Tarih Hicrî 1439 yılının 1 Ramazanı. Hakiki bir adam “Her nefis ölümü tadacaktır” emr-i ilâhîsine boyun eğerek âlemlerin hakiki olanına göçtü gölge âlemden; bu Hakiki adam sahici bir davanın sahibiydi. Sahici davası ona sıkı dostlar ve şerir düşmanlar kazandırmıştı. Ömrü boyunca her iki tarafın da takibinde oldu. Elbette daha çok da düşmanlarının. Beklenmedik vefatıyla kendisini bilen, tanıyan bu dost ve düşman grubları dışında artık Anadolu’nun mâşerî vicdanınca da bilindi, tanındı ve onun toprağına mâl oldu. Maalesef kaybedilmişti artık. Bir çoklarımızın geç fark ettiği, çabuk kaybettiği bir değer olarak.
Şükür ki, o boş durmamış, daima hep böyle âni ayrılışlara hazırlıklı, teyakkuzda bir hayat sürmüş, idealindeki yapı için her şart altında çalışarak model bırakmaya muvaffak olmuştu. Titizlikle yazdığı eserlerinde ruhî portresini ince ayrıntılarına kadar resmederken tefekkür dünyasını da en mücerret kavramlarına varıncaya kadar örgüleştirmişti. Böylece o, hayatını vakfetme karşılığında, ardında bereketli bir ‘vakıf’ bırakanlardan oldu.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır.”
Böyle buyurmuştu Allah Rasûlü: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır”. İşte bu temel ölçünün ışığı altında, ümmetin, Batı karşısında hem askerî, hem de kültürel yenilgiler yaşadığı zamanlarda insanlara faydası daha kalıcı olan şeyin peşine düşmüş; esasen askerî faaliyetler de dâhil olmak üzere hayatın hiçbir realitesini dışlamayan bu adam, “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” diyerek çabasını, askerî ve benzeri yenilgilerin hepsinin temelindeki kültürel yenilgiye çözüm arayan bir tefekkür için harcamıştı.
Esaret düşüncedeydi ve bağımsızlık ancak düşüncedeki bağımsızlığın ardından gelebilirdi. Ve İslam’ın bağımsız bir gücünün olmadığı bir dünyada zayıf olanların Batı medeniyeti karşısında hiçbir şansı yoktu. Makine medeniyetinin çarkları arasında zihnen parçalanmış insanlık, içinden çıkılmaz bir sarmala girmişti. Ümmetle beraber Batı mağduru insanlık da hayra muhtaçtı. Yoksa yaşanan Batı Medeniyeti'nin rakipsizliğini ilanı, “Tarihin sonu muydu”? İnsanlığa buhrandan çıkış yönünü gösterecek bir el artık hayal miydi?
Bu el, tüm unsurlarıyla Batı anaforuna girmeye hâlâ direnen İslâm’ın eli olabilirdi ancak. Gel gör ki, Müslümanlar böyle bir hamleyi yapabilecek şartlardan fersah fer- sah uzaktı. Özgün kültürel zeminin kaybedildiği, medeniyet ufkunun yitirildiği bir fikri belirsizliğin içinde savrulmaktaydılar. Zira Batı zinde ordularıyla sahibsiz kalmış İslâm topraklarını parçalayıp yağmalamış, yağmaladıkları bu topraklarda maşa rolleriyle ülkelerinin kontrolünü efendileri namına kolaylaştıran kendine adapte azınlıklar üretmeyi başarmıştı. Devletlerin askeri ve sivil bürokrasisinin kilit noktalarına yerleşen bu azınlıklar efendilerinden aldıkları kültürle ne yapacaklarını biliyorlar, efendilerine göre daha yakından tanıdıkları kendi toplumlarını işgal ordularının dahi yapamayacağı aşağılamalara mâruz bırakıyor, öteliyor, yıldırılıyorlardı. Bir yandan kendi elitini üreterek devamlılığını garanti altına alan bu yabancılaşmış azınlıklar, savunmasız hale getirdikleri toplumu mânen kurutmanın plan ve programlarını da ihmâl etmiyor, ön alma düşüncesiyle bütün dikkatlerini gelişmesi muhtemel tehlikeleri bertaraf etmeye ve yetişen nesillerin kimyasını bozmaya harcıyorlardı.
