Sağlığımıza ne kadar dikkat ediyoruz? “Sağlık” denince beden sağlığı geliyor değil mi hatıra hemen? Bu soruyu düşünedururken ‘ruh sağlığı’ beliriveriyor. Ya da şöyle sorayım; Yaratıcının en güzel ve en özel eseri olan bizler, ne kadar bakıyoruz aynanın karşısında kendimize? Hiç dikkat ettiniz mi baş parmağınızın iç kısmındaki çizgilere mesela? Nasıl da muazzam bir şekilde duruyorlar değil mi? Sonra elinizin içine bakın, her çizginin detayına, kıvrımına. Yahut da damarlarınızın birbirine nasıl bağlandığına… Muhteşem değil mi? Hakkındaki bilgimiz belki sınırlı ama baktığınızda çok derin bir mevzu olduğunu hissettiğinize inanıyorum.

Vücudumuzda öyle güzel bir sistem vardır ki, inanın her bir hücre görevinden tutun, hastalıklarla savaşmaya kadar, zarar gördüğünde “tamir mekanizması”nı anında devreye koymasına kadar, saniyelerden daha kısa bir sürede gerçekleşip yaşamı devam ettirir ki bunu anlatmak yetersiz kalıyor bu kelimelerle.

Öyle ince bir dengede işler yürüyor ki; akıl sağlıklı bir şekilde aklanmak istiyor bu kadar sistemin arasından bir an önce. “Bağışıklık sistemi” diye tanımladığımız bu sistem insanın aslında özünü korumaya alan, her insana özel farklılık gösteren pelerinsiz kahramanımız diyebiliriz.

İnsan vücudu bu bakımdan iki tane sistemi barındırıyor. Bunlardan biri beyin, diğeri ise bağışıklık sistemimizdir. Bu bağışıklık sistemi genetik materyallerimizde korunup nesilden nesile aktarılan, atalarımızdan kalan kodları dışarıdan herhangi bir zararlı veya yabancı toksine, hastalığa, maddeye karşı savaş açan ve düşmanını alt edene kadar durmadan savaşan, bu savaş tecrübesini saklayıp her yeni durum için farklı cevaplar üretip sistemi koruyan spesifik bir sistemdir. Bağışıklık sistemimizin hafızasını en çok aşılarda kullanıyoruz. Sadece aşılarda değil, hücre ve moleküler düzeylerinde de “hafıza işlemcileri” vardır. Yani yüksek boyutlarda saklama kapasitesine sahiptir. Bu sistem vücudumuzdaki tüm organlarda ve bunlara ilaveten timus, lenf bezi, dalak ve karaciğer gibi yapılarda ve kemik iliğini de kapsayan organlarda bulunmaktadır.

Peki bu bağışıklık sistemi ilk nasıl oluştu?

İlk bağışıklık hücrelerinin en büyük damarımız olan aort damarının içerisinde oluştuğunu söyleyen çalışmalar vardır. Daha sonraki öncüllerinin ise karaciğer dokusunda yer aldığını çeşitli çalışmalar bildiriyor bizlere. Fakat burada dikkat çeken bir nokta var ki; bağışıklık sistemi kendinden olmayan her hücreye, maddeye karşı savunma gerçekleştiren bir yapıya sahipken anne karnındaki bebeğin vücudundaki hücrelerinin nasıl kendiliğinden olduğu ve anne karnında 9 ay boyunca gelişim periyodunda henüz “bağışıklık sistemi”nin gelişmiş düzeyde olup olmadığıdır.

Bebekte bağışıklık sistemi ile ilgili hücreler ve sıvı birkaç mekanizma anneden aktarılır. Bu sayede bebek kendi bağışıklık sistemi gelişinceye kadar korunur. İmmün sistem dediğimiz bu bağışıklık sistemindeki koruyucu mekanizmalarının gelişimi 3 yaşını bulur. Anne sütü, bebeğin immün sisteminin oluşum aşamalarına kadar yardımcı olan en büyük ana etkendir. Bu sistemin tam olgunlaşma devresi ise 6-7 yaşlarıdır ve ömür boyu süregelen bir sisteme dönüşür. Peki bu sistemde hiç rahatsızlığa, hataya rastlanmaz mı?

Elbette olabilir, fakat bu süregelen hatalar değil, birkaç statik hatadan ibarettir. Immün sistem hatalarında kendi koruyucu hücrelerine zarar verip, oto-immün hastalıklara neden olurlar. Immün sistem hataları tekrarlamaz fakat genetik bir yatkınlık varsa çevre şartlarının etkisiyle hastalıkların ortaya çıkma riski yükselir. Bağışıklık sistemi hatalarında, hatta her bir hastalığın altında yatan nedenler ayrı ayrıdır. Bu durumda, ‘şu yenirse şöyle olur, bu yenirse sistem bozulur?’ şeklinde uyarılar, haberler, programlar ne anlama geliyor?

