Türkiye ve dünya nefesini tutmuş, bu yılın 14 Mayıs tarihinde yapılması planlanan genel seçimleri bekliyor. Dost ve düşman herkes bu seçimin ne kadar önemli olduğunun farkında… En ciddî şekilde farkında olması gereken kişi olan Başkan Tayyip Erdoğan’ın bu seçime ne gözle baktığını, “tarihî bir yol ayrımı” ifadesinden anlıyoruz. Eğer bir devlet tarihî bir yol ayrımıyla karşılaşmışsa bunun ne anlama geldiğini görmek için arif olmaya gerek yok; karşıda seçilmesi gereken iki yol vardır ve bunların biri yıkıma diğeri ise kurtuluşa gider. Bu sözlerle Erdoğan, Türkiye’nin muhalefeti tercih etmesi halinde var oluşunun tehlikeye düşeceğini işaret etmiş olurken, kendisini de kurtarıcı namzedi olarak ileri sürmüş oluyor. Zaten devletin başı olarak kendisine düşen bu vazifeyi Müslüman halkla beraber biz de defalarca ihtar etmiştik; ucuzcuların “yapamaz” tekerlemesinden uzak durarak ve yapılması gerekeni dile getirip bu yolda destek vererek…

Hiçbir devlet durup dururken tarihî bir yol ayrımıyla karşılaşmaz. Ancak büyük bir saldırı yahut ihtilal durumu buna sebep olabilir. Türkiye’deki durum her ikisini de içine almaktadır. Kökü Osmanlı’nın son dönemlerine kadar dayanan “tarihî bir yol ayrımı” davası, kendini yenileyemeyen Osmanlı Devleti’nin önce meşrutiyet çalkantıları içinde yüzmesi ve en sonunda saltanatın kaldırılıp cumhuriyet rejiminde karar kılınması hengâmesinde ortaya çıkmıştır. Yavaş yavaş meşrutî rejime geçmesi gereken Osmanlı’nın son asrı, hem çok ciddî saldırı altında olduğumuz, hem de büyük dönüşümlerin kendini dayattığı bir dönemdi. II. Mahmut’un bir taraftan ağır düşman saldırılarına ve iç isyanlara göğüs gererken diğer taraftan Yeniçeri ocağını yıkıp yeni ordu kurması ve bazı sathî reformlarla devlete yeniden şekil vermeye davranması, tam bir inkılap çığırına dayanmış Osmanlı’nın doğru yolda yarım aksiyonu olarak kronik hastalıkla hayatına devamından başka işe yaramadı. Adam yokluğundan dolayı meşrutî rejime de geçilemedi ve devletin başıyla bürokrasisi arasında amansız bir kavga var oldu. Bu yüzden çok değerli yıllarını rejim bunalımı içinde geçiren Yüce Devlet, köklü bir transformasyon yapamadığı gibi, mevcudu da koruyamayarak sürekli bir yıkım serüveninin sonunda tarihe gömüldü. Osmanlı başşehri ve sultan esir düşerken, Millî Mücadeleyi yürüten ve kazanan Osmanlı bürokratları cumhuriyette karar kıldılar. 

Anadolu insanı yeni rejimden hiç memnun olmadı çünkü cumhuriyet rejimiyle beraber Anadolu’nun Müslüman kimliği ezildi. Bu yüzden bir asırlık cumhuriyet macerası, halkla devlet arasında sürekli gerilim halinde geçti. Rejimi temsil eden CHP karşısında Demokrat Parti’yi 1950 seçimlerinde iktidara getiren millet, tabiri caizse sandıkta ihtilal yapmıştı ama bundan bir inkılap doğmadı. Halkın yarım devrimini yıkan 1960 Darbesiyle rejimin karşı devrim hareketi başarılı oldu. Buna rağmen Müslüman halkın her seçimde CHP karşısında kim varsa ona iktidar vermesi neticesinde cumhuriyetin 1950 seçimiyle içine düştüğü bunalım şiddetlenerek devam etti. Bir tarafta CHP bünyesinde merkezleşmiş din düşmanı devrimbaz kesim, diğer tarafta ise irili ufaklı sağ partileri destekleyen Anadolu insanı vardı. 70’li yılların ikliminde ortaya çıkan sağcı solcu kamplaşması, iki zıt ideolojinin sebep olduğu bir kutuplaşma gibi görünse de, gerçekte Kemalizm ve türevi olan sol fraksiyonların temsil ettiği din düşmanlığı karşısında Müslüman Anadolu’nun kavgasıdır. Sağ partilerin çoğu zaman Müslüman halkın istek ve umutlarını kullanmak istemesi gerçeği karşısında bu mazlum milletin o partileri CHP karşısında kullanma arzusu da nettir ve milletin ferasetine delildir. Kemalist kesim, 61 anayasasıyla ihdas ettiği üst kurumlar ve askerî vesayet yoluyla kendini muhafaza etmeye çalışarak adı devrimci ama ruhta bir tür gerici statükoyu temsil ederken, sağ partilere destek veren halk yığınları gerici ithamının muhatabı ama gerçekte ihtilalci bir yaklaşımı temsil ediyordu. Maddî sahada bile bu fark net görülebiliyordu. Mesela gerici denen sağcılar yol, köprü, baraj vs. yaparken, Kemalist kesim hem bir şey yapmamakta hem de yapılanlara karşı çıkmaktaydı. 

