Geçtiğimiz yıl Temmuz ayında kaybettim onu. Bir gece vakti almıştım kötü haberi. Yaşlıydı zaten. Epey de hasta. En fazla beni severdi mübarek. Severdi ama. Sevmişti değil. Hayatının son yıllarında çok nadir görüşmeye başlamıştık. E onun da sıcacık koynunda yatıracağı yeni ufacık torunları olmuştu. Bense eşek kadar adamdım. Hala babaannemden harçlık alacak halim yoktu ya. Şaka şaka. Kadın valla yatağa düşüp, aklını yitirinceye kadar harçlıksız bırakmadı beni. Ben de utanmadan aldım. Çekinmedim de hiç. Yalnız şu var ki o çay içeyim diye verirdi. Ama ben kitap alırdım. Şimdi bakıyorum da iyi ki öyle yapmışım. Babaannem bir nevi kütüphanemde yaşamaya devam ediyor.
Hayatımın en tatlı zamanları tabiî ki çocukluk dönemim. Tadı damağımda kalan hazlar, zihnimden silinmeyen anılar hep o zamanlardan kalma. Ama hemen beklentiyi yükseltmeyin. Anlatacaklarım öyle çok “ekşınlı” şeyler değil. Hatta hiç değil. Şöyle birkaç tane didaktik hikâyemsi hadiseler.
Küçüktüm. Okula gitmezden evvel. Babamın ilk çocuğu. Babaannemin yavrusunun yavrusu. Bir diğer deyişle kuzusunun kuzusuydum. Bunu yazarken yanağımda bir şapırtı hissettim şu an. Çünkü babaannem ne zaman bu kelimelerle sevse, yanağımdan bol sulu bir dudakla öperdi beni. Yaşlı kokusu dolardı burun deliklerime. Topraklaşmaya yüz tutmuş, cılız bedenden tüten o safavet kokusu.
Hercai bir velettim. Kaçta yatarsam yatayım gece, kalkış saatim hep aynıydı. Sonra? Sonra televizyon. Sonra Bugs Banny, Tom ve Jerry. Sonra? Sonra ensede patlayan sünger terlik. Uyku sersemliğinde beni zılgıtlayan ev sakinleri. Öğle olunca Karate Kit. Başımda ve kolumda siyah kuşak. Görünmeyen düşmanlar hedefimde. Hayaaa hiyuuu!!! Sonra? Sonra şaplak. Sonra karatenin hası. Ringte annem ve oğlu…
Kadıncağız bazen köye gönderirdi beni. Biraz da babaannem uğraşsın diye. Sevmeyi biliyordu ne de olsa, bakmayı da bilirdi. İki evimiz vardı köyde. Birinde amcamlar yaşardı. Diğerinde dedem ve babaannem. Dedemin bacağı kanserdi. Onun için zaten yavaş olan hayat iyice yavaşlamıştı. Cemaate de gidemiyordu ki namaz arkadaşlarıyla cami avlusunda otursun, şöyle bir “cuara” tellendirsin. Evdeydi. Ben gidince biraz renk gelirdi yüzüne. Çünkü ben gidince evde sövebileceği biri oluyordu. “Höööyt” diye baston sallayacağı…
İyiydik ya dedemle. Kafamız uyuşurdu. Çok ciddi teolojik ve felsefi tartışmalarımız olurdu. Ben çocuktum radikal romantik takılırdım oysa realist tavrından ödün vermezdi. Mesela yanımda bir milyonum varsa eğer Mustafa ile gezmemem lazımdı. Paramı bana çaktırmadan söğüşlerdi yoksa. Bense o parayı Mustafa’ya kaptırmayacağım ihtimali üzerinde dururdum. Sonra? Sonra dedemin dudaklarında patlayan kocaman bir; “deyyuuus!!!” Sonra? Sonra ahiret kanalından girerek zaten bir ayağı harbiden çukurda olan dedemi ürkütmeye çalışırdım. Küfrünün hesabını bana değil de Allah’a vereceğini söylerdim. Hemen yumuşardı. Metafizik konular kaşırdı mübareği. O meseleyi nasıl anlamam gerektiğini izah etmeye çalışırdı. Tabiî neticede bu yaptığının günah olmadığına fetva vermek suretiyle uzun monoloğunu itmam eylerdi.
