İnsan, eşya ve hadiseleri teshir etmek üzere Allah’ın halifesi olarak yaradılmıştır ve her birimiz şu veya bu şekilde varoluş gayemizin tezahürlerini yerine getirmeye memuruz. Bu memuriyet dolayısıyla resimle, müzikle, edebiyatla, kültürle, psikolojiyle, sosyolojiyle uğraşıyor ve istidadımızı açığa çıkarmaya çalışıyoruz. Kimi insanlar, düşünmenin ötesinde istidatlarını yazarlık yoluyla açığa çıkartırlar. Tarihe baktığımızda aydınların, filozofların ve mütefekkirlerin gerçek anlamda ses getiren birçok esere imza attığını görüyoruz. Bu insanlara niçin yazı yazdıkları sorulduğunda, her birinin farklı farklı sebebler öne sürdüklerini görebiliriz. Kimileri para kazanmak ve hayatını idame ettirebilmek için yazdığını söylerken, kimileriyse fikirlerinin nesilden nesile aktarılmasını amaçlamışlar. Kimileri, insanları etkileyip fikirlerinin aksiyona dökülmesine gayret ederken, kimileri de tam tersini düşünmüş ve insanların zihinlerine değişik bakış açılarını kazandırmayı amaçlamıştır. Kimileriyse bu soruya elle tutulup, gözle görülebilen hiçbir sebep göstermeyip, kendilerini yazı yazmaya iten bir güdünün varlığından söz etmişler. Bu gerekçeler ayrıca daha geniş bir şekilde psikoloji ve kültür bakmından incelenmelidir. Hatta belki de düşünce ve olay yazıları olmak üzere iki başlık altında kategorize edilip, yazı yazmanın gerekçeleri bu alt başlıklarda ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Şimdilik bunun yerine ismine sıkça denk geldiğimiz büyük yazarlardan bazılarının, “niçin yazı yazıyorsun?” sorusuna verdikleri cevabları, kendi cümlelerine bakarak anlamaya çalışalım.
İlk olarak Türk Edebiyatı’nda önemli bir yeri olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanının yazarı Peyami Safa’ya bir bakalım. Kendisi, 2 yaşında babasını kaybetmiş ve hayatı maddî sıkıntılar içinde geçmiştir. Eserlerini para kazanmak ve hayatını devam ettirebilmek için kaleme aldığını söyler.
Sait Faik Abasıyanık ise kendisini yazmaya iten güdüden bahseder. “Haritada Bir Nokta” isimli hikâye türündeki eserinde, onu yazmaya iten sebebi görebiliriz; “İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Bense, orada kafamı kuma sokmuş devekuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen “müsrif çocuk” ruhuyla seyrediyordum. Niyetim yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, iyiliği, safveti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu değil, kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyet, şöhretler düşünmeden ‘ve düşünürsem Allah canımı alsın!’ düşüncesiyle yeniden bulabilirsem, kalemsiz kâğıtsız dağlara fırlayacak balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım.
Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi. Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Tarık Buğra ise, yazmak işinin “sürüden ayrılmak” olduğunu söyler. Yazmaya soyunan kişi, az-çok kalabalıklardan farklı olduğunu hisseden insandır, onun farklılığına toplumun ihtiyacı vardır. Öyleyse yazar, taşıdığı değerin ayrıcalığına varmalı ve kendisini sıradanlaştıracak tavır ve tutumlardan uzak durmalıdır. Toplum da yazara gereken önemi vermelidir. Tarık Buğra, verdiği bir mülâkatta bu fikirlerini şöyle izah eder; “Bir ödül için kendisini satan adam değil yazar, hatta insan bile olamaz. İnsan olunmadan da yazar olunmaz. Bağımsızlık lâzım. Sıradan insan değildir yazar. Bunu politikacılar kabul etmez, fıkra yazarları kabul etmez, eleştirmeciler de kabul etmezler bunu... Ama gerçek yazar, sıradan bir insan değildir. Ona ihtiyacı vardır toplumun. Bu ihtiyacı duyan toplum yükselir. Bu ihtiyacı karşılayan insan ise kazanır.”
20. yüzyıl İngiliz Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden olan George Orwell, niçin yazdığını açıklarken; “Henüz beş altı yaşlarındayken, büyüyünce bir yazar olacağımı biliyordum.”der. Kendisinden yola çıkarak, yazarların küçük yaşlarda bile çevresindeki insanlardan oldukça farklı olduğunu imâ eder.
Eugene Lonesco, “niçin yazıyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor; “Sizin bilmeniz gerek, çünkü yazdıklarımızı siz okuyorsunuz ve okuduğunuza, okumaya devam ettiğinize göre, onlarda sağlam bir yan, bir beslenme yolu, ihtiyaç karşılayan bir şeyler buluyor olmalısınız.” der.