Bağışıklık Sistemine Tehditler

Bir “temel bilimci” olma yolunda adım atarken edindiğimiz bilgilerden yola çıkarak yorumlarsak, sistemi doğrudan etkileyen herhangi bir etken madde yoktur. Bağışıklık sisteminin olgunlaşmasının küçük yaşlarda başladığını dile getirdik. Dolayısıyla erken yaşlarda bu sistemi düzenleyen etkenlerden biri de uykudur. Uyku esnasında büyüme hormonları salgılanır ve buna ilaveten vücudumuzdaki hormanal sıvılar bağışıklık sisteminin düzenleyicileri ve destekleyicileri rolünü üstlenirler. Bu yaşlarda geçirilen infeksiyon hastalıklar (bağışıklık sisteminin verdiği stres) veya stres  dediğimizde akla gelen psikolojik anlamda stres değil, aynı zamanda hastalıkların ve vücudun belirli maddelere ve enfeksiyonlara karşı verdiği cevap süreci diye düşünmeliyiz. Beslenme bozuklukları gibi etkenlerin de bağışıklık sistemini etkileyen unsurlardan olduğunu söyleyebiliriz. Genetik kodda herhangi bir bozukluk yok ise, bu stres şartları zamanla düzenlenebilir fakat bozukluk varsa ve olumsuz çevre şartlar ile bir araya gelirse sistemi direkt olumsuz yönde etkiler.

Buradan yola çıkarak edinebileceğimiz sonuç, yediğimiz yiyecekler veya tükettiğimiz maddelerin direkt olumlu veya olumsuz sonuçlar verir gibi bir his veya kanaate götürmeyeceğini söyleyebiliriz. Bağışıklık sisteminde mikrobun hangi yollarla vücuda enfekte edildiği de önemli noktalardan bir tanesidir. Bu mikroorganizmaların hangi yollarla vücuda girdiği, bağışıklık sisteminin vereceği cevabı da çeşitlendirir. Çok sayıda farklı sinyal yollarına sahip olan bağışıklık sisteminin gücü ölçülebilir, kontrol edilebilir bir düzeye indirgenemiyor. Dolayısıyla bilim insanları dahi bu konuda ihtimal düzeyi ile en detaylı araştırmalarla uğraşırken, diğer insanların bu konuda yetersiz veya dayanaksız kurmaca düşüncelere kapılmasına, bazı insanların da sağlık sahasını birer ticaret sahasına dönüştürmeye çabalamaları bu kapıyı açık hale getirmektedir.

Bağışıklık sistemini güçlendirdiği iddia edilen besinler kimi zaman hastalığın seyrini olumsuz şekilde etkiliyor. Örneğin; böbrek hastası bir kişi, komşusuna iyi gelen bir otu içip, bilmeden karaciğer dokusuna da zarar verip, böbrek hastalığının üzerine bir de karaciğer hastalığı ile baş başa kalabiliyor. Haliyle bu da böbrek nakli gereken muhtemel bir hastayı, organ naklinden alıkoyabiliyor. Sağlık alanında böyle vakalar ne yazık ki sayılamaz durumlarda. Bu gibi durumlarla karşılaşmamak için muhakkak ne kadar iyi ve çözüm getiren bir etken olsa da, doktorlarımıza danışmadan kullanıcı olma eğilimini göstermemeliyiz. Evet, belki iyi geliyor ama hangi şartlarda? Bağışıklık sisteminin hafızasına mı, güçlenmesine mi, yeni bir yanıt oluşturmasına mı yarıyor? Sorgulayarak ve danışarak hareket etmek en doğrusu olacaktır bizler için.

İnsanız... Ve insan umutsuzluğa, çaresizliğe, soruna yanıt aramak çare bulmak için araştırır ve sorgular. Bu tip durumlarda insan bir çare bulmak için çevreden gelen her uyarıya açık ve savunmasız kalır. Her yolu çare adı altında deneyebilir. Bu durum çaresizliğin sömürülmesiyle sağlığı ne yazık ki ticaret mallarının yığıldığı bir para ve çıkar bataklığına çevirebilir ki günümüzün çaresi, çaresizliğin sömürü vasıtası haline geldiği bir yüzyılın hikayesidir. Bu tip umut satıcılarına para kazandırma yolunda birer köle haline geldi, alıştırıldı toplumlar. Yıllarca ve hâlâ bir laboratuvar deneği gibi toplum ve fert olarak insanlar üzerinde ilaçlar, niteliği ve etken maddelerinin ne olduğu bilinmeyen, piyasaya el altından satılan yüzbinlerce maddenin denenmesinden, virulans (bir mikrobun hastalığa sebep olan kapasitesi) düşüncelerden, yapılardan, kişilerden, kurumlardan bahsediyoruz. Böyle kişilerin deneylerinin kurbanı olmamaya dikkat etmeli; okuyup, araştırıp ne kadar bilsek de “bir bilene danış” felsefesini, işin ehline sormayı daima akılda tutmalıyız.

