Daha bir hafta önce, Haliç’te, Salih Mirzabeyoğlu şöyle demişti:
- “Hangi fikirden olursan ol, “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi ol. Yani sizin her biriniz bende, ben de sizin her birinize ait olmak üzere, (bunu kendi aranızdaki ilişkilere de tatbik edebilirsiniz), “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi olunuz. Yani kurusıkı şuna buna bağlılık değil, neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin. Yani lâfı bir yerinden kapıp da, bizzat söylediğin lâfın nereye gittiğini bilmez durumda olunmaması için söylüyorum. İnsan ve toplum meselelerinin hâlli davasında bir küll fikrin olması lâzım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için kendisine göre tekamül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filân, bütün bunlar olmasa, konuşacak lâfı da yok. Böyle bir ortam.”
Bunu anlayan oldu mu? Bizim “aydın” sandığımız vasat henüz anlayamadı. Nereden biliyoruz bunu? Salih Mirzabeyoğlu’nun tam da “böyle bir ortam” diye işaret ettiği durumun tekrar sahneye konulmasından: Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri verildi ve Edebiyat dalında Alev Alatlı ödüle layık görüldü. Alev Alatlı orada bir konuşma yapınca, bu “aydın” zannındaki kesim arasında kıyamet koptu. Onu “yandaş, yalaka” gibi çok derin tahlillerle eleştirdi bu bahsini ettiğimiz “vasat”…
Kimdir Alev Alatlı? Şu kadar eseri olan, bazen Cemil Meriç’in açtığı pencereden dünyayı ve Türkiye’yi değerlendiren, bazen Rusya’nın “entelektüel krizinden” Türkiye’yi okuyan, bazen Kuantum Fiziği’nin açtığı yoldan “kadim gelenekler ve din”in söylediklerini önemseyen ve bu pencereden Türkiye’yi değerlendiren, dolayısıyla, yukarıda kısaca özetlediğimiz ortalama Türk Aydını denen kesimden ayrı bir yerde duran, bir entelektüel-yazar. Son olarak yazdığı “Batıya Yön Veren Metinler” ve “Bize Yön Veren Metinler” ile ciltleri tutan oldukça önemli bir çalışmaya imza attı. Velhasıl, bizim entelektüel vasatımız gibi yan gelip yatmadı, bu yaşına rağmen, karınca gibi çalışmaya devam etti, eser verdi. Sadece bu çabası bile takdire şayan iken, Cumhurbaşkanı’ndan bir ödül aldı, onu da kendi görüşünce bazı haklı gerekçelerle taltif etti diye, (e tabiî “aydın olmanın” son yıllarda en büyük göstergesi olan “Gezi olaylarını” eleştirdi diye), sen misin bu konuşmayı yapan, vurun abalıya hesabı, Alev Alatlı’yı gömme gayretine geldi bizim enteller…
Şahsen Alev Alatlı’yı yıllardır okurum. Onu, durduğu nokta itibariyle takdir ederim, katılmadığım yönlerini eleştiririm, öne sürdüğü görüşleri önemserim. Çünkü onun bu ülkenin nitelikli entelektüellerinden biri olduğunu bilirim. Bunu bildiğim için, Cumhurbaşkanlığı ödülünü alması da, onu taltif etmesi de, gözümdeki ve gönlümdeki yerini değiştirmez. Haddi zatında kendisi Amerika’dan, İsrail’den veya diktatörlüğü ile gözlerimizi yaşartan Esed’den değil, Türkiye’de halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’dan almıştır bu ödülü. Şöyledir, böyledir, ama durum net olarak budur. Konuşmasını baştan sona dinledim. Bence altının çizilmesi gereken noktalar şunlar:
- “Ben bir muhacirim. Muhacirim derken, kelimeyi özgün anlamında kullanıyorum. Hicret eden… 1912 Balkan göçü, benim ailemin hemen tüm erkeklerinin yitirildiği malum. Fakat benim sözünü ettiğim hicret, rahmetli Ali Şeriati bağlamında bir hicret, aklî hicretten söz ediyorum. Yollara düştüm, güneşin battığı diyarlardan, doğduğu diyarlara. Aydınlanma kutbundan, merhamet kutbuna hicret etmeye çalışıyorum. Aydınlanma kutbu dediğim burada, yegane tasarısı yasaların harflerinden ibaret olan bir düzen. Merhamet kutbundan kasdım, yasaların ötesinde kadim değerlerin esas olduğu toplumsal düzen. Kendi adıma, ikisinin arasında bir yerlerde, hakikati arayan, bir entelektüel muhacir olarak adlandırmam gerektiğini düşünürüm. (…)
