızasından silmek, hayâli kovmak istedi, ama beceremedi. Çağırışı kovuşundan şiddetli.
Karmakarışık duygular içinde, kendisini çözecek tehlike korkusuyla ve suyun damarlarında hayat veren temasıyla kanatlı, kıvrandı sabaha kadar.
***
Dostum!
Bunca yoğun bir çalışmanın içindeyken, “bir mecmuanın çıkışını bekler gibi mektuplarını gözlüyorum. Bildiklerimi, taze bir havayla bildirişi ne hoş!” deyişindeki incelik, beni gerçekten memnun etti. “Sürekli oyunun, belirli aralarla açılan perdesi. Oyunun kahramanlarından biri de benim” demen.
Oyun, ahhh!..
Hayatla oynanan oyun. Geçiciler dünyasında kalıcılığa oynayanların oyunu.
***
Bizimkiler odaya dökülmeye başladılar. Selâmlar.
İSİM-İMZA
Salih Mirzabeyoğlu, Yaşamayı Deneme, “Kim’in Romanı” Sh. 34-39