Yazarların “niçin yazı yazdıkları” sorusuna verdiği cevaplar birbirinden farklı olsa da, sanki bütün büyük yazarların ortak bir noktası var; yazarlar kalabalıklar tarafından yutulmamış, günümüzün en büyük sorunlarından biri olan “sürü psikoloji” ile hareket etmeyen insanlardır. Her işte olduğu gibi tabiî olarak yazarlığın da bir ahlâkı var ve bu ahlâkın ilk şartı da yazılanın çilesinin yazar tarafından çekilmesidir herhâlde. Yazmak, aynı zamanda yazarını fikir çilesine davet etmek demek bir bakıma. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl, yazarın ruh hâlini şöyle tanımlar; “Belki beyninize bir “kıymık” saplamış olacaksınız. İşkencelerin en ağırına, fikir işkencesine kendinizi kendi elinizle teslim edeceksiniz. Üstelik tuhaf bir mazoşist (kendi kendine işkence eden) olup çıkacaksınız. Yolda, yemekte, sohbette, satırlarda, hatta uykuda, hiç üzerinize vazife olmayan ıstırapların esiri olacaksınız başınıza kıymık batırmakla…”
Fikir çilesine talib olmak bir yana, yalnız insanları eğlendirip trilyonlar kazanan, kopyala-yapıştır ile kendini tatmin(!) eden kalemşörlerin yazarlık gibi değerli bir mesleğin tek bir harfini dahi hak etmediğini düşünüyoruz. Zaten tarihe baktığımızda da hangi keyfiyete malik yazarların bugün hâlen okunmakta olduğuna bakarak bu hakikati görebiliriz. Ayrıca bir şey daha var ki, kopyala-yapıştır bile onun yanında çok masum kalır; hırsızlığının bir diğer çeşidi, “intihal”... Kelimenin sözlük anlamı; “Bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya fikirlerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması...” Özellikle akademik çalışmalarda sık sık kullanılan bir hırsızlık çeşidi… Kendi uslûbunu oluşturmaya çalışmak yerine, başkalarının uslûbunu çalmak… Kişinin yazmaya çalışırken, kendisinden daha tecrübeli ve daha orijinal bulduğu yazarlardan esinlenip, onları örnek alması çok tabiîdir. Yazar üslubunu bir süre sonra bu şekilde meydana getirir; fakat “esinlenmek” başkadır, “aparmak” başka… Hayreddin Soykan’ın “Yazmadan Yazarlık Üzerine” başlıklı yazısında geçen şu ifâdeler ne demek istediğimizi daha açık bir dille izah edecektir; “Teorisi olmayan işin pratiği de olmaz!”. Teoriye ulaşmanın yoluysa tabiatiyle “taklid”ten geçecektir. Çevresindekilerin sözlerini taklid etmeksizin hemencecik “mânâlı” biçimde ve “orijinal” nitelikte konuşmaya başlayan bir çocuk var mıdır?.. Hiçbir kelime bilmeyen, hiçbir ifade şeklini ve gramer kaidesini tanımayan kişi elbette konuşamayacaktır da... Olmayan kol kasını geliştirmek için halter kaldırmaktan bahsedilemeyeceği gibi... Oysa dikkat edilmesi gereken nokta, bir yandan kas temin edici “gıda”yı düzenli olarak almak (okumak), diğer yandan da o kası geliştirici “idman”ları yine düzenli olarak yapmaktır (yazmak, konuşmak, davranmak). Ve maalesef, bugün çoğu durumda ya biri ya öteki üzerinde yoğunlaşıp, diğer taraf ihmal edilmektedir. “İdmansız” okuyucuların kolunu kıpırdatmaktan âciz “kof” şişmanlığı veya hiç okumayanların “cılız” ifade hareketleri misâli... Hâlbuki bizim faaliyet çerçevemizde, ne yazmadan okur ne de okumadan yazar olmak matlubdur, marifettir; birinin diğerini geliştirdiği “içiçe” bir âhenktir gereken.”
Yazarlık yapmak isteyen kişilerin en bariz özelliklerden biri de, bu kişilerin çok iyi bir okuyucu olmaları. İyi bir okuyucu, sadece çok kitap okuyan demek değildir.. Okuduğu kitabı bir çok bakımdan kavrayıp, eserden lâyıkıyla istifade edebilen kişi iyi bir okuyucudur. Sadece yazar değil, aynı zamanda bir hatip de iyi bir okuyucu olabilir.. Yalnız, iyi okuyucu olan bir kişi illâki iyi bir yazar olacak diye bir kaide de yoktur. İyi bir okuyucu olmak elbette mühimdir; fakat aynı zamanda pasif bir hal de arz edebilir.. Yazarlık ise bunun tam aksi...Yazar, okuduğu ve bu sayede öğrendiklerini, kendi zihnindeki birikimle terkip eder ve kendi cümleleriyle, kendi uslûbuyla yeniden ifade eder.
Bir şeyler üretmek pek çok faydasının yanı sıra, anlamlı bir hayatın da ilk şartıdır ve daha da önemlisi şudur ki; biz insan olarak buna memuruz. Üretebilmek içinse ideoloji mensubu olmak şart. Yani her şeyden önce bir ideolojiye mensub olmamamız gerekiyor ki, böylelikle inandıklarımızla vermiş olduğumuz eserlerimiz arasında bir çelişki olmasın.
Sözü Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” isimli eserinde geçen şu cümlesi ile noktalayalım; “Öldükten sonra da yaşamak istiyorsanız, ya okunmaya değer şeyler yazın ya da yazılmaya değer şeyler yaşayın.”
Hanife Kındır, Aylık Dergisi 132. Sayı Eylül 2015