Yalçın Turgut Balaban kimdir?

Ressam-karikatürist. Salih Mirzabeyoğlu ile yol arkadaşlığı yapan ve Mirzabeyoğlu ile Üstad’ın son zamanlarında ona hizmet eden biri. Üstad’ın ev halkını göstererek, “Onlar kanımdan evladım, sizler canımdan!” diye iltifatına mazhar olanlardan. Üstad Necip Fazıl’ın kitap-dergi formatında çıkardığı Raporlarda “Necip Fazıl ve Yeni Dostları” şeklinde sunduğu kadroda yer aldı. Cuma dergisi ve Vakit Gazetesinin yayınında bulundu. Üç kişisel sergi açtı ve eserleri Avrupa’nın birçok şehrinde sergilendi. TYB tarafından 1983’te tesis edilen ödül yarışmasında “yılın karikatürü” ödülünü aldı. Çizgilerinde Üstad’a ve Mirzabeyoğlu’na çokça yer veren biri. Halen Akit Gazetesi Genel Yayın Danışmanlığı Yayın Kurulu üyeliğini sürdürüyor.

***

Üstad Necip Fazıl ile Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tanışmasını ve aralarında nasıl bir bağ olduğunu anlatabilir misiniz?

Tanışmaları şöyle oldu; o zaman çıkardığımız Akıncı Güç dergisini üç gönüldaşa vererek Üstad’a gönderdim. Üstad, dergileri inceledi, yazıları inceledikten sonra çarpıldığına dair yazısı da var; Müjdelerin Müjdesi diye… Ortadoğu Gazetesi’nde yayınlandı bu yazı... Bunun üzerine Erenköy’deki evine akşam yemeği için bizi davet etti. Topluca arkadaşlarla birlikte gittik, Üstad ile orada tanıştık. Bedensel olarak orada tanıştılar, yoksa Salih Mirzabeyoğlu aklı erdiği andan itibaren zaten Üstad ve Büyük Doğu ile tanışıyor rahmetli babasının vesilesiyle. Bedenen tanışmamız orada oldu.

Kumandan’ın 15-16 yaşında Üstad’ın Eskişehir’deki konferansını izlediğini, Üstad ile orada tanıştığını hatırlıyor musunuz, orada mıydınız?

İşin asıl erbapları Salih’in babası rahmetli Muammer amca, Hasan Özkeçeci, Suat Fıratlı, Eskişehir’in Büyük Doğucuları, büyüklerimiz, abilerimiz. Bu arada Salih’in babası Muammer amcanın da lakabı kumandan idi, ondan ötürü Salih’e de kumandan denmeye başlandı. Oradaki konferansta Üstad’ın etrafındaydık, ona refakat ediyorduk. Eskişehir’de Yalaman Adası vardır orada 100-150 metre kadar yürüdü Üstad, biz de onunla beraber yürüdük. Eskişehir’de Üstad ile pek münasebetimiz olmadı. Ama o arada hareketlerinden, cevvaliyetinden Üstad’ın dikkatini çekmiş olacak ki, Üstad Salih’e “Seni hiç unutmayacağım.” dedi ayrılırken. Karşılıklı bir diyalog çok fazla yaşanmamıştı. Ondan sonra asıl münasebetimiz Erenköy’deki evde oldu.

Büyük Doğu ideolocyasını rehber edinmiş Akıncı Güç dergisini 1979 yılında çıkarmadan önce de Kumandan 1975’te Gölge dergisinde de Büyük Doğu’ya bağlılığını ilân ediyordu.

Gölge dergisinin çıkışında “Muradımız aslı gibi olmaktır, şu anda gölgeyiz.” diyorduk. Gölge dergisinin çıkış sebebi Büyük Doğu’ya layık olabilmekti. Bunu, ilk sayımızla birlikte ilan ettik.

Akıncı Güç dergisi Üstad’a gönderiliyor. 3 kişi götürüyor, Üstad bunu okuyor ve yazı yazıyor, “Müjdelerin Müjdesi” olarak kabul ediyor. Devamında Kumandan’a haber gönderiyor. Haber ilk geldiğinde Kumandan’ın tepkisini nasıldı?

Allah beni vesile kıldı bu işe, Allah’a hamd olsun. Çünkü, Salih’e kalsa hayatta “Üstad’a gidelim, tanışalım, konuşalım.” demez. Biliyorsun zaten Gölge ve Akıncı Güç’te öyle bir niyetimiz olmamıştır. Herkes Üstad’ın yanında durup, rica edip resim çektirir. Biz o kadar yürekten, candan bağlıymışız ki, aklımızın ucundan bile geçmemiş. Yıllar sonra diyoruz, 24 saat birlikte olduk ama bir resmimiz bile yok.

Doğrudur. Üstad ile hiç rejim çektirmemişiz!

Bizim, orada görünmek, gövde gösterisi yapmak, fotoğraf çektirmek gibi bir derdimiz yok.

Biz adam tanımayı surat tanıma olarak bilmiyoruz, fikir ve davayı tanıma olarak biliyoruz.