Tayyip Erdoğan iktidarına kadar belli bir dengede devam eden bu gidiş, bu dönemde Müslüman halkın ihtilalci ruhunun öne geçip Kemalist statükonun her şeyini kaybedeceği bir mecraya girdi. Erdoğan’ın “tarihî bir yol ayrımı” ifadesinde yatan gerçek anlam budur. Gerçekte eğer Erdoğan bunu demek istememiş ise bile budur. 

Öte yandan taraflar arasında kafa karışıklığı ve rollerin değiş tokuşu gibi garip bir manzara ortaya çıktı. Şöyle ki; Kemalizm, Müslüman Anadolu halkını ezip onun inancını iptale kalkışmış ve Kürtleri de bu sebeple ezmişken, bunun merkezi olan CHP daha az Kemalist görünüp Kürtlere özerklik vaadiyle aslında Kemalizm’in ulus devlet esprisini yerle bir edecek bir teşebbüs üzerinde yürüyor. Erdoğan’ın temsil ettiği tarafta ise CHP’de bile olmayan dozda Kemalist hava esiyor; CHP’yi Atatürk’ün yolundan sapmakla itham ediyorlar. Çözüm süreci fiyaskosundan doğan hayal kırıklığından mı bilmem, PKK karşısında askerî operasyonlar yapıp bununla övünen ve geçmişte Kürt halkının durumunu Kemalist kafayla değerlendiren hükümetlerin yaptığından çok farklı davranmayan iktidar, Kürtleri HDP ve CHP’nin kucağına ittiğini göremiyor. Bir tarafta “yüz yıllık cumhuriyeti değiştireceğiz” diyen CHP-HDP ittifakı diğer tarafta ise değiştirtmeyecek olan Erdoğan-MHP-devlet ittifakı… Benzerinin dünyada asla görülemeyeceği orijinal bir Türkiye komedisi bu. Bir asırlık cumhuriyet serüveninde rejim karşıtı tarafta yer alan ve ihtilalci aktörlerden olan Kürtler, eski düşmanlarıyla bir olup Kemalist kesimin nefret ettiği Erdoğan karşısında mevzilenerek Kemalist rejimi yıkmayı hedefliyor. Erdoğan ve müttefikleri ise, rejimin hastalıklı haliyle, hem de artık komple değişmesi zaruretine rağmen devamı için çarpışan taraf durumunda kalıyor; Kemalist iktidar, devrimci muhalefet gibi bir garabet. 

Tabii ki manzara rollerin ters düşmesi gibi görünse de gerçek tam olarak böyle değil. Türkiye’de Erdoğan-MHP-devlet ittifakı zarurî rejim değişikliğinin farkındadır ve dış dünyayı da gözeterek sakin bir geçiş dönemi yürütmeye çalışıyor; benim kanaatim bu. Gene de köklü teşebbüslere girişmeye cesaretleri yok veya bunlar ileri tarihlere bırakılmış durumda. Mesela laiklik ve ulus devlet esprisi devam ederken Türkiye Kürt meselesini nasıl çözecek ve nasıl bölgesel güç olacak belli değil. Bu yüzden muhalefete avantaj sağlıyorlar. CHP ve güya Kürt halkının siyasî önderi olan HDP ise, rejime karşı devrimci görünürken aslında rejim değişikliği zarureti içinde kıvranan Türkiye’yi tıpkı cumhuriyet yanlışı gibi başka bir yanlışa düşürerek bölmek ve bir taraftan Batı karşısında Türkleri güçsüz düşürmek, diğer taraftan da Kürtleri İsrail’in ve emperyalist Batı’nın kucağına atıp Anadolu’nun ve cümle İslam âleminin istikbâlini karartmak amacında. 

Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de rejim bunalımı Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında eskisinden daha şiddetli hale geldi. 90’lı yıllardaki siyasî cinayetler bu cümledendir. 28 Şubat saldırısıyla ayyuka çıkan bunalım nihayet 15 Temmuz saldırısının savuşturulmasıyla zirveyi buldu. Bu noktada rejim değişikliğinin en hayatî zaruret olduğu net olarak anlaşıldı. Bununla beraber Erdoğan ve devlet belki de dış dünya şartları yüzünden kökten değişime gitmeye cesaret edemedi, bilakis mevcudu koruma gibi bir yola başvurarak kendi önünü tıkadı. Her ne kadar yerli silah üretimi, sınır dışı operasyonlar ve Amerikan menfaatlerine ters bir dış siyasetle Türkiye’yi eskisinden daha bağımsız hareket eden bir çizgiye götürseler de bunun tam olarak neyi hedeflediği belli değil. Üstelik eski Kemalist refleksler de sık sık göze çarpıyor. Ülkenin bekası ileri sürülürken asırlarca bu milletin var oluş harcı olan İslam yerine hâlâ Kemalizm’in içi boş bağımsızlık edebiyatı yapılıyor. Bu şekilde nereye kadar gitmeyi amaçladıkları meçhul; bize göre uzun süre gidemeyecekleri belli. Nitekim içine düştükleri bu statükocu görünüm, Kürt halkının Kemalizm ve seküler Kürtçülük arasında daha çok sıkışmasına sebep oldu. Böylece Türkiye’deki gayet radikalleşen siyasî havayı iktidardan daha iyi kullanan CHP ve HDP’nin Müslüman Kürt halkına gerçekten kardeş gözüyle bakıp el uzatan Erdoğan’ı baskıcı, kendilerini ise kurtarıcı olarak gösterebilmesine de fırsat tanıdılar. 

Muhalefetin Erdoğan’dan çalmayı başardığı devrimci görünümü gerçekte sahte devrimciliktir. Bütün uçuk vaatleri, bir şekilde iktidara gelmek ve meşru görünüm altında devlet aygıtını kullanma imkânını yakalamak içindir. Böylece Türkiye aleyhinde her şeyi bu meşru kisveye dayanarak yapabilirler. Sovyet Kızılordusu 1979 yılında Afganistan’ı, o dönem Afganistan’da iktidarı ele geçirmiş olan Komünist hükümetin davetiyle işgale başlamış ve iki milyon Afgan’ın ölümüne, ülkenin de yıkımına sebep olmuştu. Deprem felaketinde gördük ki, Alevi ve Hıristiyan Arapların kalabalık olduğu Hatay’a koşup “burada devlet yok” diye bağıran muhalefet açıkça dış müdahale davetinin provasını yapmıştır ve Allah korusun eline fırsat geçtiğinde ne yapacağını ilan etmiştir. Daha 10 yıl kadar önce Erdoğan “çözüm süreci” dediğinde ona son derece sert muhalefet eden CHP bugün Kürtlere özerklik vermeye hazır olduğunu söylerken, güya Kürtlere önderlik eden HDP ve PKK, bütün tarihiyle Kürtlere düşmanlığı meydanda olan CHP ile el ele vermiş durumda. Bunun anlamı şudur; her iki yapılanma aynı emperyalist devletin kadrosudur ve emredildiğinde bu devleti temelinden dinamitlemek üzere tetikte beklemektedirler.

Daha önce hem kendi yazılarımda hem de dergimizin yayın çizgisi olarak sürekli üstünde durmuştuk, Kemalist rejimin tasfiye edilmesi ve İslamî bir rejime geçilmesi zarurettir. Mesele doktrin olarak Kemalizm’i benimsemek veya karşı olmak tartışmasının ötesindedir. Yaşamak için su içmek gibi bir zarurettir bu. Bir zamanlar su diye içtiği Kemalizm benzininden ciğeri yanan Türkiye, demokrasi hastalığı yüzünden hain bir iktidarın eline düşerse o benzinin üstüne kibrit çakılması an meselesidir. Bunun karşısında ise Erdoğan’ın refah ve kalkınma sayesinde oy alma siyaseti de depremde şehirlerin yerle bir olmasıyla işe yaramaz hale geldi. Varlıkta da yoklukta da bu devleti sadece mazlum ve Müslüman Anadolu ayakta tutmaktadır. Varlıkta da yoklukta da ihanet ve isyana hazır kitleler ise küresel lağımın pisliği içinde terkedilmiş milletin dejenere olmasıyla çığ gibi artıyor. O halde lazım olan, bu milletin ruhuna hizmet ve ruhunu diriltme davasıdır.

Sürekli seçim kazanıp umutları sonraki seçime kadar taşımaktan ibaret bir 20 yılın sonunda gelinen nokta bir seçimle her şeyin alt üst olması demekse, o zaman 20 yıl ya boşa geçmiş ya da nihaî hesaplaşma saati gelmiş demektir. Erdoğan ve devlet bu tehlikeyi sadece seçim kazanmakla bertaraf etmeyi düşünüyor olamaz. Bu seçim veya sonraki seçim, ne fark eder? Demokles’in kılıcı gibi Anadolu kıtası üzerinde sallanan demokrasi palavrası yüzünden nereye kadar gidecekti ki? Nitekim gitmeyeceği, Erdoğan’ın bizzat “tarihî bir yol ayrımı” ifadesiyle iyice somutlaşmıştır. O halde istediğimiz ve beklediğimiz şey, yani Türkiye’nin gerçek bir inkılapla kurtarılması yakındır.

İbrahim Tatlı

Aylık Baran Dergisi 14. Sayı, Nisan 2023.