1800'lerin sonlarından itibaren başlayıp Cumhuriyet döneminde de devam eden Türk edebiyatı çizgisine bilhassa da romanlara bakıldığında çok temel bir meselenin genelde konu olarak işlendiği görülür. O da Batılılaşma meselesidir. Modernleşme değil, Batılılaşma. Kültür, davranış, yaşam tarzı, duygu ve değer dünyası olarak Batılı gibi olma... Türk gibi Müslüman gibi olmamaya, görünmemeye, davranmamaya başlama... Alaturka olmayı utanılacak, alafranga olmayı gururlanacak bir şeymiş gibi görme...

Yine bu edebiyat eserlerinde de görüleceği üzere kendi milletini gayrı-medeni görüp âdeta medenileşmesi gereken bir yığınmış biri telakki edip dönüştürmeye çalışan bir Batıcı zümre de bu Batılılaştırma sürecinde rol almaktadır. Kimi zaman bu karakterler öğretmenler, kimi zaman doktorlar kimi zaman subaylar bazen de yazarlar, sanatçılar ve gazeteciler olarak karşımıza çıkar ve bir nevi Batıcı aydın-millet çelişkisi olarak görülen bu mesele elbette bir kültürel hegemonya meselesidir. Ama öyle zannedildiği gibi bilgiye, yeteneğe, bilime dayanan bir hegemonya değil; tek kerameti Batı'nın üstünlüğüne iman edip bu inancı bir misyoner gibi yaymaya ve daha da ötesi kendi ülkesinde kendi halkına dönüp Tutsi Kabilesi ile konuşan bir Fransız sömürge askeri gibi konuşmaya, akıl vermeye, kendini onlara gönderilmiş bir lütuf gibi zannetmeye dayalı kof bir hegemonya. Üstelik de bu kendini üstün görüp kendini lütuf gibi zannetmek hâli herhangi bir halka karşı değil, dünyanın medeniyet merkezi Türkiye'de, o medeniyeti kurmuş Türk milletine karşı zannetmek!

Tanzimat döneminde de, 2. Meşrutiyet yıllarında da erken Cumhuriyet döneminde de en azından bir meslek sahibi olan bazı öğretmen, doktor, asker, yazar veya gazetecilerin sahip olduğu mandacı tavır günümüzde daha da tuhaf bir hâle gelmiş durumda. Küfrederek mizah yaptığını zanneden vasat komedyenlerin, Instagram hesabında vücudunu teşhir etmekten başka bir özelliği olmayan influencer'ların, marketlerde karpuz reyonunun yanında satılan şeyler yazan sözde yazarların, oyuncu ve manken tayfasının artık bu millete parmak sallama, başöğretmenlik taslama rollerine soyunduğu görülüyor. Yani mandacılıkta bile eski kaliteyi arıyoruz.

Üç kuruşluk bilgileriyle, görgüleriyle her konuda ahkâm kestikleri yetmiyormuş gibi küresel merkezlerden belirlenmiş konularda hemen bir kanaat önderi tavırları sergileyebiliyorlar. Tarihsel ve kültürel büyüklüğünü anlamaya kapasitelerinin bile yetmeyeceği Türk milletine dönüp aşağılayıcı bir tarzda konuşabiliyor, kendilerini bu ülkeye ve millete lütuf bile görebiliyorlar.

"Yerli" yapımlardaki Batıcı kültür propagandası "Yerli" yapımlardaki Batıcı kültür propagandası

Ünlü, sanatçı, entelektüel, akademisyen veya gazeteci olma iddiasındaki bazılarının 150 yıldır bu ülkeye kendilerini lütuf gibi görmeleri, bu ülkenin kendilerini hak etmediği gibi hissetmeleri hâli hastalıklı ve aslında bu ülkeyi sömürge gibi görmelerinden kaynaklanıyor. Kendilerini de sömürgecilerin mümessilleri.

Kafalarında bir efendi-köle ilişkisi var ve kendilerine köleden üstün bir beyaz eldivenli uşak rolü biçiyorlar. O yüzden Türk milletine dönüp konuşurken 19. Yüzyıl romanlarındaki Alman mürebbiye tavırlarına giriyorlar. O yüzden deprem zamanı yaptıkları kıytırık işleri gözümüze sokuyorlar. Altı boş özgüvenlerinin esas nedeni de Batıcı olmaları; Batı hegemonyasının ithal ikamecisi olmaları. Yoksa ne özgün eserleri ne de hegemonyanın söylemi ve şebeke ilişkileri dışında hayatlarını sürdürecekleri bir kapasiteleri var.

Oğuzhan Bilgin, Akşam Gazetesi