Bütün mesele orada tabiî ki. Allah beni vesile kıldı, dedim ki “Biz bu vaziyetteyken, Üstad karşımızdaki köşede ama biz hayatta kalkıp da cesaret edip bir şekilde kendimizi tanıtamayacağız. Biz buradayız Üstadım!” diyemeyeceğiz. Salih’e kalsa hayatta diyemezdik. Allah bir cesaret verdi, kalktım oradaki Akıncı Güç dergilerinin çıkmış nüshalarından bir demet yaptım, Atlas Han’daki Akıncı Güç idarehanesinde. O anda orada Hayri, Hüsnü ve Harun vardı.

Bu arada Üstad’ın Büyük Doğu yayınevinin birkaç sokak uzağındasınız değil mi?

Evet. O zaman gözümü kararttım ve “Alın dergileri Büyük Doğu’ya gidin bırakın, Üstad’a da hürmetlerimizi, bağlılığımızı iletin dönün.” dedim. Gidip bıraktılar, Üstad şöyle bir bakmış, “Yarın Ankara’ya gidiyorum, dönüşte ben sizinle temas kurarım.” demiş. Bir sonraki gün telefon ettiler, ben açtım telefonu da Üstad’ın büyük oğlu Mehmet “Babam Cumartesi akşamı Erenköy’deki eve yemeğe davet ediyor sizi.” dedi. “Tamam” dedim ben de. Ondan sonra ise Salih’e söylemek nasıl olacak, tepkisi nasıl olacak, diye stresine girdim. Tabiî şekilde söyledim. Gittim böyle böyle, dedim. Beden olarak pek fazla tepki vermedi; ama ruhu havalara uçtu. Ayağa kalktı sarıldı bana, çok mutlu oldum. Düşünsenize, o ana kadar ki ömrü onun aşkıyla, şevkiyle, ona bağlılıkla, onun yolunun yolcusu olmakla geçmiş, hücrelerine kadar hisseden bir gencin o haberi duyması bir anda korkunç bir şey tabiî.

Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad’a gitmemesinin sebebini şöyle yorumlayabilir miyiz; bir insan birini o kadar çok sever ki, misal bir kızı o kadar çok sever, reddedilmekten korktuğu için ilanı aşkta bulunamaz bir türlü. Esasında deli gibi seviyordur.

Elbette. Aynen dediğiniz gibi. Üstad ile 50 metre bile yoktu aramızda, görüyoruz hatta bazen refakat ediyoruz 10 metre arkasından, ki yakınında olalım, aynı kaldırımı çiğneyelim diye, düşünebiliyor musun? Ama “Biz buradayız Üstad’ım” diyemiyoruz. Bu, ruhtaki sevgiden ve aşktan kaynaklanan bir şey yoksa Allah da biliyor, bizi tanıyan herkes biliyor ki, Allah’tan başka kimseden bir korkumuz olmaz.

Mesela ben Cağaloğlu’ndaki yokuştan çıkarken sık sık Üstad ile karşılaşıyordum. Ben çıkıyordum, Üstad iniyordu. Bizi bilmediği için ben hemen kaldırıma doğru hareket ederdim, Üstad geçer giderdi, bakardım arkasından. Çok sık rastlaşırdık. Ama dediğim gibi korkudan hiçbir şekilde yanına gidemezdik. Bu vesileyle işte, Allah bana nasıl verdi o cesareti bilmiyorum, çünkü Salih ile konuşmadan herhangi bir adım da atmazdık ki, bu büyük bir adım. Allah bana o cesareti verdi ve yaptım, iyi ki de yapmışım. Beni vesile kıldı, ne kadar hamd etsem azdır çünkü, büyük bir dönüm noktasıdır.

Mirzabeyoğlu, Üstad’ın büyük alakası ve takdirine mazhar olmuşken, ortaya eserler koyup, çile çekip dava adamlığının nasılını göstermişken niçin ademe mahkûm edildi?

Sorunun içinde cevabı. Üstad kütüphanelik çapta eseri, Büyük Doğu ideolocyasını ortaya koymuşken niçin ademe mahkûm edilmişse, Büyük Doğu’nun niçin buudu olan İbda, Üstad’ın ideolojisinin pratiğini ortaya koyan Mirzabeyoğlu da o yüzden ademe mahkûm edildi. Bu kadar basit. Merak etmeyin, onu da içeridekiler akıl etmedi. Nasıl Üstad’ı dışarıdakiler Türkiye’deki uşaklarına ademe mahkûm ettirdilerse, aynı şey Salih’in de başına geldi. Hatta onun canına da kastettiler köpekleri vasıtasıyla.

Rahmetli Üstad ulvi varlık muhasebesini yapmış yüce bir ruhtu. Salih Mirzabeyoğlu da onun Çile şiirini kendisine indirmiş, içselleştirmiş. Yani Üstad’ın orada anlattıklarını bizzat idrak etmiş birisi.

Elbette özümsemese Büyük Doğu’nun arkasından İbda gibi bir şeyi ortaya koyabilir mi? Üstad’ın “nasıl”ını gösterdiği bir şeyin “niçin”ini izah etmeye bir ömür ayırabilir mi öyle biri olmasa?