İnce planlar ve desiseler provokasyonlarla geçen süreçler neticesinde bin küsur yıldır İslâmla yoğrulan ve İslâm’ın hayatı algılayış ve davranış biçimlerine teferruatıyla sinen millî kültürün bertaraf edilmesi gerçekleşiyor, onun yerine Batı kültürünün kötü bir kopyası ikame ediliyordu. İş ‘Ben şuurunun’ neredeyse tamamen kaybıyla neticelenecek kültürel bir soykırıma doğru gidiyordu. Yaşanan, hücreye kapatılmış bir insanın zihninden, günün birinde oradan çıkma fikrini dâhi silmesi gibi bir durumdu. Fakat Büyük Doğu mimarının Sakarya şiirinde sembolize ettiği gibi, insanı “öz vatanında parya” yapılmaya çalışılan, mâruz kaldığı maddi mânevi yıkımların ardından altında ezildiği ağır yüklere rağmen İslâm toprakları içinde ümit ışığının hâlâ kaybedilmediği yer yine de Anadolu oluyordu. Bu toprak parçası, tarihin daha önce kendisine yüklediği parlak misyonu, Doğu Batı arasındaki stratejik konumu koruyabilir ve bunlara ek olarak, sahib olduğu sair imkân ve kabiliyetlerle, gelecekte ümmet için yeniden kurucu bir rol oynayabilirdi. Üstad Necib Fazıl Anadolu’yu dolaşarak verdiği konferanslarından birinde çıkışın merkez üssünü şu sözlerle vurguluyordu: “Dünyanın beklediği bu inkılâb, üç daire hâlinde... Dış daire dünya, içindeki alem İslâm âlemi, onun da içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye.”(1)
Fakat bunun için Batı karşısında nicedir kaybedilmiş olan kültür davasının farkına varılması icap etmekteydi. Peki, nasıl olacaktı bu? Öncelikle, bir toplumun hayata verdiği maddi manevi tepkilerinin tamamının kastedildiği kültür bir takım yüzeysel folklorik imajlar ve geçmişe ait çağrışımlarla tasvir edildiği sığ ve donuk anlayışlardan kurtarılmalıydı.
Batıcı elitlerin şehrin meydan yerinden kovduğu, Anadolu’nun küçük kasaba ve köylerine hapsedilmiş, bu ‘geçmişe ait’ duran kültürün yenilenmeli, damarlarına bir an önce ‘kan’ gitmesinin sağlanmalıydı. Geç kalınırsa iş işten geçecek, zaman ilerledikçe problemin aşılması zorlaşacaktı.
Bu dönemde, devlet marifetiyle kapakları açılmış bir barajdan taşan sel suyu gibi orta- lığı dolduran Batı kültürüne ait sayısız şekil ve renk karşısında ‘ben şuurunu’ kaybetmemiş âlim ve münevverlerin, durumun vahametini idrak ederek imkânlar dahilinde ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarını, adeta bir varoluş mücadelesi içine girdiklerini görüyoruz. Kimi imanın kurtarılmasına ağırlık veren çalışmalarla boy gösteriyor, kimi yok olma riskiyle karşı karşıya olan İslâmî ilimlerin öğretilmesine gayret ediyor, kimi tasavvufî âdâbın kesintiye uğramaması için çaba gösteriyor, kimi ise devlet bünyesinde verilen kısıtlı din hizmetlerini Anadolu in- sanının lehine genişletebilmek için çareler arıyordu. Kalemiyle var olma mücadelesine girişenler yanında, Batı’ya gönderilip Batılı müktesebata muttali olduktan sonra kendi köklerini yeniden keşfederek İslâm için çaba gösterenler de oluyordu.
Çer çöp ne varsa önüne katıp götüren bu sel o kadar etkili olabiliyordu ki, hayatın her ayrıntısına sızabiliyor, sadece devleti şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda tek tek fertlerin beğeniler dünyasını da tayin edebiliyordu. Ferdler iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin ve nihayet hakikat ve yalan kavramları arasında kaldıklarında onun tercihlerine göre meyil alıyorlardı. Problem kompleksti ve kompleks problemlere o nisbette cevablar vermek gerekiyordu. Bunun için de, elbette ciddi fikir mesaisi...
Nasıl bir fikir çıkmalıydı bu mesaiden?
Bu fikir; her şeyden önce özgüven aşılamalı, Batıdan gelen sel karşısında sendelememeli, kendi tarih muhasebemiz, gelenek tecrübemizin müktesebatına dayanarak yabancı kültürden gelen kavramları yorumlayabilmeliydi.
