Yeni sisteme geçişle birlikte bakanlıklarda bir takım değişiklikler yapıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda da görev değişimine gidildi. Ziya Selçuk’un bakan olmasının ardından kamuoyunda müsbet bir beklenti havası ortaya çıktı. Bu değişimin ardından eğitimde herhangi bir değişiklik oldu mu yahut gelecek dönemde olacak mı?
Herhangi bir değişiklik görmüyorum. Olmasını da beklemiyordum. Çünkü bir değişiklik olacağını varsayanlar veya bu yönde beklenti içine girenler, hele hele olumlu anlamda değişiklik olacağını iddia edenler, sanıyorum şöyle bir varsayımdan hareket ediyorlar: Gelen kişi kamuoyunun bilmediği bir takım sihirli formüllerle geliyor. Oysa bizim eğitim sorunumuz Cumhuriyet’ten daha yaşlı. Osmanlı’nın son döneminden itibaren, bu ülkenin en önemli sorunlarından biri eğitim. Bugünkü, başarısızlığımız, memnuniyetsizliğimiz ya da sıkıntılı hâlimiz bir sürpriz veya başımıza gelmiş bir talihsizlik ya da kaza gibi değerlendirilemez. Bizim eğitime dair kavrayışımız, meseleyi ele alışımız, tartışma biçimimiz, ondan beklentilerimiz ve ona yüklediklerimiz ile o araç arasında bir uyumsuzluk var. Bunu tartışmadığımız sürece bir sürpriz olmasını, bir şeylerin değişmesini beklemiyorum. Nitekim Ziya Selçuk bakanlığa geçtiği zaman yazdığım yazılarda da, “Biz, kendi ektiğimizi biçebiliriz ancak.” dedim. Biz bir alana veya hayatımızı ilgilendiren bir mevzuya dair ne kadar tefekkürümüz, tasavvurumuz, emeğimiz varsa onun karşılığını alabiliriz. Ziya Selçuk, kamuoyunun sahip olduğu hangi bilgiyi aşıp yeni bir düzenleme getirebilir, nasıl bir sihirli formül üretebilir? Eğitime ilişkin kavrayışı fena değil; ama mesele Ziya Selçuk’u aşan bir boyutta. Bu anlamda yeni sezonda da değişen bir şey yok bizim açımızdan. Çünkü esas mevzuyu tartışmıyoruz, konuşmuyoruz. Neden bahsettiğimizi bilmiyoruz. Eğitimle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Eğitim şu an 1739 sayılı Milli Eğitim temel kanununda, Anayasa’nın 24. ve 42. maddelerinde ihdas edilen eğitim-öğretim düzenlemesinin bize kâşifler, mucitler yetiştirmesini mi bekliyoruz? Buradan memleketin bütün çocuklarına genel kültür mü versin istiyoruz? Sanayiye uygun eleman mı yetiştirsin istiyoruz? İdeolojik-politik yüklemeden geçmiş bir nesil mi istiyoruz? Belirli bir ahlâk mı istiyoruz? Küresel dünyaya entegre olan, küresel iş gücü piyasasına sorun çıkarmayacak bir nesil mi istiyoruz? Yerli-millî derken neyi kastediyoruz? Bu kastettiklerimizle yürürlükteki sistem arasında bir uyum var mı acaba? Varsa, biz neyi değiştirdik ki, bundan öncekiler başaramadı da biz başaracağız? Yani soruların arkası kesilmez.