Bağışıklık sistemi için önem arz eden bir diğer etmen de oksijendir. Günümüzün yaşam standartları her ne kadar kolaylaşsa da yaşadığımız ortam, yani şehirlerin üzerinde yükseldiği zemini sağlık için de tehdit olarak görmemiz pek yanlış sayılmaz.

Bağışıklık sistemi hastalıklarından örnek vermek gerekirse, damar sertliği hastalığı, oksijensiz veya oksijeni az olan ortamlarda kötü yağ çeşitlerinin hücre içerisine yanlış şekilde alınıp depolanmasına sebep olur. Böylece damarların çeperlerinde iltihaplanmayla beraber hastalık seyri başlar. Bunu önlemek anlamında oksijeni bol ortamlarda elimizden geldiğince bulunmalıyız. Böylece daha az mikrop ve bakteri ile vücudun karşılaşması hem de bağışıklık sisteminin güçlü kalmasına yardımcı olabiliriz.

DSÖ, en yaygın yapay tatlandırıcıyı ‘kanserojen’ ilan edecek DSÖ, en yaygın yapay tatlandırıcıyı ‘kanserojen’ ilan edecek

Yine sözünü ettiğimiz uyku, başlıca korumaya yardımcı ana etkenlerden biridir. Çünkü uyku esnasında salgılanan serotonin hormunu T lenfositler olan savunma hücrelerimizin işlerini daha iyi yapmasına ve yanıt oluşturmasına yardımcı olan hormon çeşitlerinden birisidir. Nasıl ki yokuş aşağı bir arabanın gidişi hızlı oluyorsa, serotonin hormonun enfeksiyonlara karşı yanıt vermesi de o derece hızlı gerçekleşiyor diyebiliriz.

Vitamin yönünden D vitamini de immun sisteme çok faydalı olan bir diğer etmendir. Konumuza stres ile başladığımıza göre büyük bir öneme sahip olduğunu tekrar belirtmekte fayda var. Çünkü stres durumunda, özellikle psikolojik stresi ele alırsak immün sistem aşırı duyarlı hale gelmekte ve güçlü yanıtlar vermektedir. Stres kaynağı belirli bir süreden sonra ortadan kalktığında geçici süreliğine bir depresyon hali yerini alabilir. Bu da metabolik sistemimizi zayıflatır ve yeniden toparlanma aşamasına sürükler.

Hücrelerin Birbirlerini Hiçe Sayarak Aynılaşması; Kanser

Kainattaki her karmaşa görünen şey bir düzenli hali de yansıtır bizlere. Kaostan düzen oluşturma diyebiliriz kabaca... Tüm biyolojik sistemler de bu karmaşıklığın birer aynasıdır. Bağışıklık sistemi de bu karmaşanın canlılar alemindeki yerini alır. Biyolojik yaşamlar ve bağışıklık sistemi birbiri içerisinde karşı karşıya gelen, yeri geldiğinde birinin üstünlük sağladığı, yeri geldiğinde diğerinin karşı çıktığı, bütünlüğün içerisinde zıtlaşarak dengeyi sağlamaya çalışan birbirlerine aykırı sistemlerdir aslında. Fakat biri aşırıya kaçıp dengeyi bozduğunda ortaya kanser dediğimiz, kontrolsüz hücre çoğalması belirir. Bağışıklık sisteminin bunu idrak etmesi ne yazık ki çok geç olur. Çünkü kanser hücreleri vücudumuzun normal-düzenli-sağlıklı hücreleriymiş gibi davranıp, tüm koruyucu sistemi alt etmesi sonucu bu sistemi kapı dışarı bırakmasına sebebiyet verir. Ne kadar kandırırsa o kadar hızlı ve kötü bir yayılma gösterir(metastaz). Alt edemediğinde ise immün sistemin kurbanı olur. Fakat bağışıklık sistemimizin sürekli değişim gösteren ve çoğalan bu hücreleri tanıyıp başa çıkma ihtimali ne yazık ki kolay değildir. Bundan dolayı kanser konusu bir olaya bağlı değil birçok sebep ve niteliklere bağlı olduğundan iki ana temel soruna dönüşmüş bulunmaktadır. Çünkü çift taraflı bir hayatta kalma savaşıdır bu. İlk olarak akla gelen soru şu: Nasıl olur da bir hücre tüm savunma mekanizmasını alt edip kendini normal somatik hücre (vücut hücresi) şeklinde kamufle edip çoğalabilir. Hatta bazen immün sistemi tamamen susturabilme imkanı yakalayabilir? Diğer taraftan ise tüm bu olaylar yaşanırken bağışıklık sistemi neden cevap üretemez? Bu sorulara yanıt vermek oldukça güç ve hala literatürde tam bir yanıt, tamamen çözümü bulunabilmiş değildir. Kanser hücresi sürekli mutasyon yani değişim göstererek aynı zamanda da çoğalarak bu düzeni alt etmekte başarılı oluyor. Basit bir matematik sorusu için bile iki dakikada cevap bulduğumuz şu zaman diliminde bu immün sistem sürekli değişen ve çoğalan hücrelerin her birine aynı anda nasıl cevap versin? Bu biraz da şuna benziyor. Sürekli genişleyen ve büyüyen evreni bir kavanoza sığdırmak? Bu soruların yanıtlarını, insan türü yaşadıkça aramaya çalışacağız gibi duruyor.