Bu fikir, geçmişine sahib çıkmakla beraber gelecek vizyonuna mâlik olmalı, ufuklarda genişlik arzusu taşırken, kök duygusunda derinleşmeliydi.
Bu fikir, tutarlılık kaygısı taşırken yenilenmeye açık olmalıydı.
Bu fikir, geçmişin tohumlarını geleceğin dallarında, geleceğin ufkunu geçmişin köklerinde gören; kısaca geçmişle gelecek, merkezle çevre arasında ‘kan dolaşımını’ sağlayacak canlı bir sistem yani bütünlüklü bir fikir olmalıydı.
İşte, Anadolu’yu zihnî esaretten kurtararak, İslam dünyası ve insanlığa teklif edilebilecek böyle bir sistemin fikri olmalıydı. Bu bir "Dünya Görüşü" demekti.
Bu Anadolu merkezli dünya görüşünün fidanını dikme şerefi, Batılı müktesebata muttali olduktan sonra kendi köklerini yeniden keşfedenlerden biri olan Üstad Necip Fazıl’a nasib oldu.
Onu diğerlerinden ayıran şey, sahib olduğu Allah vergisi yeteneklerinin dışında ‘bir veliye bende’ olmasıydı. Üstad Necip Fazıl tohumunda tasavvuf aşısı bulunan bu fidanın adını zamanla BÜYÜK DOĞU olarak adlandıracaktır.
Kendisini eken ‘çiftçinin’ sayısız şairane buluşlarından biri olarak ortaya çıkmış olan bu fidan, hem ferdi uyanış anlamında Büyük Doğu idi, hem de dağılmış hâlde bulunan İslâm dünyasını, şemsiyesi altında bütünleyici olacak merkez anlamında Büyük Doğu idi.
Ne var ki, “Büyük Doğu” Necip Fazıl’ın göz kamaştıran sultanu’ş-şuara kimliğinin parıltıları arasında bir bakıma gizli kaldı. Bizzat kendisinin deyimiyle “kuru sıkı poh pohçuların” elinde içeriği tam anlaşılamayan bir klişe olarak sürdürdü varlığını. Çokları tarafından ihtiva ettiği sistem teklifiyle fark edilemedi, bütünlüğüyle görülemedi. Esasen bütünü görmek pek de kolay değildir ve insanlar bu hususta kabaca ‘parçada takılanlar, bütünü görenler’, şeklinde ikiye ayrılırlar.
İşte o bütünü gören pek az kişiden biriydi Salih Mirzabeyoğlu. Genç yaşına rağmen, Büyük Doğu’daki sistemi gören, onun Anadolu ve ümmet için stratejik değerini takdir eden, takdir etmekle de kalmayıp ona göre tavır alan, “inanç insana afyonkeş uyuşukluğu değil, bilmenin korkusuzluğunu verir” diyerek gereken muhatab anlayışı kuşanan kişidir Mirzabeyoğlu.
Bu tavır, gelecekte Anadolu’ya, ümmete ve insanlığa faydası olacak Büyük Doğu fidanının korunması, yaşatılması ve geliştirilmesi süreçlerinde oldukça stratejik bir hamle olarak daima anılacak bir vefa örneğidir.
Büyük Doğu fidanı, Mirzabeyoğlu’nun İbda hamlesiyle kurumaktan kurtarılmış, yenilenmişti.
O, Üstad Necip Fazıl’ın bol malumat içerisinde harmanlayarak şairane bir tabiîlik içinde ele alıp neticelendirdiği meselelerin nasıl ve niçinlerine yoğunlaşarak tecrid (ayrıntılandan soyutlayan bütünlüklü bakış) tavrıyla bir süzme işlemine tabi tutmuş, kullanıma hazır çok sayıda hükmün açığa çıkarıcısı olmuştur. Kendi deyimiyle bu durum, eşyanın görülmesine sebeb olduğu halde kendisi görünmeyen ışık unsurunun varlığını ortaya çıkartmak gibidir.(2) Bu yapılan, bir yandan büyüklerin sözlerinden hikmet süzme ameliyesi bir yandan da bir fikir sisteminin işletilerek canlı tutulmasıdır.