Temel problem gayesizlik mi? Neye nisbetle bir eğitim sistemi inşa edeceğimiz hususunda mı fikir sahibi değiliz?
Şöyle... Biz, eğitim derken, belirli bir tarih ve belirli sosyo-ekonomik şartlarda ihdas edilmiş bir düzenekten bahsediyoruz; insanlık tarihinde Hazret-i Peygamberin ve diğer peygamberlerin verdiği bir tedrisattan bahsetmiyoruz. Biz zorunlu eğitimden bahsediyoruz. Bu eğitim belirli bir tarih, belirli bir toplum, belirli bir ekonomik yapı ve ilişki ağı içerisinde ihdas edildi. Bunun modern devlet ve toplumla ilişkisi var. Mevcut ekonomik düzenle ilişkisi var. Bu kodları çözmezsek, deveden hendek atlamasını beklemek gibi bir duruma düşüyoruz. Zorunlu eğitim ile bizim eğitim dediğimiz insanımızın kendi kültürünü içselleştirmesi, toplumunun tarihinden, kültüründen, inanç ve ahlâkından süzülen değerleri içselleştirmesi başka bir şey. Bunun tedrisatı ise bambaşka bir şey. Biz eğitim tabirinin olumlu tınısından etkilenip, zorunlu eğitimi olumlu bir şey zannediyoruz. Oysa zorunlu eğitim başka bir düzenek. Bunun ne olduğunu, nasıl bir ilişki biçimi ürettiğini bilmeden, devlet bir çocuğu anne-babasının rızası dışında yedi yaşında alıp ona ne öğreteceğini, kime öğrettireceğini, müfredatını filan velinin ait olduğu inanç ve kültür müktesebatına bakmadan belirliyorsa burada başka bir ilişki biçimi vardır. Bugünkü mevcut iktidardan bağımsız olarak, onun ötesinde bir sorundan bahsediyorum. Bu ilişki biçiminin kodları da modern devletle toplum arasındaki ilişkide saklı. Toplum, devletin şekillendireceği bir balmumu, bir operasyon nesnesiymiş gibi devlet, velayet iddiasında bulunmaktadır. Burada aynı zamanda meşru olan bilginin otoritesi olmak iddiası da var. Müfredat şu demek: Verili bir evrenden bilgi seçiyorsunuz, birini seçerken bazıları dışta bırakılıyor. Bu tasarrufta bulananlar kimler? Ne adına tasarrufta bulunuluyor? Benim çocuğuma bu tarz bir müfredatın verileceğine dair benden onay mı alınmış? Bizim böyle bir talebimiz var mı? Bu buzdağının görünmeyen kısmı var. Namık Kemal’in yaklaşık yüz küsur yıl önce söylediği gibi, biz maarif-eğitim deyince güneşe kaside söylemek gibi bir şey algılıyoruz. Çok faydalı olduğunu düşünüyoruz. Oysa mesele başka bir şey, eğitimin faydası yok diyen var mı?

