“Sevginin ateşi ve ruhun rüzgarı olmadan
hiçbir yere varamayız,
günlerimizi sıradan bir tutsaklıktan
kurtaramayız.”
Thales iyi bir gözlemciydi. Presokratik dönem onunla başlamıştı. Doğadaki düzenlilik onu mest ediyor ve bu düzenliliğin ardındaki yasaları keşfetmek için yanıp tutuşuyordu. Yine bir gün Mısır sokaklarında gökyüzüne bakarak yürüyordu. Güneşi gözlemliyordu. Hatta onunla derin bir sohbete dalmış olacak ki önündeki kuyuyu göremedi ve içine düştü. Oradan tesadüfen geçen bir kadın Thales’i görmüş ve kahkaha atarak “Daha önündeki kuyuyu göremiyorsun be adam, gökyüzünü mü keşfedeceksin?” diye alay etmişti. Zavallı kadın bilmiyordu ki o büyük filozofun insan gözüne görünmeyen şeylerle uğraştığını. Nitekim Thales yaptığı hesaplarla bir sonraki güneş tutulmasının zamanını tahmin edebilmişti.
Thales ve doğa felsefesi bir başka dersin konusu. Hikâyeyi anlatma sebebim; Thales’in düştüğü kuyu üzerinden hemen her gencin yaşadığı anlam krizleri ve bu dönem içerisindeki durumlarını imleyebilmek. Bu kuyuya hayatının belli dönemlerinde her insan düşer. Hepimizin başına aynı şey gelir. Zihnî fonksiyonlarımız bir nebze güç kazanır, biraz daha mücerret düşünebilmeye başlarız. Bu dönemde insan ilişkilerimizde, çevremizde olup biten olaylara bakış açımızda ve kurduğumuz hayallerin buudlarında ciddi farklılıklar peyda olur. Thales’i doğanın sırlarını çözmeye iten merakın bir benzeri belki de aynısı içimizde başak verir. Sorular artar ve aynı zamanda çeşitlenir. Ama cevaplar azalır. Üstelik cevapları kendi kendimize vermek bir anda bizim için önem kazanmıştır. Kendimize yetme hissi ve bireysel keşifler yapabilme hırsı bize bir başka dünyanın kapılarını aralamaktadır. Fakat burada kuyuya düşmek âdettendir.
*
Hayat müspet bir anlam barındırır içinde. Tüm varlığın, varoluşun içsel dinamizmi olması bakımından kendisine ilişen nesnenin köklerine canlılık kazandırdığı bilinir. Su hayat ile özdeş görülür. Canlılığın en temel besin kaynağı yani. Ama hayatın aşındırıcı fonksiyonu insan bilincinin kör noktasında saklar kendini. Kadim bilgeliğin start noktası burasıdır. Bilge baykuşların sahip olduğu ilk marifet kırıntısı. Manastıra kapanan keşişler ve dünyaya küsen zahitlerin baş belası. Fakat farkındalık derdinden bir dirhem nasiplenmeyen bireyler için bu durum ömür boyu sır kalmak zorundadır.
Doğu felsefesinin hayatı aşağılayan, hor gören tarafı bu noktayla alakalıdır. Bu felsefede ölüm esastır. Budizm’in temel düşüncesi yeniden hayata geliş paradoksunu yani reenkarnasyonu yok etmektir. Karma zincirini kırmak hayatta ölümü yakalamak ile gerçekleşir. Ama burada hayatın dişil yönleri ön plandadır. Bu felsefede hayat kadınla eş değerdedir. Baştan çıkartan, insanı ayartan ve türlü entrikalarla onu hakikatten alıkoyan yüksek cazibeli bir dişi. Bu efsunlu kırmızı güç karşısında insanın güvenlik çeperi etkisizdir. Hayatın gönderdiği şehvetli oklar insanın kozmik kalbini tam on ikiden vurur ve spritüel bilincini kör eder. Bu da onu hakikatin bengi lezzetinden mahrum kılar.