İşte onun, hayatını vakfederek ortaya koyduğu, hayret verici derecedeki odaklanma sabrı, bir fikir geleneğinin maya tutup günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Bunun değeri çok büyüktür, zira fidan, işte bu çileyle ağaca inkılâb etmiştir. Bu çile ve özveri yüzyılımızda “aşk, bağlılık, yiğitlik” kavramlarına müşahhas örnek olmuştur. Böylelikle Büyük Doğu şiirindeki birçok sembolün, onun oluşturduğu İbda anlayışında yankılanıp mânâsını bulduğunu görebiliyoruz. “Adam tanımak surat tanımak değildir” diyen Mirzabeyoğu’nun kimliğini, yine onun çok katmanlı fikir dünyası ve bu dünyadan cemiyet meydanına yansıyan aksiyonu açıklayabilir. Bu da birçok altbaşlığa ayrılan ayrı bir olacaktır. Ez cümle, “çözümde can sıkıntısıyla” geçen uzun yılları Mirzabeyoğlu’nu kitablık çapta görünen bir mütefekkir hâline getirirken adeta Necip Fazıl’ın şaheser şiiri Çile’yi yaşatmıştır. Tâ ki, vefatına kadar...
Ağaçta Bütün Bir Varlık Planı
Üstadın diktiği, artık ağaca duran fidan, aslında kökleriyle Cenâb-ı Allah’tan kelam mührünü alan ilk insan, ilk peygamber Adem aleyhis- selam’a, dallarıyla bize, her- birimize yani burada ve şimdi’ye uzananan kadim hattın devamıdır. Gaye, tarih muhasebemizle burada ve şimdi’den binlerce yıl gerilere (başlangıca) giderek zamanı aşmak, varoluş hikmetimize temas etmek, varoluşumuzu anlamlandırmaktır. Zihnimizdeki bu Büyük Doğu ağacı, kendi içinde bir bü- tünlük sahibiyse de üste göre ve mutlak’a karşı fânilik içindedir. Bu ağaç aczini idrâk noktasındaki insanın idrâk ve emeğinin ürünü olup; İslâm’ın kendisi değil, İslâm’a muhatab olan anlayışın ağacıdır.
Tıpkı Üstad Necip Fazıl gibi, Kumandan Mirzabeyoğlu da, hayatının aksiyona dönük yanıyla Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vurmuş oldu. Fakat onun kendi hüviyetiyle Büyük Doğu’yu belirginleştirme ve yaşatma adına ortaya koyduğu çok katmanlı fikriyat, aysbergin su al- tındaki görünmeyen kısmı gibi keşfe konu olmaya devam edecektir. Her ne kadar Türkiye'deki İslâmcı şahsiyetler içinde aksiyonu en net olan şahsiyet olsa da, kabul edelim ki İbda ve Mirzabeyoğlu denilince ilk akla gelen mücerred fikirdir.
Bizzat Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle bu durum ondak “ifrat derecedeki tecrid” haldedir.
Aslında “ifrat derecedeki tecrid” günümüzün ifrat derecedeki yüzey- sel, sathi, parçacı, kesret dolu dünyasının panzehiri gibidir. Bütüncül bakış tecridle mümkündür. Tecrid aklın parçalayıcı duvarlarını vicdana ve vahdete giden bir akılla aşmak demektir. Tecrid derinlik demektir. Kavramlar da, tıpkı etimolojik örneklerin dolaylı olarak gösterdiği gibi birbirinden çıkmadırlar. Kumandan Mirzabeyoğlu'ndaki bu "ifrat haldeki tecrid" kabiliyetinin ona, kavramların ana ve kök olanlarını, "aynı hizada" olanlarını görmede müthiş bir imkân sunmuş olduğunu anlıyoruz.
O dünya görüşünü örgülerken söz konusu tecrid tavrıyla teorik bir dil oluşturmuştur. Bu dil Batı tefekkürünün kavramlarına nüfuz ederken tasavvufun umumî kâinat görüşünden geniş ölçüde yararlanır. Osmanlıcanın zenginliğini taşıyan Türkçe hakimiyeti ileri boyuttadır. Ortaya çıkan, tasavvufi kavramların bir dünya görüşünün inşasında ustaca kullanıldığı bir mimaridir. Dil zenginliği ve kavram hakimiyeti onu bambaşka bir şiir anlayışı burçlarına taşımıştır. Şiir kavramı, onda sadece şiir yazmak değildir. Şuurdur, varlığı idrak için insanoğluna verilmiş bir mevhibe-i ilâhîdir. Ona göre “şair her şeyden önce dilin imkânları içinde yeni bir dil yontucusudur.”(3) Kâinattaki ezeli ritmi duyup buna aksiyon halinde cevab verendir. “Kendinden zuhur” denilen ve bu anlamda varlığın ritmine cevab veriş eylemi, sahibini orijinal bir eser ortaya koyan sanatçı gibi orijinal bir varlık yapar. Böyle bir aksiyonun sahibi bir şairidir; böyle mücahidler de şair savaşçılardır.
