İnsanı insan eden duygulardan başlıcası...
Ne güzel; nefsini kendi kendisine bir işe, bir vazifeye, bir başarıya memur görmek ve bu memuriyetin hesabını nefsinden sorabilmek ne büyük kuvvet ve ne güzel... Mes'uliyet duygusu dedikleri işte budur ve bu, ancak ulviyete doğru terakki halinde insan ruhlarını sarabilen bir his...
İnsanın liyakati yükseldikçe mes'uliyet duygusu artar. Zira insan, şüphesiz ki, lâyık olduğu şeylerden mes'ul... Koşamayan at, uçamayan kuş, yüzemeyen balık, işleyemeyen el ve düşünemeyen baş, yapamadığı, üstüne alamadığı, beceremediği fiilin mes'ulü değil mi? Evet, lâyık olduğumuz kadar mes'ulüz!
Meselâ, devlet reisi liyakatinde doğanlar, o makamda bulunsunlar veya bulunmasınlar, bütün devlet kadrosundaki işlerin mes'ulü bizzat kendileriymiş gibi, hâdiselerin en hur dasından en esaslısına kadar alâka, müşahede ve muhasebe sahibidirler.
Bir Peygamberin, bir kralın, bir âlimin, bir mütefekkirin, bir sanatkârın, bir muharririn (hakiki bir muharririn, herhangi bir başmuharririn değil) mes'uliyet derecesini kavrayabilmek gerek...
Mes'uliyet duygusunu, ruhunda marazî çapta büyütmüş insanlar olduğu gibi marazî çapta küçültmüş kimseler de vardır. Birinci zümre, ulvi hastaların; ikinci zümre de, süflî biçarelerin yeri...
Meselâ, kendisini 1000 kilometre uzaklıktaki herhangi bir aşağılık ve bayağılık vak'asının mes'ulü tutacak kadar marazî bir mes'uliyet duygusuna gömülmüş ulvî insan hassasına karşılık, bizzat ve bilfiil memur bulunduğu işin bile mes'uliyet duygusunu yüklenemiycek kadar marazî bir mesuliyetsizlik duygusuna gömülmüş süflî bir hayvan sıhhatini düşünün!..
Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 2, s.169-170