Kansere Çare Var mı?

Bu sorunun cevabı netlik kazanamaz. Çünkü her şey değişim gösteriyor. Genlerimiz, yaşam şartlarımız, tükettiğimiz besinler, hastalık çeşitleri, mikrop türleri vs... Her şey değişim içerisindeyken kanser hücreleri de, dolayısıyla kanser hastalığı da değişim halinde. Haliyle her yeni tür, bir başka kanser türüne sebebiyet veriyor. Bir tür bir başkasını tetikliyor veya değişimine sebep oluyor. Bunca fonksiyonel değişim gözlemlenirken kanseri bir yanıta indirgemek yanlış olur. Bir yıl önceki tanı konulan kanser hücre profili bir sonraki sene çok farklı şekle dönüşebiliyor. Bizler değişirken onlar değişmez mi? Elbette ki değişim söz konusudur. O da bir canlı değil mi? Yaşama bizler ne kadar muhtaç isek kanser hücreleri de yaşama savaşı verir. Adaptasyon dediğimiz hali her canlı yaşıyorken kanser de bulunduğu ortama ayak uydurmak için dengesini korumak. Bütünlüğümüz, çeşitliliklerimizde, parça durumlarımızda gösterirken karmaşa ve kaos gibi gözüken bu sistemin denge halinde olmasıyla yaşam sürüyor. Karmaşıklıktan ibaret olduğu algılanan bir düzen. Ama kanser demek ayna işlevi görmek, aynılaşmak, benzerlik demektir. Bizim yaşamımızı oluşturan bu karmaşıklık sistemini tek düzeye indirgeyerek, çomak sokma tabiriyle bizlere savaş açması için sürekli değişiklikler geçirmesi tabiatında (tabiatımızda) var. Bu yüzden de kanser ile savaşımız bitmeyecek diyebiliriz.

Türkiye'de immünoloji alanında çalışmalara değer verilse de yeterli gelmiyor. Daha çok bütçeler, araştırmalar, ehil kişiler yetiştirilip, bu alana ağırlık verilmelidir. Çünkü bu sistem, organ naklinden, alerjilere, oto-immün hastalıklardan, toplumun genetik yatkınlığına kadar çok çeşitli alanlara dokunuyor. Tıp fakültelerinde bile üzerinde yeteri kadar durulmazken ve yetkili bilim insanı azlığı sebebiyle bu alan haksız yere öksüz kalıyor. Temel bilim olarak da ülkemizde çok geç olarak kabul gören bu alanın önemle desteklenmesi gerekmez mi? Ne zaman sağlığımıza dikkat edeceğiz; kanser olduğumuzu öğrendiğimizde mi? Ya da kendimize yabancılaştırırız, yakıştıramayız hastalığı, kanseri lakin sen değil de bir gün çocuğunun saçlarını aynaya bakarak kestiğin o anda mı nedenini soracağız? Sağlık değeri bilinmeyen bir nimettir, tıpkı zaman gibi. O yüzden aynaya, aynalara bakın, bir gün aynılaşmış hücrelere dönüşmemek için…

Zeynep Salgın

Aylık Dergisi 175. Sayı Nisan 2019