Şiir dili, teorik dilin bir katman derinidir, denebilir. Soyut düşünmenin hayal ile buluştuğu katmandır burası. Bu yüzden Kumandan Mirzabeyoğlu bir yandan insan ve topluma dair müşahhas konulara teorik seviyede çözümler ararken dilin yapı taşları olan kelimelerle de yakinen ilgilenmiştir. Bu yüzden lüğatler onun yakın dostlarıdır. 17. yüzyılın Büyük mutasavvıfı Niyazi Mısrî'nin bir beytinde “Her ne söz ki, söylenür alemde türkî ya arabî tut kulağın ki, sanadır cümle dillerden hitab” dediği gibi bakmıştır kelimelere. “Varlık lüğatte topludur ve lüğat ‘deniz’ demektir" derken “şiir idrakinin” önemine dikkat çekmiştir. Az kişiye, gönül adamlarına ve bir kısım şair ve şair ruhlu insanlara açık olan bu katman, kavramların yeniden şekillendirilebileceği, hiç fark edilmemiş muhtevaların keşfedileceği ve hatta yeni, orijinal kavramların üretilebileceği katmandır. Hayat âdeta burada yeniden yorumlanmaktadır. Ve hayat, onu yorumlama gücü olanlara göre şekillenir. İbda isminden başlayarak el işaretine kadar bu derin konsepti görmek mümkündür.
Varlık üzerine düşünmeyi düşüncesinin merkezine yerleştiren 20. yüzyılın ünlü Alman düşünürü “dil varlığın evidir” sözünün sahibi Martin Heidegger dilin bu yönünü şöyle ifade eder: “Gerçi günlük hayattaki dilin bir anlaşma aracı olarak görüldüğünü ve böylesi bir araç olarak yaşamın olağan ilişkileri için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Ancak olağan ve alışılmış ilişkilerin dışın- da bir takım başka ilişkiler mevcuttur. Goethe bu başka ilişkilere “derin olanlar” adını verir. Ve dil ile ilgili olarak şunu söyler: Sıradan yaşam içerisinde biz, sadece yüzeysel birtakım ilişkilere işaret ettiğimiz için ye- tersiz bir dil ile idare ederiz. Derin ilişkiler mevzu edilir edilmez derhal başka bir dil işe koyulur; şiir dili.”(4)
Eserleri üzerine derinleşme arttıkça, aslında onun damgasını çağa, çağın anlayışına vurduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bu istikametteki müteâkib faaliyetler, “nabzında inkılâb mânâsı duyan” her fert için dışa doğru hem toplumsal bir sorumluluk hem de muazzam bir hayır/iyilik imkânıdır. Fakat içe doğru ise eserden müessire doğru giden marifetullah yolculuğudur. Bugün 21. yüzyıl Müslümanları için, akıllarını derleyip toparlamaya yarayacak bir metoddan daha elzem ve daha stratejik ne olabilir?
Bu nedenle, ümmetin, hatta insanlığın en önemli ihtiyacı olan küllî sistem açığı ve ruh açlığının giderilmesi için ortaya konulmuş bir fikir ağının neye tekabül ettiği üzerinde ciddi kafa yormalı ve onun anlaşılmasını kolaylaştırmak noktasındaki sistemli her çaba önemsenmelidir.
Büyük Doğu-İbda sürekliliğini ağaca benzettik. Zira, Üstad Necip Fazıl’ın naklettiği gibi, sistem fikrini ağaç kadar güzel anlatacak ikinci bir misâl bulunamaz.(5) Bu ağacın mekânı zihinlerdedir. Ve onun zihinlerdeki toprağını zenginleştirmeye gayret etmelidir. Muhkem ayetlerle de olsa Kur’an’dan haber- darlık, “bilmeyi bilecek kadar” hadis-i şerif, siyer, sahabe hayatı, kısas-ı enbiya ve genel İslâm tarihi, temel İslâm klasikleri gibi bize dair bilgiler ile dışımızdaki milletlerin (Eski Yunan, Roma, Bizans, Yahudi-Hristiyan vb.) tarihlerine dair mâlûmat, sömürgecilik ve oryantalizm, yakın tarih, sosyoloji, psikoloji, filoloji ve tasavvuf gibi ferd ve toplum anlayışına genişlik ve derinlik veren türden bilgiler bu amaca hizmet edecektir. Elbette edinilen her bilgi nihai gaye olarak kişilerin nasibince Kur’an idrakini arttırmaya yöneliktir.