Mevcut dünya düzeninin ahvali ortada. Eğitim de bu düzen içinde toplumları bu şekilde inşa etmek üzere düşünülmüş, tasavvur edilmiş ve uygulanıyor. Bu eğitimden çıkan insan tipi meydanda. Dünyayı bu hâle getirenler cahiller değil? “Eğitimli” insanlar. O zaman global bir problemden bahsediyoruz?
Tabiî ki! Bize çok büyük bir operasyon çekiliyor. Bunun karşısında çok uyanık olmamız lazım. “Finlandiya’da mucize gerçekleşiyor”, “eğitimde Finlandiya mucizesi” filan gibi uyduruk hikâyeler üzerinden önümüze acayip şeyler seriliyor. Uyuşturucudan mahvolmuş, aile parçalanmış, okul memnuniyeti çocuklarda çok düşük olan Finlandiya! Kadına yönelik şiddette Avrupa’da önde gelen ülkelerinden birisi Finlandiya! Biz, eğitimi sadece teknik bilgi aktarımı gibi bir şey zannediyoruz. Velev ki Finlandiya öyle olmasın, pir-ü pak olsun. Velev ki Batı bu eğitim sistemiyle uçmuş olsun, en iyisi olsun. Kardeşim bu küresel dünyanın bu hâli ne o zaman? Bu kıyım ne? 70 milyon mülteci var yeryüzünde. Evini, ailesini, can güvenliği nedeniyle terk etmiş; açlık, sefalet, savaş, dışlanma, ötekileştirme var. Öyleyse bütün bunları yapanlar kim? Bu “üstün müfredat”tan geçmiş olanlar ülkesine gelen mülteciyi tekmeliyorsa, “en ilerilik, gelişmişlik” silah teknolojisiyle belirleniyorsa... Bu küresel janjanlı yalanlara çekince koymamız lazım. İnsanları kötü niyetlilikle itham etmiyorum. Başka bir şey söylüyorum. Herkes iyi niyetli, çırpınıyor. Emek ve para sarf ediyor. Ancak belli bir formun üretebileceği belirli bir kapasite var neticede. Bir form kendisinden çıkmayacak bir şeyle ilişkilendirilmişse burada suç o “form”un değil. Zorunlu eğitimin hasılası budur. Bundan memnun değilsek bu formu yapıbozuma uğratacak, onu çözümleyecek, alternatifini düşünecek bir performans sergilemek lazım.  Yoksa “at sahibine göre kişner”. Bu formdan Gazaliler, Galileler, Keplerler, Aynştaynlar çıkacağını ummak kendini kandırmak olur. İddia ediyorum Millî Eğitim Bakanları içerisinde Hasan Ali Yücel gibi adanmış kimse yoktu. “Cumhuriyet’e aşık gençler yetiştireceğim” derdindeydi. Gece-gündüz canhıraş bir şekilde uğraşıyordu. Basiretli, ferasetli, akıllı bir Müslümanın yapacağı şey, bir, iki, üç denemeden sonra dönüp “acaba bu düzenekte bir sıkıntı mı var?” diye sorması lazım. Sonucu belli bir şeye kendimizi kaptırmanın anlamı yok. Risk toplumu analizi yapan Ulrich Beck adlı Alman sosyolog “Biz yapısal sorunlara biyografik çözümler üretemeyiz.” diyor. Bir şey yapısal nedenlerden dolayı sorunluysa “Ahmet gider, Mehmet gelir” ile işi düzeltemeyiz, sadece kendimizi kandırırız. 

Şekilde kalmaktan öte artık işin ruhuna yönelik değişiklikler mi olmalı?
Bu derin bir mevzu. Müslümanların en azından şu tarz talepleri olması lazım; “Arvasi Hazretleri bir ekol, bir mekteb midir?” 

Evet.
Öyledir. Mekteb derken illa ki bina olması şart değil. O’nun rahle-i tedrisatından geçenler belli bir forma kavuşuyor. Müslümanlar İslâm dünyasının tarihi boyunca bu tarz ekollerden geçmiştir. Medreseler esas itibariyle şekil esaslı projeler değildir. Hocayla, hocanın aidiyetiyle, talep edenin tedrisine girişiyle mümkün olmuştur; oranın talebesi olmuştur. Nakşibendilik, Kadirilik vesaire... Bu hem içimizdeki zenginliği muhafaza etmiş, taşımış; aynı zamanda zenginlik de doğurmuştur. Ziya Paşa, “barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” diyor. Biz bir projeyi Edirne’den Kars’a, coğrafyanın, iklimin dahi farklı olmasına rağmen uyguluyoruz. Bir Fransız milli eğitim bakanının da kendi toplumu için buna benzer bir sözü var; “ben şu anda Fransa’da kim ne görüyor, okuyor, biliyorum” diyordu. Bu zorunlu eğitim düzeniyle ilgili bir şey. Bizim, bu sistemi hem form olarak hem ruh olarak masaya yatırmamız, yüzleşmemiz lazım. Neye talibiz? Talib olduğumuz şeye ilişkin araçlarımızın ne olduğuna yönelik kafa yormamız lazım. İslamî kesimlerin televizyonları var ama eğitim programı yok, periyodik çıkan bir eğitim dergisi yok. İbretlik bir vaka söyleyeyim size. Geçen hafta, YÖK eğitim fakültesi dekanları, millî eğitim bürokrasisi öğretmen niteliğine dair bir toplantı yaptılar. YÖK ev sahipliğinde, Hacettepe Üniversitesi’nde yapılıyor toplantı. Sanırım YÖK’ün başkan yardımcısıydı. Şöyle diyor, “Sayın Cumhurbaşkanı, akademik yıl açılışında bu hususun önemine dikkat çektiği için bu toplantıyı düzenliyoruz. Ben yıllardır YÖK’teyim, eğitim fakültelerinden bizleri heyecanlandıran bir proje veya teklif gelmedi.” Yahu kardeşim, Cumhurbaşkanı söylemese toplanmayacak olanlar, Cumhurbaşkanı demese toplanıp konuşamayacağınız bu mevzuyu nasıl çözeceksiniz? 