Biz genelde Üstad’ı edebî yönüyle tanıdık; fakat Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı açılımı görünce anladık, Üstad demek ki bunu kastediyormuş, dedik.

Evet, Üstad’ı Salih’ten anlıyoruz.

Salih Mirzabeyoğlu’nun sizdeki karşılığını tek kelime ile tarif etmeniz gerekse hangi kelimeyi kullanırdınız. Bu kelimeyi kullanmanızın sebebi ne olurdu?

Can dostum, derim.

Neden?

Çünkü gerçek manada, yani benim ömrüm boyunca tanıdığım en halis, en hakiki mümindi. Can dost kelimesinin tam karşılığı olan bir dost. Benim özgeçmişimi bilenler bilir, ben Salih Mirzabeyoğlu’nun babasının vesilesiyle yeni baştan can buldum, yeni bir hayata başladım.

Büyükler, karşısındakileri yoğurup yeni bir kalıba sokarlar ve insanî bir memuriyet sahibi yaparlar. Bunu İbda’dan Kumandan’dan çok gördük. Allah razı olsun. Ömrümüzü bereketlendirdiler yoksa Allah korusun ne olurduk? Bizim onu tanıdıktan sonraki hayatımız çok değişti.

Orası muhakkak… Bir de tabii ki benim için özel bir vaziyet de var. Biz onunla 14-15 yaşlarında tanıştık. Mecburen ayrı kalana kadar neredeyse her ânımız birlikte geçti. Hele hele evlenene kadar hep birlikteydik. Ya ben onlardaydım ya da o bizdeydi. Yani aynı evin çocukları gibiydik. Annem rahmetli bize bir şey yaparken dört olarak hesaplarlardı, hâlbuki biz üç erkek kardeşiz biliyorsun. Aynı şey onlarda da geçerliydi.

Peki, kalbinizdeki duyguları paylaştığınız bu yüce insanın sevgisinin ışığını üzerinizde hissetiğiniz veya hissetmediğiniz gaflet anları arasındaki farkı anlatabilir misiniz?

Kendi inancımın, karakterimin, fikrimin tezahürü olan hal ve davranışlarımda sanki hep onunla berabermişim, o her attığım adımı zaten benimle birlikte takip ediyormuş gibi bir his içindeydim.

Peki, bundan uzaklaştığınız zaman nasıl oluyordunuz?

Dünya telaşına düşüyorduk ve kupkuru da bir dünya oluyordu. O süreçler de çok uzun değildir. Kısa sürelerle gelse de o durumdan sıyrılmış olabilirim.

Peki, bir insan için gerçek hayatın gerçek bir insanı sevmekle başladığını ve onu kaybetmekle, ondan uzaklaşmakla da sona erdiğini söylersem ne dersiniz?

Hakikate giden yoldaki köprünün ortadan kaybolması gibi bir şey. Uçurumun bir tarafında kalıp karşıya nasıl geçeceğini bilemiyor insan. O hakikate giden yolda bir köprüydü, bir kapıydı. O köprünün yıkıldığı, o kapının kapandığı hissine kapıldım.

Hayata anlam katan ve insan ruhunu yükseklerde tutan, diyebilir miyiz?

Tabii ki. Mevcudiyeti ona sebep oluyor.

Demek ki bir insanı sevmek, o insanın sana verdiği şeyle de alâkalı.

O insanın şahsını da sevmenin dahli vardır; ama şahsından önce o insanın ifade ettiği mana, taşıdığı dava, aşkın asıl sebebidir.

“Büyük Doğu-İbda insanlığın kurtuluşu için önemli!”

Üstad ve Kumandan’ın örgüleştirdiği Büyük Doğu İbda fikriyatı Türkiye’nin yakın geçmişi, bugünü ve istikbali için nasıl bir ehemmiyete sahip?

Türkiye’nin yakın geçmişini, ne kadar karanlık yakın geçmiş olduğunu gayet iyi biliyorsun. Ademe mahkûm etmekten bahsettik. Bu milletin o fikriyatla buluşamaması, tanışamaması için her şeyi yaptılar. Çünkü millet fikirle buluştuğunda, özümsediği, benimsediği, kuşandığı anda Türkiye’nin ne olacağını, Türkiye’dekilerden daha iyi biliyordu emperyalistler. O yüzden ademe mahkûm edilme olayı gerçekleşti zaten. Hem Üstad hem Kumandan için… Üstad’ın ve Kumandan’ın Büyük Doğu İbda fikriyatı sadece Türkiye için değil, bütün insanlığın istikbali için de son derece ehemmiyetli. Bugün tüm sistemler iflas etmiş, her şey kilitlenmiş durumda. Devletlerin, ülkelerin hallerini görüyorsun. İnsanların bir çıkış noktasına ihtiyacı var. Mutlak Fikre dayalı tatbik sistemi Büyük Doğu İbda’nın tek kurtuluş olduğunun herkes farkında. Amerika da bunun farkında olduğu için FETÖ’yü ve diğer işbirlikçilerini görevlendirdi Kumandan’ı susturmak ve ortadan kaldırmak için. İçeri alınmasından yapılan işkencelere kadar hepsinin arkasında Amerika ve Amerika’nın içerideki köpekleri vardı. Nitekim Kumandan Türkiye-ABD kapışması başladığında, FETÖ ile ipler atıldığında cezaevinden çıktı. Şurası bir gerçek, Allah’ın izni ile ortaya eksiksiz bir şekilde sistem konulmuştur. Bunu anlayan kuşaklar, nesiller hem Türkiye’nin hem insanlığın ayağa kalkmasına vesile olacaktır inşallah.