Dışta, Batı medeniyetinin müsbet veya menfi etki bırakmış düşünce adamları ve ekollerinden, yaşadıkları değişimlerden haberdar olunması; içte ise, Türkiye ve dünyanın çeşitli yerlerinde İslâm adına ortaya çıkmış çeşitli kişi ve yapıların mesele ve gündemlerinin mukayese amaçlı etüd edilerek bunların geleneksizlik, tecrîde yabancılık, zâhircilik, tefekkür yoksunluğu, aklın hakkını vermeme, Batı akılcılığının etkisinde kalma, aksiyona uzaklık, fikirsiz şiddet, dünyayı bilmeme, sahabe hürmetsizliği, müzmin particilik, İslâm ve dünya tarihinden habersizlik gibi çeşitli tıkanma noktalarının tesbitine önem verilmelidir. Bu hususta derlenmiş bol miktarda malzeme mevcuttur. Bütün bunlar elbette önemlidir. Fakat esas iş bütün bu bilgilerin tasnifiyle bize olan uzaklık ve yakınlıklarının tayinini yapmaktadır. Bunun için evvela biz’in tanımını yapmak gerekir ki, Büyük Doğu-İbda bir anlamda bu tanımın adıdır ve bahsi geçen tasnif ve tayinler hususunda gerekli olan mihrak noktasını teşkil ederek kimlerin “ne aradığını ve ne bulduğunu” etüd ederek kıymetlendirilmesini anlamlı kılar.
Bu yolda yapılacak calışmalardan çıkan neticelerin şemalaştırılarak dersleştirilmesinin Büyük Doğu-İbda’nın kavram haritalarının belirginleştirilmesine yardımı olacağı umulur. Bugün artık, çeşitli görselleştirme ve şemalaştırmalar yoluyla öğretilebilirliğe katkı sunulması, ana meselelerin görülebilme yollarının kolaylaştırılması daha çok önem arz etmektedir. Velhâsıl, İslam’a muhatab anlayışın ağacını köklerinden gövde- sine dal dal, yaprak yaprak, şube şube tanıyacak hâle gelinmelidir.
“Sürek avına çıkar gibi bütün madde ve ruh kıymetlerimizi çepeçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini mukayesesini yaptığımız ve her şeyi bir kıymet hükmüne bağladığımız gündür ki, kurtuluş şartlarımızı tamamlamış olacağız.”(6) İslâm dünyasının kaybettiği zihnî murakabe gücünü yenileyerek ikame etmek şübhesiz basit bir iş olamaz. Teferruat ne kadar çok olursa olsun, “teferruatı kendine bağlayan aslın” varlığı cesaret vericidir.
“O ki güneşe ayna akis kapan bir görgü
Yıldız yıldız kıvılcım yeni çağda bir örgü” (7)
Bu yolda yapılacak az şey; çok, küçük şey; büyüktür. “Yine kendinden ibaret ve küçük çaplı fedakarlıklarla gerçekleşen nice işler de vardır ki, bir keyfiyet şemsiyesi altında kurtarıcı çapta büyük fayda mevzuuna dönüşürler ve şemsiye keyfiye- ti temin edici olurlar.”(8) Tefekkür esasen sâkin, huzurlu ve istikrarlı ortamlar ister. Hâl böyleyken, Kumandan Mirzabeyoğlu böylesine zorlu bir hendesenin üstesinden kavganın içindeyken gelmiş ve istikbale müthiş bir literatürle birlikte “hâl izahını” yapacak bir (Teorik dil) bırakmıştır. Fikir geleneğine verilen değer, tam da burada ortaya çıkmaktadır. Zira biz bugün, çilesi çekilerek teşekkül eden bu gelenek sayesinde yerli ve millî bir dünya görüşünden bahsedebiliyoruz. Yerli ve millî oluş, onu ümmet için oluştan uzaklaştırmaz, bilakis, daha çok yaklaştırır. Zira güçlü bir kültür anlayışı güçlü bir Anadolu, güçlü bir Anadolu ise güçlenen ümmet, güçlenen âlemşümül İslâm Medeniyeti demektir. O halde “kıyı, köşe, kemerde” çekilen bu çile, ümmet için, İslâm Medeniyeti için çekilen mübarek bir çiledir.