Hayatı sadece dişil yönlerinden ibaret zanneden bu anlayış kısırdır. Ve hayatı kadın ile imlemek hatadır. Böyle bile olsa kurtuluşu kaçışta aramak yanlıştır. Az daha öteye gidecek olursak hayata erillik ya da dişillik perspektifinden yaklaşmak gökyüzüne hücre gediğinden bakmaya benzer. Hayat bu iki olgunun kapsama alanı içine girmeyecek türden muhtelif eylem, ide, olgu ve oluşu muhtevidir.
Hayatın aşındırıcı yönünü fark ettiğimiz ilk evre yine hayata kök saldığımız ve ilk tomurcuklarımızın patlak verdiği vakitlerdir. Eskilerin inandığı kara safra denen hormon bu dönemde budaklanmaya başlar. Melankolik hisler ruhumuzun labirentlerinde özerkliğini ilan ederken biz kendimizi dipsiz bir sorunsalın içerisinde yüzerken buluruz. Cevaplanmayı bekleyen sorular ve çözülmesi gereken sorunlar vardır. Üstelik tam bu vakitte hayat yüzleşmemiz gereken bir uçurum misali önümüzde durmaktadır. Geri dönme lüksünü de kaybetmişizdir. Geçen her saniye skorbordda rakibin hanesine yazılan bir sayı gibidir. Sinir uçlarımızda biriken gerilim ile infilak etmeye hazır canlı bir bombadır insan bu dönemde.
Mesele çok basittir bir yandan. Hayatımız boyunca yürümek zorunda olduğumuz kayıp anlamlar patikasına adım atmışızdır. Saygı, sadakat, iffet, doğru, yanlış, güven, sevgi, aşk, namus, haset, kıskançlık, sahiplik gibi kavramlara anlam kazandırma isteği duyarız. Yerine getirmekle yükümlü olduğumuz sorumluluklarla mücadele etmeyi öğrenmek isteriz. Geleceğin getireceklerine hazırlıklı olmak, başarısızlık, hüsran, hicran, gam, gussa, keder gibi ve daha pek çok başımızı ağrıtacak, konforumuzu dağıtıp, huzurumuzu berhava edecek ihtimallere karşı bağışıklık kazanmayı dileriz. Bu, kanlı muharebe öncesi yapılan askeri tatbikata benzer bir yerde. Isınma turu ya da kondisyon antrenmanları gibi. Ama daha çok ansızın dibini boyladığımız zifiri kuyunun içerisinde el yordamıyla neler olup bittiğini, nerede olduğumuzu anlamaya çalışmak gibidir. Dünya karanlık bir kuyudur neticede ve bu kuyunun içine düşen insan etrafını aydınlatmaya mecburdur.
*
Psikanalizde “baca temizleme” olarak ifade edilen ve nevrotik bir rahatsızlığı olan hastayı konuşturmaya dayalı bir yöntem vardır. Irwin Yalom’un Nietzsche Ağladığında isimli eserini okuyanlar için bu terim tanıdık gelebilir. Hatırlanacağı üzere yöntem Freud’un hocası Josef Breuer’e aittir. Bu teknik hastanın çocukluğunu kurcalamakla başlar. Bugün yaşadığı problemlerin köklerini kişinin çocukluğunda arar. Ve tedaviye bu noktadan devam eder. Mesela yükseklik korkunuz varsa bu bir nevrozdur. Sebebi küçükken babanızın evi boyamak için kullandığı merdivenden düşmenizdir mesela. Ya da karanlıkta uyuyamıyorsunuzdur. Sebebi çok küçükken ablanızın yalnız yattığınız yatağınıza gelerek acımasız bir şakayla sizi uykudan uyandırmasıdır. Önce çocukluğunuza gitmeniz ve yaşadığınız bu trajediyi zihninizde normalleştirmeniz gerekir. Bence makul bir yöntem. Bizi biz yapan, karakterimizi şekillendiren, şu an elde ettiğimiz hemen her şeyin kökleri o çocukluk yıllarımızla bir şekilde bağlantılı. Geçmişimizin bugünümüz üzerinde azımsanmayacak bir hakimiyeti söz konusu. Ve aynı şekilde bugünümüzün de geleceğimiz üzerinde. Gerçi gelişen biyoteknoloji ve siborg mühendisliği önümüzdeki yıllarda başımıza neler açacak bilemiyorum. Birkaç on yıl sonra tahminlerin ötesinde bir gelecekle karşılaşabilme ihtimali söz konusu olduğu için bugünkü hayatımızın gelecekle bir hiçbir bağlantısı olamayabilir.