Öte yandan dinden, gelenekten, kadim örf ve adetlerden soyundurulmuş, yegane ölçüsü, nesnel yasaların harfinden ibaret olan toplumlar da, eşref-i mahlukata layık toplumlar olamıyorlar. Avrupa aydınlanması, insanların dinî dogmalardan silkinip, akıl ve mantık yolunda ilerleyeceğini vadetmişti. Olmadı. İnsanı, evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesi misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi. İnsanın araç değil amaç olduğu unutuldu, infaz yasalarına uygun olduğu sürece, ölen çocukların hesabının sorulamadığı bir nizam inşa edildi ve yerleştirildi. (…)
Oligarklar kimler? Oligarklar, başta iktisadi karteller ve onların yanısıra, BM’den Nato’suna, IMF’sinden AB’ne kadar, haklı olma hâli için temyiz edilemez yetkiye sahip kuruluşlar, oligarklar… Oligarkların düzeninde temyize gidecek yeriniz yoktur. O kadar ki neden nefret edip edemeyeceğimizin bile yasalarla saptandığı bir düzene gidiyoruz. Nefret edilesi unsuru ortadan kaldırmak yerine, nefret edeni yasalarla cezalandırmak. (…)
Şimdi ne demek istiyorsun diyeceksiniz, şunu demek istiyorum: Aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıdır. Aslolan helalleşmek olmalıdır. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır çünkü her yasal hak, helal değildir ve olamaz. Suriçi ile Kobani’nin arasına çizgi çekmek birinci dünya savaşı galiplerinin yasal hakkıdır belki, ama helal değildir. Keza, iflas eden kardeşinizin haraç mezaç satışa çıkarılan evini satın almanız, yasal olarak hakkınız olabilir ama helal değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helal değildir. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sümen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ama yaptığı iş helal değildir. Keza, raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kanserojen madde koyan, formülü ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuz, ama helal değildir. (…)
Şimdi buradan şöyle bir öngörüde bulunuyorum. 21. yüzyılın en yaman toplum projesi, helal olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerektir. Kadim değerlerle rabıtası kesilen-zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerini önlemenin yollarını bulmak zorundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız. Tarihin bize öğrettiği bir şey var. İster en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkışmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramışsa, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti ne BM, ne Helsinki Beyannamesi, Ne AİHM mevzuatı, ne de en üstün silahlar kurtarabilir.”
Evet, Alev Alatlı, oligarşik kanun koyucuların karşısında “dünya beşten büyüktür!” diyen Erdoğan’ı ayakta alkışlıyor. Tamam, (artık hangi gerekçe ile yapacaksanız), bunu eleştirin, ama bunu yaparken öne sürdüğü görüşlere de bir dönüp bakın, hiç olmazsa “yandaş, sırdaş, yalaka” seviyesinden kurtulun derim. Bakın, bu sistem çöktü diyor Alatlı, “insanın manevi olanla bağlarını yeniden tesis etmeli” diyor mealen… Sistem bunu temel almalı diyor.
“İnsan ve toplum meselelerinin hâlli davasında küll bir fikrin olması lâzım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için, kendisine göre tekâmül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filân, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.” diyen Salih Mirzabeyoğlu’nu bir daha dinleyin, okuyamıyorsunuz ya, bari dinleyin…
Yani mesele, “Orwell ile Defoe’nun, Soljenitsin ile Alatlı’nın Erdoğan’ı ayakta alkışlamasından” daha önemli. Hayatî, dönüşü olmayan, vazgeçilemez bir varoluş kavgasına var mısınız, yok musunuz; mesele bu…
Baran Dergisi 413. sayısı