Ademe mahkûm edilme meselesinde Salih Mirzabeyoğlu Üstad’dan daha farklı bir muamele gördü mü?

Daha ağırını gördü. Üstad olayın teorik kısmını koydu, hâlbuki Salih Mirzabeyoğlu, işin pratiğinin teorisini koydu. Üstad’ın ihtilâlci teklifleriyle birlikte niyeti var; ama fiili olarak girmedi işin içine.

Şöyle bir soru yöneltmek istiyorum. Kumandan, Üstad›ın vefatından sonra niçin Büyük Doğu ismi ile devam etmedi de İbda’yı kurdu. Bu zorunluluğun o zaman için gerekçesi neydi?

Kumandan misyon sahibi ve kurucu. “Elime bir genç geçti, pir geçti.” diye Üstad da söylüyor. Dolayısıyla “nasıl”ı Üstad koymuş, “niçin”ini de Kumandan koyduğu için, bunun hakkının görülmesi açısından ayrıca isimlendirilmesi gerekiyor. Kumandan da bir kurucu; ama Büyük Doğu’nun devamı niteliğinde. Büyük Doğu’yu olduğu şekilde yâni bir taklidçi gibi sürdürmedi. Büyük Doğu’ya ayrı bir boyut getirerek sürdürdüğü için bunun isimlendirilmesi gerekir ki, aradaki farklar görülsün, birbirine karışmasın. Biri “nasıl” biri “niçin” sorusuna cevap veriyor. Bu ikisi de birbirini tamamlıyor. Birbirine muvazi iki kanat hâlinde tecelli ediyor. İbda, Büyük Doğu’nun şahidi, mütemmin cüz’ü ve taşıyıcı kanadıdır. Tıpkı Sokrat ve Eflatun gibi. Sokrat’ı, onu açan yâni tafsil eden Eflatun’dan öğreniyoruz.

“Salih Mirzabeyoğlu rol-model Müslüman’dır!”

Salih Mirzabeyoğlu’nun insanî yönünden bahsedebilir misiniz?

Salih Mirzabeyoğlu’nun insanî yönünü en iyi ve en derinine nüfuz edecek şekilde tanıyan, bilen kişilerden biri ben olabilirim. Üstad’ın bir silahşor şövalye tarafı vardı, bir de şair tarafı vardı. Salih’in de hem kartal hem de bir bülbül tarafı vardı, çünkü onda da şairlik vardı. Bülbül ruhluydu. Zaten bütün büyük liderlerde cengâver ruhla şair ruh iç içedir. Fatih Sultan Mehmed’e, Yavuz Sultan Selim’e, Selahattin Eyyübi’ye bak! Büyük bir cengâver olmasının yanısıra naif tarafları vardı. Mesela musikiye tıpkı Üstad gibi merakı ve istidadı vardı. Gençliğimizde, 17-18 yaşlarımızda bir grup genç bir yeri ziyaret etmemiz gerektiğinde otobüs tutardık. Bizim yerimiz belliydi oraya otururduk, ışıklar söner, omuzlarımızı da kafalarımızı da birbirine dayardık. Bir başlardık, o başlatırdı zaten, Dede Efendi’den, Itri’den Hacı Ariflere kadar klasiklerden varacağımız yere kadar devam ederdik. Kaya (Balaban) bilirdi bunu, yanımızda olurdu. Mesela bizim paralomuz gibiydi Dede Efendi’nin “Hayali yâre değme girye dursun, Kurulsun sahn-ı çeşmimde otursun. Sipahi aşkı canan can elinde, Dağılsın kol kol olsun ordu kursun.” Bu mesela bizim kesinlikle açılış ya da kapanış parçamız olurdu.

Cezaevinde Kumandan bize kendi sesiyle lütfetti. Sosyal alanlarda görüşüyorduk. Azeri türküsü olan Ayrılık türküsünü söyledi:

Fikrimden geceler yatabilmirem
Bu fikri başımdan atabilmirem
Fikrimden geceler yatabilmirem
Bu fikri başımdan atabilmirem

Canım benim, ne güzel katıldın mevzuya. Salih Mirzabeyoğlu çok naifti. Merhameti sonsuzdu, bir haksızlık, kuvvetlinin zayıfa bir yanlışını görsün mümkün değil duramazdı. Onun mizacında dil ve kalp ayrı falan değil, direkt kafadan elle müdahale vardı.

Mazlumun hakkına çok düşkündü.

Salih Mirzabeyoğlu olması gereken Müslüman modelidir, insan modelidir! İnsan denilince gözümün önünde sadece o beliriyor. Mazlum olsun yeterli, hiç siyasî yönüne filan bakmazdı kişinin, bir hata varsa anında elle düzeltirdi.