Benim iddiam şu; ilk gençlik dönemlerinde yaşanan anlam krizleri, kimlik arayışları ve körpe sorgulamaların merhemini çocukluğumuzda bulabiliriz. Bu sadece gençlik dönemi için geçerli değil aslında. Tüm hayatımız boyunca hissettiğimiz içsel bunalım, ruhsal inkıraz ve soyut savaşlarımızın dindirici aşısını çocukluk çağımızda yakalayabiliriz. Yalnız bu sorgulamaların, düşünmelerin sebepleri çocukluğumuzdadır demiyorum. Yani çocukken yaşadığımız şeylerin bizi bugün tüm kavramları baştan tanımlamaya ittiğini ve bizi bir düşünce çemberine hapsettiğini iddia etmiyorum.
Örnek olarak peşine düştüğümüz “Ben kimim?” “Hayatın anlamı nedir?” “Hakikat diye bir şey var mıdır?” türünden sorulara vereceğimiz cevaplarda, çocukken sokaklarında top oynadığımız mahallenin bacalarından tüten dumanla islenmiş havasının, horoz seslerinin, bize salçalı ekmek veren komşu teyzelerin, camiden gelirken elimize şeker tutuşturan amcaların ve daha nice ayrıntının hatırı sayılır bir etkisi vardır. Çocukluk anılarını yad etmenin, yapacağımız zamanda yolculuğun yaratacağı katarsis etkisi önümüzü aydınlatacaktır.
Ben buna “Tamaro Rüzgârı” diyorum. İtalyan yazar Susanna Tamaro’nun kitaplarında sıkça karşımıza çıkar bu durum. Hem bu sebeple hem de ilk gençlik yıllarımda yaşadığım içsel bunalımlarımı anlamlandırma yolunda bana çok fazla yardım eden bir yazar olduğu için bu ismi verdim. Tabiî Tamaro’nun bu yöntemi bilinçli olarak kullanıp kullanmadığını bilmiyorum. Onun karakterleri daha doğrusu karakterlerinin hayata dair sorunları bizzat kendisinin de sorunlarıdır. Yazıyı ferdî tedavi amaçlı kullanan bir yazar olduğu için kendi problemlerini deşifre eder kitaplarında. Ve yazarak bu problemlerin ilaçlarını arar. Bunu yaparken de çocukluğundan doneler sunar. Ekseriyetle Tamaro’nun kahramanları ilk gençlik çağında varoluş sorunları yaşayan tiplerdir zaten. Yaşlı da olsalar bir şekilde gençliklerine dönüp o günlerde yaşadıkları olaylar üzerinden anlam devşirme derdindedirler.
*
Kökler, Yollar ve Yitik Benler isimli eseri tam olarak bahsetmeye çalıştığım konuyu ele almaktadır. Hemen şunu da söylemekte fayda var; eser Tamaro’nun ilk romanıdır ve yirmili yaşlarında kaleme almıştır. Eserde Roma’da yaşamakta olan bir genç Illmitz’e, Avusturya-Macaristan sınırında bulunan küçük bir köye bir süreliğine seyahat eder. Burası kendi köyüdür. Ve seyahat sebebi ise benliğine yapacağı içsel bir yolculuk ve hesaplaşma için bir fırsat yakalamaktır. Karakterin şu cümleleri etkileyici ve daha çok düşündürücüdür;
“Köklerim oradaydı; ailem, çok uzun yıllar önce daha iyi bir kaderin arayışıyla oradan yollara düşmüştü. Hiçbirimiz oraya bir daha dönememiştik: sadece ben, kuyruğunu ısıran yılanların görüldüğü eski resimlerde olduğu gibi, huzursuzluklarıma bir son vermek için oraya gidiyordum.”