Ben, babaannem ve dedem… “Mahşerin üç köylüsü”… Bazı rutinlerimiz vardı bizim. Mesela yatsı namazından sonra çay ve yumurta partisi yapardık. Babaannem bir demlik çay demler yanında üç tane yumurta haşlardı. İkisi bana biri dedeme. İkimiz de çok severdik. Hatta dedem harbi harbi kıskanırdı. Ondan fazla yiyorum diye. Ama bana çay yoktu. Çocuktum çünkü. Bana şerbet. Yani şekerli su. Boğazımda düğümlenen yumurta sarısı hemen akabinde imdadıma koşan şerbet… Sonra buz gibi yorganın altında babaannemin sıcaklığında ısınmaya çalışmak… Unutamam hala.
Ha bir de dedemle sinema akşamları yapardık. 33 ekrandan bile küçük, renkli ama renkleri akmış bir televizyonu vardı. Akşam yemeğini sekizde yerdik. Dedem bacağını rahat uzatsın diye. O bacak uzandı mı? Hah işte tam o anda ben koşardım televizyonun yanına (elbette kumandası yoktu) film arardım. Arardım demeyeyim ya. Üç kanal vardı zaten. Hemen açardım Kanal 7’yi. Surdan sura atlayan, düşmanların korkulu cengâveri Cüneyt Arkın’ı izleyerek sevmediğim ne kadar yemek varsa onları yerdik. Bamya, taze fasulye, ayran çorbası ve daha neler neler…
Biraz da babaannemden bahsedelim. Hayatımda şifahi olarak bana en fazla şey öğreten insandır. Babamdan, annemden öğrenmediğim kadar şey öğrenmişimdir. Sübhaneke, ettehıyyatü başta olmak üzere bir sürü dua, sure, akide… Bunun yanı sıra zaten konuşması ve kullandığı kelimeler ile benim dağarcığımı epey genişletmiş. Ama ne yazık ki bunun farkına çok geç vardım.
Babaannem tipik bir köylü kadınıydı. Görseniz pek seveceğinizi sanmıyorum. Ama benim babamın annesiydi o, onu sevmemeyi düşünemezdim bile. Haliyle konuştuğu dil iyiden iyiye şiveliydi. Burada örnek vermek istemiyorum. Çünkü şive çok başka bir şey. Bizzat o şiveyi kullanan canlı bir örnek bulmak lazım. Ama yolunuz düşer de İznik, Yenişehir, İnegöl vs civarına giderseniz, bir de köylü görürseniz kulağınızı verin, dinleyin. Şöyle pek itici olmayan, hatta kısmen komik bir konuşma duyacaksınız. Afyon şivesini biliyorsanız ona yakın bir şive olduğunu söyleyebilirim.
Babaannem de böyle bir dile sahipti. Küçükken hiç dikkat etmemiştim. Çünkü ben de öyle konuşuyordum. Fakat ne zamanki okula başladım da, alfabeyi söktüm, bana bir şeyler oldu. Babaannemin konuşmalarını komik bulmaya, kullandığı kelimelerle alay etmeye başladım. Öyle zevkliydi ki. Ben biliyordum ama koskocaman babaannem bilmiyordu. Yerlere yatıp, karnım ağrıyıncaya kadar güldüğümü biliyorum. Acayipti.
Çok değil birkaç yıl evvel. Aklıma geldi bir anda. Babaannemin o garip kelimeleri nereden geliyor diye düşündüm. Acaba aslı nedir, hangi kelimenin bozuk halidir diye merak ettim. Ne de olsa “gel buraya” kelimesinin içinden geçip “ge bre”ye çeviren Bursa köylüleri görmüştüm. Bunun gibi bir şey sanmıştım. Ama bir de baktım ki ne göreyim! Has mı has halk dili. Katıksız doğru telaffuz. Pek çok sözlük üşenmeden yer vermiş bu kelimelere. Yok ya dedim, böyle “bagas” bir iş olmaz. Ama olmuş. “Enim gunum” adamlar birileri merak ederler diye almışlar ve kullanmışlar.
Mesela “nerdek” kelimesi… Domatesten yapılan salçaya derdi babaannem. İt gibi sokaklarda koşturup, yorulduktan sonra, eve geldiğimde “nerdekli ekmek” vereyim sana derdi. Alay ederdim. “Nerdek değil, salça babaanne salça” diye. Doğru-yanlış diye bir şey demezdi. Ama nerdekten de dönmezdi. Yıllar sonra anladım ki haklıymış. Meğer babaannem Türkçe’yi korumak adına İtalyanca kökenli olan salçayı kavram dünyasına almıyormuş. Tabiî ki şaka. Birileri gerçekten böyle düşündüğümü düşünecek diye ödüm patladı. Kadıncağız nerdeği biliyor, salçayı ne bilsin… Bilmesin de zaten. Ve daha böyle nice kelime ve bu kelimelerle ilgili olayımız var babaannemle.