Hazreti Ömer mizacı.

Allahu ekber! Rabbim mekânını cennet etsin.

Üstad Necip Fazıl’ın da insanî yönünü sormak istiyordum…

Üstad da öyle… Dobra, sert bir şahsiyet… Dava söz konusu olduğunda da son derece cengaver biriydi rahmetli. Sert mizacının altında muhteşem bir merhamet duygusu da yatıyordu; şair ruhu var… Cengaverlik ile şairlik Üstad gibi ehemmiyetli şahsiyetlerde at başı gidiyor zaten. Bahsettiğim şey vardı ya, bir liste oluşturmuş, Üstad’a sunmuştuk…

Burs verme mevzuu mu?

Evet, “getir listeyi!” derdi.

(Yalçın Turgut, Üstad’ın sesini canlandırıyor ve bu beni 40 yıl öncesine götürüyor…)

Muhabbet güzel gidiyor, sesiniz de Üstad’ınkini andırmıyor değil.

(Yalçın Turgut burada gülüyor.)

Hemen listeyi götürürdüm, alırdı eline; tek tek parmakla isimleri takib ederdi. “Okulunu bitiren, işe giren var mı? Yeni gelenler var mı?” diye sorardı. Kendisinde de bir liste vardı, Büyük Doğu’ya bağlı zenginlerin listesi… Burs listesindeki arkadaşlar için Üstad ayarlamalar yapardı… “Bunlar şuna, şunlar da buna gidecek…” diye. Onlar da zaten Üstad’dan gelecek kadroyu beklerdi. Hemen projeyi yapardık listeye göre, okul masrafları, harçlıklar, üstleri başları hep yenilenirdi çocukların. Üstad bunları halledince bir rahatlardı. “Ulaşmayan, hallolmayan var mı?” diye rapor alırdı benden. “Tamam Üstad’ım, halloldu, teşekkür ediyor arkadaşlar.” derdim, rahatlardı.

Herhalde o sıralar maddî durumu elverişli değildi…

Evet, zaten o vakitler durumu iyi olsaydı direkt kendisi hallederdi.

Buna rağmen, öğrencileri kendi çevresi vasıtasıyla memnun etmek için gayret sarf ediyordu.

O kadar mutlu olurdu ki, anlatamam. Bir şey daha anlatayım mı?

Lütfen buyurun!

Büyük Doğu’nun yazıhanesine götürmek için Erenköy’e Üstad’ın yanına gidiyorduk.

Salih Mirzabeyoğlu’yla mı?

Evet… Geldik, Salih arabayı çevirdi… Zaten başka kimseyi de istemez Üstad, sürsün diye. Arkada oturtamıyoruz, illa Salih’in yanına, öne oturacak. O günler karışık günler, kurşunlar havada uçuşuyor, kahroluyoruz, “Arkada olsa iyi; öndeki siper olur.” diye düşünüyoruz, ancak razı olmuyor, illa Salih’in yanında oturacak.

Ölüm tehditleri de vardı o zamanlar.

Tabiî, ben de arkasına otururdum, mümkün olduğu kadar yakın, tetikte olurduk. Neyse, merdivenlerin orada indik, Üstad indi. Salih de arabayı park edecek… Girdik idarehaneye, aradan geçiyoruz, biliyorsun orayı; Üstad’ın odasına.

“Üstad, Moro Destanı’nı müthiş bulmuştu!”

İdarehanedeki küçük oda değil mi?

Evet, yemek masası gibi bir şey vardı. Onun üzerinde Akıncı Güç dergilerini koymuş çocuklar. Gelip gidenler, artık kimse. Bir de Gölge dergisiyle beraber verdiğimiz 50x70 posterler vardı. Öyle, katlı duruyorlardı. Renkleri Üstad’ın dikkatini çekti; “Nedir bunlar?” dedi. Oturdu masasına, aldım posterleri, “Üstad’ım Gölge dergisiyle beraber verdiğimiz posterler.” dedim. Gözü yaşlı olan posteri gördü ilk önce. Meşhur, “Sen Eritre’desin çocuk, sen Moro’da, sen yıllarca zulmedilensin” diye devam eden mısralar… “Oku” dedi bana. Başladım okumaya, bitti. Üstad’a nazar ettim ki, göz pınarlarında yaşlar birikmiş. “Salih’in mi bu mısralar?” dedi. “Evet” dedim. “Müthiş” dedi…

Ses tonlarıyla vs. öyle duygulu anlattın ki, gözümde canlanır gibi oldu…

Üstad fevkalade hissiyat yüklü bir şahsiyetti. Şair ruhlu cengaverler böyle oluyor. Gözleri doldu o anda …

O mısralarla kim bilir neler tahayyül etti de o hissiyatı yaşadı?

Bilemeyiz…

“Üstad Akıncı Güç ve Gölge kadrosuyla tanıştığında gençleşti”

Üstad ile ilk buluşma, Erenköy’de, köşkünde… Üstad’ın hâli, muhabbeti nasıldı?