Karakter acı, karamsarlık, sıkıntı ve huzursuzluklarından kurtulmanın yolunu ailesinin yaşadığı köyde aramakta bulmuştu. “Başarılı oldu mu?” derseniz, elbette hayır. Nöral ağlarımızı çepeçevre saran kompleks duygulanımları deşifre etmek karmaşık bir ip yumağını çözmek kadar kolay olmasa gerek. Ama genlerimizi etkisi altına alan fiziksel çevre içerisinde bulunmak, içsel yolculuğumuzu bu ortamda gerçekleştirmek, sanırım ruhumuzun karanlık noktalarına ışık tutmaya çalışırken bize yardım edecektir.
*
Yaşamı anlamlandırma ve bireysel anlam krizlerini azaltma çabası Tamaro kitaplarının ana seyrini oluşturur. Yazar içerisinde yaşadığı çağ ve toplumla sürekli bir hesaplaşma içerisindedir. Öğretilmiş daha doğrusu ezberletilmiş değer yargılarını marjinal karakterlerinin zihin dünyasında evirip çevirir. Yeri geldiğinde hunharca hırpalar. Değirmen taşında öğütür. Hatta bıçaklar ve onlardan öç alırcasına tekrar tekrar kaldırıp yere vurur. Bu noktalarda yazarın radikal narsisizmi ve hayata duyduğu kılcal nefretin izleriyle yüzleşir okuyucu.
Tamaro bundan rahatsız değildir. İtiraf onun için arınma eylemidir. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git isimli eserini okumayan yoktur. Ki zaten yazarın en meşhur eseri de odur. Mektup türünde yazılmış bir roman olarak görülse de Augustinus’un İtiraflar ya da Tolstoy’un İtiraflarım isimli eserlerinden bir farkı yoktur. Yaşlı bir kadının genç torununa yazdığı öğüt içerikli itiraf mektuplarından oluşur. Eseri böyle tanımlamak daha doğru olur. Ölüme bir adım kala yaşlı kadın bu mektuplar yoluyla sırlarını nihayet biriyle paylaşarak vicdan sızılarını dindirir ve son bir defa kendisiyle hesaplaşır. Yüreğimin Sesini Dinle de bu kitabın devam eseridir. Daha Çok Ateş, Daha Çok Rüzgâr mektup-roman türündeki bir diğer eseridir. Burada da yazar yirmili yaşlarında hayali dostuyla mektuplaşır. Hayatla mücadele etmeye alışmaya çalışan bu kıza rota bilgileri sunar. Onu, aydınlatıcı nasihatleri ile korkularından, endişe ve tedirginliklerinden kurtarmaya çalışır.
Tamaro’nun bu seyirden ayrıldığı zamanlar da olmuş. Ulu Ağaç isimli kitabı hem çocuklara hem de büyüklere yazılmış bir masaldır mesela. İnsani değerleri güzel bir kurgu ile ele alır. Fakat bu sefer eleştirmez. Didaktik bir yöntem kullanır. Küçük okuyucularını eğitmeyi hedefler. Rüzgâr Ne Diyor isimli eserinde ise gazetelerin arka sayfalarında yer alan insanlar için kıymetsiz haberleri öyküler. Kimsesiz çocukları, mültecileri, göz ardı edilen insanlık suçlarını ele alır. Kısacası gazetelerdeki o yarım hikayeleri tamamlar. Burada da sorguladığı konular diğer eserlerine nazaran farklıdır. Luisito’yu da es geçmeyelim. Yalnız bir insan ve egzotik bir papağan arasındaki sevgi ilişkisi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sevginin nesnesi ne olursa olsun bulunduğu yerde meydana getireceği güzellikleri sımsıcak bir hikâye üzerinden okuyorsunuz. Aklı Bir Karış Havada kitabının bir Küçük Prens havası estirdiği söylense de, eğer Küçük Prens’le kıyaslanacak bir eseri varsa o da Luisito’dur diyebilirim. Adını anınca şimdi kitabı özlediğimi hissettim. Açıp koklamak istedim. Ama kütüphanemde olmadığını fark etim. Muhtemelen birine okusun diye ödünç verdim. Geri getirmemiş. İşin kötü tarafı o vicdansızın kim olduğunu da hatırlayamıyorum.