Maalesef...
Nasıl olacak? O kadar eğitim fakültesinden bugüne kadar bu alana ilişkin YÖK’e bir tek proje getirmemişlerse ne olacak hâlimiz? Ya bu eğitim fakülteleri eğitim denen şeyden bîhaber veya olan şeyden çok memnun ki, yeni bir fikir ortaya koyma ihtiyacı hissetmemiş. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık yani. Başka bir somut misâl vereyim. Ülkemizde yaklaşık 4 milyon Suriyeli mülteci yaşıyor. Yaklaşık 1 milyonu çocuk ve eğitim sistemine dahil edilmiş vaziyette. Peki bizim eğitim sistemi, 2011 yılında gelen ilk kafilenin ardından ne tür bir entegrasyon arayışına girdi, ne tür bir uyum politikası uyguladı veya müfredatta ne tür bir değişikliğe gitti? Bu çocukları da kapsayan ne tür bir formasyon değişikliği oldu? İddia ediyorum fakülteler bir tane bile ders koymamıştır. İçim yanarak söylüyorum, eğitimdeki halimiz buysa, yeni gelen aktör bir şey değiştiremez. Bu da onun suçu değil. Konuşamadığınız, tartışamadığınız, dert etmediğiniz bir hususta mesafe alamazsınız. “İnsan için emeğinin karşılığı vardır” şeklinde bir ayet var. Emeğimiz dışında kimse bir şey vermez. Biz kendi gücümüzle neyi hakkediyorsak, neyi başarıyorsak onun karşılığını görebiliriz. Küresel düzeyde İslâm dünyasının vaziyeti neyse eğitimdeki performans da öyledir. Bunlar birbiriyle yalıtılmış şeyler değil. Biz küresel düzeyde zihinsel ve entelektüel performans açısından çok mu iyiyiz de eğitimde geri kaldık.

Dünya çapında bir münevverimiz yok.
Çok büyük şeyler başardık da, eğitimde mi geri kaldık. Biz inanılmaz adaletli bir ekonomik düzen ihdas ettik de eğitim mi geri kaldı? Bunlar bileşik kaplar gibi... Birbirini besleyen problemler. En baştaki sorunuza dönersem, benim açımdan sistemde bir şey olmadı; olacağı yönünde beklentiler beni şaşırmıştı, bunu da yazdım. Böyle devam edersek daha çok şaşıracağız, daha çok başımız ağrıyacak. Titreyip kendimize gelmemiz lazım. Gerçeğin çölündeyiz, bununla yüzleşmemiz lazım. İhtişamlı, şaşalı bir şey yok ortada. Kurak bir çöldeyiz. Bunla yüzleşebilirsek bir çıkış yolu bulma imkânımız var; ama gözümüzü kapatırsak tehlike büyümeye devam edecek. 

Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Bizde eğitim Namık Kemal’in bir asırdan fazla süre önce söylediklerinden ötede değil. Emrullah Efendi’nin, Ziya Gökalp’in, Satı Bey’in tartıştığından fersah fersah geride bir eğitim tasavvurumuz var.

Teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.


Baran Dergisi 612. Sayı

MEB, yeni müfredat taslağını kamuoyuna açtı MEB, yeni müfredat taslağını kamuoyuna açtı