Çok mutluydu, bahtiyardı. Akıncı Güç ve Gölge’leri okudu. Yazılarında da, “Bunlar Büyük Doğu’ların dergileri!” diyor ya. Bağlılığımızı gördü ya, samimiyetimizi hti; onun verdiği şevkle acayip gururluydu. Dahası, gençleşmişti! İnzivaya çekilmiş, yayınevine inmeyen, kendi halindeymiş gibi bir hâli vardı, Kafa Kağıdı’nı hazırlıyordu.

O gece “Ukbada yaşıyorum.” dediğini hatırlıyorum.

Aynen öyle. İşte Akıncı Güç kadrosunu gördükten sonra, acayip dinçleşti, gurur ve mutluluk içindeydi. O ukbadan çıkmış gibiydi, tek tek bizi tartıp, konuşuyordu. Mekânı cennet olsun.

Amin, amin. Siyah bir bond çanta ile Necmettin Erbakan hocayla görüşmeye gitmiştiniz, o zamanları da anlatabilir misiniz? Akıncı Güç’ün kuruluş sürecine de değinirsiniz böylelikle.

Biz Millî Nizam’dan itibaren, Erbakan’a bazı şeyleri anlatmaya uğraştık. Özellikle uğraştığımız şey, Müslüman gençliğin ortada heder olmasıydı. Çünkü, üniversitelerde, lisede ve sokakta; eğer bir imzan, etiketin yoksa kayboluyorsun. “Devrimci” bilmem ne diye ya sol içinde yahut da Ülkücüler arasında kayıp gidiyorsun. E, böyle olunca da, Müslüman genç kimliğine yol verecek bir şeyin olmuyor. Buna şiddetle ihtiyaç vardı. Hatırlarsın o zamanları, “Ben Ülkücüyüm!”, “Ben de Devrimciyim!” derlerdi… Başka bir alternatif yoktu. Yâni, “Ben Müslüman’ım!” denilmesi için esaslı bir dayanak yoktu. Buna uğraştık, uğraştık... Ne zaman anlatmaya kalkışsak, “Partinin gençlik kolları var ya.” cevabını alıyorduk. İdrake bakın… Muhakeme ve yaklaşıma bakın. Kimse, “Ben şu partinin gençlik kollarındanım.” demiyor ki… Gençliğin ayrıca bir ihtiyacı vardı, bunu bir türlü anlatamadık. O zamanlarda da Akıncı plânı, iyi kötü kafamıza yatmıştı. Ondan sonra Gölge’yi çıkarttık, ilk sayısından başladık. İlk sayının manşeti, “Çağlar Üstü Mutlak Fikir’e Doğru…” Yâni, İslâm bağlısı, mücahid gençlere çağrı. Dikkat edenler olmuştur, her fırsatta “Akıncı şöyledir, Akıncı böyledir, Moro Akıncıları böyle yaptı, Filistin Akıncıları kıyamda” gibi ibarelerle “Akıncı” ismini oturtmaya uğraştık.

1975’de Akıncı Teşkilâtı kurulma aşamasında yâni.

Evet, Gölge’nin bir misyonu da buydu. Arkasından da Türkiye’nin her yerinden “Burada Akıncı Derneği kurmak istiyoruz, ne yapmamız lâzım?” diye teveccüh oldu. İnsanlar Akıncı olmak istedi. Dilimiz döndükçe yardımcı olduk, neyi-nasıl yapmaları gerektiğine dair… Diğer taraftan da İstanbul’da teşkilâtlanma çalışmaları. Akıncılar’ın ilk kongresini Gölge’nin idarehanesinde yapmıştık… Sıdıka Batu İş Hanı’ndaydı, hatırlıyor musun?

Gölge’nin birinci döneminde yoktum, Gölge I. ve Gölge II. dönem arasında Kumandan ile tanışmıştım.

İlk kongreyi Gölge’nin idarehanesinde yapmıştık işte, Yakup Kaldırım’ı da İstanbul il başkanı olarak seçtik. Daha sonra rahmetli kardeşim Kaya, Hüsnü ve sen de yönetime girdiniz. Daha sonra Akıncı Güç kadrosu genel merkeze girdi, oradaki ihtilaflara burada girmeyelim.

Evet, ben de sonradan İstanbul Akıncıları’nın yönetimine girmiştim.

Hatırlıyorum. Mehmet Ali Şahin de vardı kadroda. Ondan sonra tüm Türkiye’den öyle güzel teveccüh oldu ki, harikaydı. Kongre haberinden sonra hele… Gölge dergisinin de çabalarıyla Akıncı ismi ve teşkilâtı yerleştikten sonra Salih Mirzabeyoğlu’na “Ne yapalım?” diye sordum, “Maksat hasıl oldu, bizim dernekçilik oynayacak halimiz yok. Maya tuttu, artık geri dönülmez, inkâr da edemezler. Al bu müracaatları, mektupları, listeleri götür, anlat!” dedi. Türkiye’nin her yerinden gelen Akıncılar il, ilçe teşkilât listesi bir nevi.

Yani Akıncıların doğuşunda ve oluşumunda başrolü Salih Mirzabeyoğlu’dur.