*
Benim Tamaro maceram yazdığı ikinci roman olan Anima Mundi isimli kitap ile başladı. Anima Mundi, Dünyanın Ruhu demek. Yazar bu eserde de değişen dünya değerlerini ele alıyor. Fakat bu sefer bir erkek karakter üzerinden. Tamaro’nun karakterlerinin cinsiyeti genellikle kadındır. Hafif erkeksi, arzuladıklarına ulaşamayan, yalnız, çoğu zaman fiziksel anlamda çirkin kadınlar… Bence de yazar için doğru olan bu. Çünkü Anima Mundi’nin başkarakteri Walter’in göze çarpan teknik sorunları vardı. Kimi kadınsı hassasiyetler ve duygular gösteriyordu. Yine de o Walter sayesinde Tamaro’nun peşine düşmüş ve tercüme edilen tüm eserlerini toplamaya başlamıştım.
Okuduğum kitap eski bir baskıydı. Sayfalarının arasındaki selüloz kokusu insanın başını döndürecek kadar keskindi. Kaldığım yurtta yattığım yatak ranzanın üst katıydı. Eserin %80’ini orada okumuştum. Şu an bu satırları yazarken Walter’in “Şimdi ben bir sanatçı değil miyim peki?” diye yakarışı kulaklarımda çınladı. Ailesinden kaçıp Roma’ya sığınmıştı Walter. Tek tutkusu edebiyat ve şiirdi. Ve bir roman yazmayı planlıyordu. Yazmıştı da. Büyük gayretler göstererek yayımladığı roman, ilgili çevreler tarafından umursanmadı tabiî. Bununla beraber entelektüel camia içerisindeki iki yüzlülükler, samimiyetsiz ilişkiler ve çıkar komploları içindeki sorulara yenilerini eklemişti.
Eserin beni ilgilendiren tarafı edebiyat meraklısı bu gencin Roma’da tanıştığı arkadaşıyla yaptığı tartışmalardı. Hayat, ölüm, anlam, inanç, aşk gibi konular üzerinde iki gencin fikir yürütmeleri benim de zihnimdeki karanlık bölgelere ışık tutuyor ve yeni ufuklar keşfetmemi kolaylaştırıyordu. Yeni sayfalar açılıyordu önümde. Daha önce içimi sıkan ama ifade edemediğim şeyler Walter’in dilinde şekil buluyor, vücut kazanıyor ve somutlaşıyordu. Kendimi Walter gibi hissetmedim. Onun yerine koymadım. Koyamıyordum. Onun gibi düşünmek hoşuma gitmiyordu. Ama Walter’i kendime çok yakın bir dost olarak görebiliyordum. Kendi içimde sürekli onunla tartışıyordum. Yemek yerken, yürürken, uyumadan önce, ders aralarında… Daha sonra Walter’den değil ama onu yaratan yazardan öğreneceğim çok şey olduğuna karar verdim. Ve Tamaro macerama devam ettim.
Düşünen Bir Yürek geçti elime. Deneme türünde yazılmış bir eser. Yine sıcak, samimi ve yalın bir dili vardı. Ama kurguları kadar çekici değildi. Yazar ara sıra çocukluk ve gençlik yıllarından kesitler sunuyordu. Anima Mundi’den hemen sonra bu eseri okumak yazarın daha sonraki eserlerinde çok işime yaradı. Kitaplarındaki hangi karakterin kendisi ve hangi fikrin ona ait olduğunu bu eser yardımı ile kavrayabiliyordum. Dolayısıyla her kitapta yazara biraz daha aşina olmaya başlamış ve Tamaro okumalarını keşif yolculuklarına çevirebilmiştim. Onu ararken aynı zamanda kendimi arıyordum. Onu anlamaya çalışırken kendimi de nasıl anlayabileceğime dair teknikler üretiyordum.