“Yâr için ağyâra minnet ettiğim ayb eyleme
Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur”(9)
“Stratejik derinliğin” Fikri Zemini Olarak Büyük Doğu-İbda
Nurettin Topçu Türkiye’nin Maarif Davası adlı mühim eserinde, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve İkinci Dünya savaşına kadarki devreler içerisinde büyük umutlarla yapılan eğitim düzenlemelerinin olumsuz neticelerini özetlerken, “Kendi ruhumuz- dan sıyrılıp Batı’nın ruhunu benimsemek heves ve iddialarıyla oyalandık”(10) der. Buradaki “oyalanma” tâbiri çok önemlidir. Zira Başka kulvarların koşucuları olan Batıcıları bir kenara koyarsak kendi kulvarımızda beraber koştuğumuz Türkiye İslâmcılığının da, Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan hatta İran vb. kaynaklı hareketlerin peşinden giderek benzer oyalanma ve zaman kayıplarına neden olduğunu görüyoruz. Bahsi geçen ülkelerdeki hareketlerden haberdar olmanın ayrı, kendin bilmeksizin bunları merkeze alarak yol yürümeye çalışmanın ayrı bir mesele olduğunu sanırız vurgulamaya gerek yoktur. Burada Büyük Doğu-İbda’nın o hikmetli ilkesini hatırlamanın tam yeridir: “Ne aradığını bilmeyen, bulduğunun de ne olduğunu bilemez”.
Ne arıyorlardı? Ne arıyoruz? Ne arandığına ancak derin tefekkür ve zaman idrakine mâlik olduktan sonra sağlıklı cevablar verilebilir. Büyük Doğu-İbda işte bu denli derin ve çok katmanlı tefekkür süreçlerin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Her şeyden önce tarih muhasebesini yapan Büyük Doğu-İbda asırlardır Âlem-i İslam’ın bayraktarlığını ve Ehl-i Sünnet’in hilafet merkezliğini yapmış, haçlı ordularının karada denizde kâbusu olmuş Osmanlı payitahtının mirasçısı Anadolu toprakların- da bulunduğunun şuurundadır. Ve kendini bu topraklarda, bu mirasın yüklenicisi olarak idrak eder ve “ilk insan, ilk peygamber” ve “Gaye insan Ufuk Peygambere” göre durduğu yer ve zamanın koordinatını çıkarır. Zaman üstü sorumluluk, tarihî miras, kazanımlar ve kayıpların hesablanması neticesinde topluma dair duruşun ne olması gerektiğini belirler: Sahib olduğu maddî-mânevî imkân ve kabiliyetlerle Anadolu kıtası, “kurtulacak ve kurtaracak olandır” ve yapılması geren diğer işler de; Anadolu’nun “kaybettirilen hislerinin iadesini” sağlamak etrafında şekillenecektir.
Büyük Doğu-İbda ayağı yere basan ve nisbeti olan bir projedir. Ve dolayısıyla, stratejik netliğe sahib olan bu fikrin mensubları “ne aradığını bilmeye” en yakın olanlardır, diyebiliriz. “Ne aradığını bilmek”, kaybettiğimiz ve kaybettirilen hislerin iadesi konusunda bize hız verecek, İslâm muhtevalı millî kültürümüzün canlandırılması meselesinin önüne getirecektir. Kültürün canlandırılması ise eğitim davasının ihyasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Burada, esasen mihrak noktası itibariyle ciddi belirsizlikler yaşayan ve günümüze kadar deneme yanılmalarla yol kat eden, her hükümetin hatta gelen her bakanın yeni baştan düzenlediği maarif-eğitim meselesinin neticede kimlerin meselesi olacağını veya olması gerektiği de ortaya çıkıyor; İslâm muhtevalı millî kültürün hayat damarı olan eğitimin Büyük Doğu-İbda’cıları ilgilendireceği açıktır. Fakat bunun için sahip olunan vasıta sistemin “çekirdekde toplu kuvvet” nevindeki noktalarının yeniden keşfine çalışmak gerekecektir.