Tabiî. Ben doldurdum siyah bir bond çantaya, atladım gittim Ankara’ya. İçeri girdik. Bugün bile anlaşılamayan bir şeyi o gün bir kere daha ısrarla anlatmaya çalıştım. Allah rahmet etsin, Erbakan meramımızı anladığından değil; ama bir gençlik potansiyeli olduğunu, sayı olarak da yüklü bir sayıda genç potansiyeli olduğunu fark etti. Bunun seçimde pankart asmada, bayrak sallamada, afiş asmada falan işe yarayacağını da kendince düşündü, ki buna eminim, nitekim ondan sonra da öyle kullandı. Biz partinin dışında, bağımsız, ruhtan ve dava yönünden bağlı ancak bağımsız kendi kendine özel bir gençlik yapılanması düşünürken, alıp bir ikinci gençlik teşkilatı gibi yamadı Milli Selamet Partisi’ne. 12 Eylül’de de “Biz bunları tanımayız, hiç bilmeyiz, hiçbir ilgimiz yok!” dediler, bıraktılar, süründürdüler adamları içeride. Neyse oralara girmeyelim. Tabiî Salih Mirzabeyoğlu Akıncı Güç ve sonra son ve som hâli olan İbda ile istikamet çizgisini sürdürdü.

Hocam siz herhalde o gün görüşme esnasında bir paket sigara bitirdiniz?

Tabiî, anlatıyorum. Ben artık Allah için, vazife bildiğim için, bir de Salih “Tamam götür de anlat” dediği için anlatıyorum. Yoksa bir ümidim olduğundan değil. O da Üstad der ya, balmumu yüzlü adam diye, hiçbir ifade olmaksızın bana bakarak duruyor. Ben anlattıkça o öyle duruyor, dinliyor. Velhasıl, tabiî ben o arada farkında değilim şimdiki gibi yasak falan da yok, her yerde sigara içiliyor yasak nerede? Bu arada yanında da kristal bardaklarda tavşan kanı çay, ama çok güzeldi, Milli Selamet Partisi’nin genel merkezinde. Çayın biri geliyor biri gidiyor. Biz de hem çaykoliğiz hem nikotinmanız…Çay gelip gittikçe ben hiç farkında bile değilim; çıkarmışım, paketi açmışım, yakmışım…

Siz hazine götürmüşsünüz. Erbakan o potansiyeli görmüş…

Kaçırır mı, hazır aş götürüyoruz. Velhasıl bitirdim, dedim “Bizden vebal kalkmıştır, biz görevimizi yaptık.” Çantayı bıraktım. Ve ilk defa bir tepki verdi. Başını kaldırdı “Allah sizden razı olsun Yalçın kardeşim! Şimdi biz inşallah Sanayi Bakanlığından Tevfik Rıza kardeşimiz ve Ali İhsan Kandemir kardeşlerimizi görevlendireceğiz. Burada genel merkez oluşturulacak ve bütün bunlar oraya bağlanacak inşallah.” dedi. “İnşallah” dedim ben de. Kalktım, bir baktım ki kül tablasında yer kalmamış. Ben bir paket sigarayı arka arkaya içmişim. Tepeleme izmarit dolmuş kül tablası. Tabiî o zamanlar daha el öptürmeye falan başlamamış, Milli Nizam’daki gibi kucaklaşma safhasındayız. Neyse kucaklaştık falan “Allah’a emanet olunuz.”, “Allah yardımcınız olsun.” dedik, kapıdan çıktım. Yıl 1975. Biz bunları konuşurken içerideki odada Recai, Şevket, yanlış söylemeyeyim Oğuzhan mı galiba biri daha vardı, cam kenarındaki sehpanın etrafında oturuyorlardı. Ben kapıyı kapatacakken arkamdan biri çıktı, kapıyı kapadı, koridorda Şevket bana “Ya tarihe geçtin.” dedi. “Ne oldu, hayrola?” dedim bende hani oradan kulak misafiri oldular da hakikatten içeride gerçekleşen tarihi olaydan bana bahsediyor zannettim. “Yahu, hoca koalisyon döneminde Başbakan Ecevit’e bile bu odada sigara içirtmedi, sen bir paket sigara içtin.” dedi. Bu mu tarihe geçme işimiz? “Neyse” dedim “Biz tarihi adamlarız!” yürüdüm. Yani düşünün adam oradan bunu tespit etmiş. Eğer adam gibi sevk, idare ve organize edilmiş olsa, bambaşka bir şey olacak bir olayı, dediğim gibi; partinin bir gençlik kolları şubesi gibi seçimde kullandılar, bilmem ne yaptılar, sıkışınca da tanımadılar!

Akıncı teşkilâtları ve Erbakan Hoca ile görüşmeniz hangi yıllar, bunu da belirtir misiniz?

1975 yılları... Kendinden zuhur hâlinde Akıncı teşkilatları kuruluyor. İslâmcı hareket kendi bağımsız rotasını çiziyor. Mâlum o zaman Ülkücü-Komünist kamplaşması var. Mesela Güngören’de Yakup Kaldırım’ın dövüş sporları eğitimi veren teşkilatı var, kendisiyle İstanbul AK-GENÇ başkanı sıfatıyla yaptığım mülakat Gölge’nin Nisan 1976 sayısında yer alıyor. O sayının kapağında da “AK-GENÇ TEŞKİLATLANIRKEN” ve “Tek Çare, Yeni Nizam Yeni İnsan” başlıkları yer alıyor.