Mesela bunlardan birisi; babaannemin bisiklete defalarca velesbit dediğini duymuşumdur. Ve garipsemişimdir. Okulda da doğrusunu öğrenmişim ya. Bisiklet. Eminim bu. Bir gün sırf eğlenmek için yanına gittim. Velesbit dedirtip muzırca kahkaha atacaktım. Heyecanlı heyecanlı vardım yanına. Soruyu nasıl sorsam? Bilemedim. Bisikletim de yoktu ki, gösterip “bunun adı nedir” diye soraydım. Çabucak şöyle dedim “babaanne sen bisiklete ne dersin” cevabı şu oldu “bisiklete bisiklet derim yavrum.” “Hayır, babaanne, başka bir şey, bir şey diyordun ya hani.” “Bisiklet derim oğlum, ne diyeceğim başka?” Öyleydi ya bisiklete, bisiklet denir. Ne denir başka? Amacıma ulaşamamıştım.
Bir başka gün sabah erkenden kalkmıştım. Horozların inlettiği köy sokakları beni bekliyordu. Hemen dışarı çıkacaktım. O gün babaannem fırını yakmış ekmek pişiriyor. Peşin tembihledi “öğlen yemeğine gel, pasta yapacağım, geç kalma, yoksa biter yiyemezsin.” Ooo pasta mı? Koşarak gelirim babaanneciğim. Sen yeter ki bana şekerli, çikolatalı şeyler de. Gerekirse kuş vurmam, uçurtma uçurmam. Zaten vuramadığım kuşlar ve uçuramadığım uçurtmalar beni bekler ne de olsa. Öğle oldu. İmamın ezan okuduğunu duyar duymaz koştum eve. Oturdum sofraya. Mis gibi yemeğimi yedim. Dedem, amcam, babaannem ve ben. Yemek bitti. Avuçlarım kaşınıyor. Pasta gelecek çünkü. Bekledim. Ses seda yok kimseden. Çaylar da geldi. Şimdi de pasta! Ama yok. Pasta gelmiyor. “Babaanne pasta yapacaktın, nerede, yoksa yediniz mi?” Sofrada bir çurçuruna. Yine faka basmıştım. Amcam aldı sözü; “yediğin neydi az önce?” “Neydi?” “İşte bu.” Amcam bildiğin ekmeği gösterip, alay ediyordu benle. “Bu mu pasta?” dedim. Babaannem Allah’tan “biz pasta buna deriz yavrum” demişti de jeton düşmüştü bende. Yoksa amcamla sıkı bir tartışmaya girişecektim. E bilmem kaçıncı Elizabeth demiş ya hani “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diye babaannem de o hesap ekmek yapacak malzemeyi bulamamış garibim daha düşük maliyetli, az malzemeli pasta yapıvermiş öğle yemeğine. Saygı duydum. Ne de olsa mektepliydim. Böyle cahillikleri görmezden gelebilirdim. Ama pasta ona denmezdi. Bilirdim.
Senden ne kadar çok şey öğrenmişim babaanne. Keşke yine yaşıyor olsan da “sündürmede” unuttuğun “şiptikleri” getirsem sana. Boyumun “güdük” kaldığından yakınsan. Önce masal anlatsan sonra “gerçekten olmuş mu böyle bir şey” dediğimde de “engas yavrum engas” desen. Olur, olmadık şeylere inanmamam gerektiğini öğretsen. Karnım zil çalsa yine bana “nerdekli” ekmek yapsan. Hunharca karnımı doyursam. Yumurta haşlasan hem de iki tane, yanına şerbet yapsan bol şekerli şöööyle homur homur yesem. Duyuyorsan beni şimdi, özledim seni bil. Dedemi de özledim. Yine gelin buraya. Hiç olmazsa rüyalarıma. Yumurta-çay partileri yapalım. Yemek yerken Cüneyt Arkın izleyelim. Hem ben artık kocaman oldum. Her yemeği yiyebiliyorum. Ağzıma alamadığım taze fasulyeleri, bamyaları, karnabaharları, lahanaları lezzetle yiyebiliyorum. Hem okulum da bitiyor, tatil geliyor. Yine köye gelirim. Dedem kovanlardan bal toplarken biz arılar ısırmasın diye uzaktan izleriz dedemi. Sen o arada bana birkaç tane dua ezberletirsin. Bilirsin ezberim kuvvetlidir. Gece yatarken kulağıma iki kere okudun mu sabaha kadar melekler ezberletir bana zaten. Söz Mustafa’yla gezmem. Ama gelin. Sözünüzü dinleyeceğim, söz. Erkek adam sözü…
İbrahim Türkan, Aylık Dergisi 177. Sayı Haziran 2019