Bütünlükten yoksun ezberci eğitime, ihtiyaç duyduğu bütünlüğün kazandırılması lâzımdır. Bunun için de her şeyi kendinde toplayan bir aşk ve ruh enerjisi gerekli olacaktır. İslâm coğrafyasının haçlı uşaklarından temizlenip yeniden fethedilmesi, Anadolu etrafında bütünlüğün sağlanarak, deniz aşırı kültürlere yelken açacak medeniyet gemilerinin teçhizi evvela bu enerjinin üretilmesine bağlıdır. Fakat iş bununla da kalmaz. Enerjinin sürdürülebilir kalıplara aktarılması da gerekir. Bu nedenle hem bu aşk ve ruh enerjisini üretebilecek hem de bu enerjiyi düzenleyecek sistematik bir düşünce gerekir. Bu vasıfları Büyük Doğu-İbda literatüründe bir dünya görüşü şemsiyesi altında bütünlüklü olarak görebiliyoruz. Yoksa, parça uzmanlıkları yansıtan çözümlemeleri farklı ekol ve okullarda bulmak pekâlâ mümkündür.
“İnsanımız ve inancımızın kavgasına” katılırken beklediğimiz etkinin derinlik ve çapı, bu zengin literatüre vukufiyetimiz ölçüsünde olacaktır. Bunun için, bu külliyatın ana meselelerini belirleyici, terkibi hüküm, kavram ve tâbirlerini adeta bir mütercim hassasiyetiyle vuzuha kavuştururken komşu verimleri dışlamayan, aksine bu verimleri taktik düzeydeki yerlerini göstererek yakıt hâline getiren, ‘mealci yaklaşımlardan’ uzak, daima bütünlük duygusunun murakabesi altında yürütülecek planlı, sadeleştirici çalışmalara ihtiyaç vardır.
Tasavvufî literatürün verdiği imkân ve şiir idrakinin verdiği hürriyet alanı sayesinde bir an için fikri ağaca, kesret âlemini (eşya ve hâdiseler) denize, cemiyet kurtarıcı yönüyle fikri de, bu kesret-çokluk âleminde yüzen yapılara benzetmiş olalım.
Her ölümlünün, ardında yaşayan ‘iyi bir şey’ bırakmak istediği bu zaman denilen değişimler tarlasında dikilen ağaçların, tomurcuklanarak; içte sonsuz tek’e; dışta sonsuz çok’a doğru sefere çıkan gemiler (nüveler) üretecek hâle gelmesi temennisi ve bu insanlık projesinde küçük de olsa bir katkımızın bulunması duasıyla...
Rahmetler olsun sana Kumandan, selâm olsun! İnşaallah, adın ve fikrin “bize katılacak topraklarda bu ‘gemilerle’ dolaşacaktır.” Adem aleyhisselâm’a kelâmı, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem’e kelâm ve mânâ toplayıcılığını veren, her işinde sonsuz hikmet sahibi olan Yüce Allah’ın izniyle!...
Kaynakça
1- Dünya Bir İnkılab Bekliyor, syf. 10
2- Dil ve Anlayış, syf. 61
3- Dil ve Anlayış, syf. 144
4- https://www.youtube.com/watch?v=wGOJS8WQb5k
5- “Bak, dedi, bana Tanrıkulu, şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün! Ağaç bir plandır; bir insanın, bir âilenin, bir zümrenin, bir cemiyetin ve bütün varlığın iç ve nizam dâvasını, madde üzerinde düğüm düğüm örgüleştirmiş, şekilleştirmiş bir plân... Tohum, kök, gövde, dal, yaprak, tomurcuk ve yemiş... Her şey bunlar arasındaki ahengi anlamak ve kurmağa bağlıdır.
Sonra Tanrıkulu, birdenbire doğuruldu, gözlerini alabildiğine açtı, hiç de âdeti olmayan bir tarzda ânî ve keskin bir heyecana düşercesine dikildi; ve kısık kısık, acı acı fısıldadı:
-Ağacın ne olduğunu anladım! Ağaçlar arasında en mükemmeli insan ve cemiyettir. Şimdi de başını tabiattan çevir, tarihe, bizim tarihimize döndür ve bak! Orada, koca bir ağacı, dört asırdır, balta üstüne balta, yalnız yere devirmek, toprağa sermek ve belirttiği büyük vahdet ve nizam ölçüsünü kurutmak için çalışanları göreceksin!..” Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Necip Fazıl Kısakürek, syf.55
6- İbda Diyalektiği, Salih Mirzabeyoğlu, syf. 238
7- Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yeşilırmak” adlı şiirinden.
8- İbda Diyalektiği, Salih Mirzabeyoğlu, syf. 227
9- Fuzuli
10- Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, s.42
Makale: Yılmaz Serbest
Furkan Dergisi 62. Sayı Temmuz - Ağustos 2018