Muhabir, yıkıntılar arasındaki en fazla on yaşında olabilecek Gazzeli küçük bir çocuğa ne hissettiğini soruyor. Zeytin gözlü o güzel çocuğun cevabı hepimiz için bir tokat hükmünde: “Hislerim… Sana nasıl anlatsam ki? Düşün ki bu sene içinde öleceksin… Bir yandan savaş, bir yandan yıkım, bir yandan korku… Bize göre en kötü yılımızı yaşıyoruz. Yani böyle bir ortamda hislerin ne olabilir ki? Düşünün derin bir uykuda uyuyorsunuz ve uyandığınızda bir bakıyorsunuz ki atılan bir füze ile akrabaların, arkadaşların veya başka insanlar şehit olmuş. Böyle bir durumda hislerinin nasıl olmasını beklersin?”

Hepimizi etkiliyor böyle sözler… Ama yazık ki her gün biraz daha az… İnsanlık tarihinde benzeri olmayan bu zulme yazık ki yavaş yavaş alışıyoruz. Olan biteni, siyonist İsrail’in canavarlığını, dünyadaki işbirlikçilerinin hainliğini yavaş yavaş kanıksıyoruz. Kendi rutinimize dönme, gözler önündeki bu acılardan, bu vahşet görüntülerinden kaçmak istiyoruz. Bunu sessizce, zamana yayarak, kendimize bile sezdirmeden yapıyoruz. Olabildiğince fazla saatimizi, dakikamızı bu sıcak gündemden çekip alarak, vaktimizi kendi hayatımızın serin bölgelerinde geçirmek istiyoruz. Aynalara bakmadan, kendimizi sorgu suale çekmeden, bu firari hallerimizle yüzleşmeden…

Gazze ile ilgili yayınlara ilgi giderek düşüyor, herhangi bir farklı gündem, mesela futbol, belki her zamankinden daha da fazla ilgi görüyor. Neden? Çünkü yorulduk kendi çaresizliğimizden ve bununla her gün, her an yüzleşerek yaşayabilecek kadar güçlü değiliz. Sessizce ve mümkün olan her dakika çekiliyoruz cepheden, tamamen değil ama utanılacak kadar çok terk ediyoruz Gazze saflarını.

Gazze ile ilgili haberler hep gözümüzün önünde ama gözlerimiz hep başka yerlere kaçıyor, başka mevzulara takılıyor, kendimizi sair herhangi bir şeyi, başka zaman belki yüzüne bakmayacağımız meseleleri konuşurken buluyoruz sık sık. İçimizde buna itiraz eden bir ses var ama kolumuzu kanadımızı kıran yorgunluk hissi o sesten daha güçlü…

Gazze ile ilgili yazıların okunurluğu, sair zamanda yazılan farklı konulardaki yazılara göre neredeyse üçte iki oranında daha az okunuyor. Hassasiyetler mi törpüleniyor, yoksa kendi yenilmişliğinden mi bezgin insanlar?

Eylemler, protestolar, sosyal medya hareketleri de azaldı, en azından bizim toplumumuzda böyle bu! Zulüm takvimi 300. gününe doğru adım adım ilerliyor, ne İsrail’in zulmü azaldı ne Gazze’nin acıları dindi. Katliam, soykırım, zulüm bütün yakıcılığıyla sürüyor; ateş silahları, bombalar, açlık, susuzluk Gazzeli kardeşlerimizin canlarını almaya devam ediyor. Ve biz artık olan bitene bakamıyor, ilgi gösteremiyor, çaresizliğimizle yüzleşemiyor, her fırsatta kendi beş para etmez rutinlerimize kaçıyoruz.

Bunun adı cepheyi terk etmek!

İnsanın tabiatında bu var, evet! Zihinsel yorgunluk normal! Ama bu yorgunluğa yenilmek hiç normal değil! Zaten yapabildiğimiz, yapmaya güç yetirebildiğimiz tek şey Gazze’nin acılarını canlı tutmak, dünyaya duyurmak ve Siyonist/terörist İsrail’in insanlık suçlarını ifşa etmek… Bunu yapmaktan da mı aciz kalacağız? Yapamayız! Yapmamalıyız! Her anımızı Gazzeli kılmak, bunu kendi acımız bilerek -ki öyle- yaşamak mecburiyetindeyiz. Buna Gazze’den çok bizim ihtiyacımız var! Belki farkında değiliz ama bu firari haller, sadece iki omzumuzdaki melekler tarafından değil, kendi kalplerimizce de kayda geçiriliyor. Kendi kalplerimizce de mahkum ediliyoruz. Farkında olmadan kendine kızgın, kendine kırgın insanlar oluyoruz. Rabbimiz bizi affeder mi bilemiyorum; ama kalplerimiz bunu hep yüzümüze vuracak, bunu biliyorum. Bir ömür tamir edemeyeceğimiz bir hata bu!

Gazze’yi unutmayalım, elimizden gelen şeyleri şimdi daha da canlı biçimde yapmaya devam edelim. Cepheleri terk etmeyelim, siperlerden ayrılmayalım, kalplerimizle aramızı bozmayalım!

Direniş ekseni ve demokrasi palavrası! Direniş ekseni ve demokrasi palavrası!

Gökhan Özcan, Yeni Şafak