İnançla ilgili söylemleri beni en fazla irite eden noktalardı. Ortak noktamız olan kutsala saldırması, yıkıcı darbeler savurması kimi zaman tüylerimi ürpertiyordu. Ama bunun dışında pek sorunumuz yoktu. Sadece Yüreğinin Götürdüğü Yere Git isimli eserinde karakterin yaşadığı yasak aşk midemi bulandırmıştı biraz. Toy bir okuyucu olarak zihnim böyle kirli şeylere alışık değildi o zamanlarda. Panzehir üretecek kadar ustalaşmamıştım. Burada ‘rehbersiz bir okuyucu olmanın zararları’ diyebilirsiniz belki. Fakat ben yine de rehbersiz bir şekilde yoluma devam etmeyi tercih ederim. Karşına neyin çıkacağını bildiğin bir yol yürümeye değmez. Yol maceradır çünkü. İnsanı geliştiren yolda aldığı yaralardır. Gösterilen hedefe durmadan yürümek, annenin sana sormadan ördüğü yün yeleği giymek gibidir.
Kökler, Yollar ve Yitik Benler ile yoluma devam ettim. Bu kitapta Tamaro’nun bana hitap ettiği sesin volümü yükselmişti. Uğultular yerini terennümlerine bırakmış, fikir kuğuları raks etmeye başlamıştı. Tamaro Rüzgârı esiyordu artık. Fikir sancılarımı dindirmeye çalışırken köklerime gitmeliydim. Yazarın sunduğu en faydalı reçete buydu benim için. Bunu çok sonraları anladım elbette. Descartes’in sepet alegorisine benziyordu. Sepette çürük elmalar varsa hepsini dök yere. Sonra sağlam olanları topla ve koy sepete. Ya da Meditasyonlar’daki bina alegorisi gibi. Eğer bazı duvarları hasarlı bir binaya sahipsen ne yaparsın? O duvarları onarır mısın yoksa tüm binayı yıkıp baştan mı inşa edersin? Descartes göremediğimiz başka hasarlı duvarların olmasına istinaden tüm binayı yıkıp baştan yapmamızı salık veriyor. Çocukluğumuzdaki saf hallerimize gitmemiz de bunun gibi. Sıfır noktasından bugüne bakarak daha sağlıklı bir bakış açısı kazanmaya çalışıyoruz. Tek Ses İçin isimli eseri kısmen bu muhtevada. Hayatın tokatladığı, hırpalanmış, hayalleri ellerinden alınmış çocukların öyküsünü anlatıyor. Öyle Bir Çocukluk kitabın ilk hikayesi. Kendi çocukluğundan esinlenerek yazmış. Çocuk kalbinin kırılganlığı, acıları, ıstırapları eserin bir yüzü. Bunun yanı sıra dünyanın incittiği ince ruhlu insanlar ve onların içsel sorunları, hayat mücadeleleri, savaşları ise diğer yüzü.
*
Tamaro beni başka yazarlara da götürmüştü. Andre Gide bunlardan bir tanesidir. Nasılsa Ayrı Yol geçmişti elime bir şekilde. Arka kapağını okuduğumda “tıpkı Tamaro gibi” demiş ve hemen okumaya başlamıştım. Bireysel ahlaka, içsel gelişime, benliğin tanınmasına yaptığı vurgular çok daha derindi. Tamaro’ya göre daha felsefi ve güçlü bir yaklaşım sergiliyordu ama daha soğuk bir üslubu vardı. Andre Gide’i de sevmiştim. Birkaç eserini daha okumuştum. “Kitaplar kitaplara götürür” diyor İsmet Özel. Andre Gide de beni başka kitaplara götürmüştü. Okumak sonu gelmeyen bir keşif yolculuğudur neticede. İçimizdeki eksiklik, olmamışlık hissini yitirmedikçe bu süreç ömrümüzün sonuna kadar devam edecektir. Kul olmak, olmamak demektir. Ve okumak insanı kemale götüren yolların en tekinsizidir.
Yazı: İbrahim Türkân
Aylık Dergisi 188. Sayı, Mayıs 2020