Akıncılar’dan maksat hasıl oldu. Akıncılar müstakil bir gençlik olarak, partiyle mesafesini bir noktaya kadar korudu. Akıncı Güç var, Akıncıları devam ettiren İbda gençliği var. O dönem Akıncılar misyonunu yerine getirdi. Ülkücüler ve komünistler arasında sıkışan mukaddesatçı gençliğe çatı oldu, bayrak oldu. Tüm Türkiye’de şehitler verdi. Akıncılar yürüdü.

Muhsin Yazıcıoğlu’na da Akıncılar yol açtı? O dönemde böyle bir kırılma olmasaydı Alperenler nereden zuhur edip, nasıl sıyrılacaklardı? Milliyetçi Müslümanlar o kırılma olmasaydı kurtulamazdı.

O zamanlar partiye, MSP’ye bütün Müslümanlar olarak sahip çıkıyorduk. Milli Nizam’ın kuruluşunda Kumandan, Kumandan amca yâni tüm Büyük Doğucular vardı. Zaten İslâmcı hareketin kurucusu Üstad. Bizim niyetimiz samimiydi. Biz bir şey kaybetmedik Allah’a şükür. Aynı çizgiyi zaten, Salih Mirbazeyoğlu “Yeni Nizam-Yeni İnsan” davasını “Ne uzlaşma, ne teslim, ne hiçlik yalnız Mutlak Fikirde birlik, yalnız Mutlak Fikrin iktidarı” çizgisini ondan sonra da devam ettirdi. Şuna buna eğilmedi, Allah’a şükür.

Bizim kimselerin üzerinde durmadığı, bugün bile göndere çekilmesi gereken asıl sloganımız “tek çare yeni nizam-yeni insan” sloganıydı. Bütün dünya bunun sancısında. Biraz evvel bahsettiğim şey, dünya yeni bir nizam bekliyor ve yeni bir insan modeli bekliyor. Ama o arada dergi kapağında bir slogan olarak gitti o da…

Gençlik bunun ıstırabını duyuyor ve hissediyor. Arayış içerisinde olanlar bunu görüyor. Batı, dünyayı kendisiyle birlikte ölüme sürüklüyor ve bas-ü bâdel mevtsiz bir ölüme… Diriliş yok diyor, alternatif yok diyor… Dünyada benden başka alternatif yok diyor. Rusya’nın durumu ortada, Sovyetler çöktü ve bir alternatif yok. Komünizm ’in bir alternatif olma tarafı vardı, o da bitti, iflas etti. Bugün dünya üzerinde alternatif nizam olarak Üstad’ın ve Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu-İBDA teklifi var. Türkiye’de bu misyona doğru bilerek veya bilmeyerek, şuurlu olarak ya da olmayarak gidiyor. 10 senedir çok şey değişti mesela.

Çok şey değişmesinin sebebi de Cumhurbaşkanı’nın Büyük Doğu’nun kıyısından geçmesinden kaynaklanıyor.

Evet onun bir rüzgârı var, içerisinde de biraz delikanlılık varmış demek ki beslendiği yerden gidiyor.

Kâmil manada, idari manada tam istediğimiz şekilde olmasa bile Başyücelik Devleti’ne ilkel de olsa bir kapı açtı.

Mülakatımızın sonuna geldik. Büyükleri her yönüyle anmakta, açmakta, tahlil etmekte, tekrar tekrar okumakta çok faydalar var. Biz de bu açıdan büyükleri ele aldık. Üstad ve Kumandan’ı…

Mesele o ruhu kuşanmak ve hiçbir zaman üzerinden çıkarmamak. 365 gün 24 saat o ruhu taşımak, anmak böyle olur. Yoksa bir tarih geldiğinde şöyleydi böyleydi bu anmak değil yani. Ne mutlu yaşayanlara!

Fehim Arvasî (Üçışık): Anayasasında “Biz geri kalmış bir milletiz” yazan devlet olmaz! Fehim Arvasî (Üçışık): Anayasasında “Biz geri kalmış bir milletiz” yazan devlet olmaz!

“Yeni nizam, yeni insan” dediniz. Bu büyükler de insanlara el atıp yoğurarak yeni bir kalıba soktukları ve onlara ulvî varlık muhasebesini aşıladıkları, insan olmanın şerefini, hakikaten Müslüman olmayı aşıladıkları için büyüklerimiz olmuşlardır.

Biliyorsun bu sloganı bize, Akın Güç için bizzat Üstad vermişti. Derginin son sayısının kapağında kullanmıştık.

Son hatıramız da bu olsun.

Allah, BD-İBDA çizgisinde yıllardır istikrarlı yayın yapan AYLIK ve BARAN dergilerinden razı olsun, böyle şeylere vesile oluyorsunuz, bunlar bizle birlikte göçüp gitmesin.

Allah uzun ve hayırlı ömürler versin.

Amin, tüm Müslümanlara…

Aylık Dergisi 200. Sayı, Mayıs 2021