Nasıl toplum ile kültür, kesinlikle örtüşürlerse, birbirlerinden asla ayırt olunamazlarsa, inanç da bu iki unsurla aynı durumdadır. Kadın ile erkek tohumlarının mezcinden anne rahminde beşer oluşur: Doğum. Beşerin, rahimden çıkışıysa, dünyaya gelmedir. Söz konusu safhadan itibâren biyo-fizik süreçlerin yanında, hattâ zamanla onlara baskın çıkacak şekilde, yeni özgün etkenler, gündeme girecek: İnançlar. Bunların gündeme girişiyle o safhaya değin sürüp gelmiş yaşamanın —beşerin salt dirimlilik durumu— üstünde yeni bir yapı şekillenir: Hayat. Bu, yepyeni bir şekildir; benzersiz, tümüyle özgün. Hayat, varolabilmekçin yaşamayı şart koşar. Başka bir deyişle, hayat, dünyada varoluşça, yaşamaya bağlıdır. Bununla birlikte, birinci, İkincinin tabîî, uzvî uzantısı yahut türevi değildir. Diğer bir ifâdeyle, hayatı biyo-fizik çözümlemelerle beşere indirgeyip izâh edemeyiz.
Nasıl, ‘dirim’i belirleyen ‘gen’ ise, ‘hayat’ı da, aynı şekilde, ‘inanç’lar biçimlendirirler. İnançlarla dokunmuş en geniş toplum örgüsüyse, ‘kültür’dür. İnançları gen esâsına indirgemek de, maddeci—mekanikçi dünyatasavvunına dayalı Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin hedeflerindendir. Bu yolla inanç, dirimötesi cihetini yitirerek mekanikleştirilip denetim altına alınabilir.
Beşer yaşamasının üstünde kurucu unsurları inanç olan hayatın temel vasfı hürlüktür. Hür olma keyfiyeti, insandaki ruhluluk veçhesinin en bâriz ifâdesidir. Manevî âlem. Kendi iç işleyişi doğrultusunda çalışan fizik-kimya-dirim dünyasının, yanî maddî dünyanın tersine, inanç varlığı insan, doğal belirlenimden yoksundur. Bu sebeple o, hürdür. Hür varlık baştan belirlenmiş olmaz. Baştan belirlenmemiş varlık, yasaya tâbî değildir. Bundan dolayı, baştan belirlenmemiş varlığın, yaşayabilmesi, demekki hayatını kurabilmesiçin kendine kurallar koymak zorundadır. Bunu o, Allah tebliğlerinin kılavuzluğunda duyu – sezgi – akıl üçlüsüne dayanarak başarır.
Baştan belirlenmiş doğal işleyişlere ‘yasa’ derken, hayatını kuran insanın kendine koyduğu kuralların en mütekâmil şekline kanun, bunlardan oluşmuş geniş ve karmaşık şebekeye de hukuk diyoruz. Hukukun vucut verdiği düşünülebilecek en kapsamlı ve çetrefil teşkilâtıysa, devlettir. Bütün bu inşâaları baştan belirlenmemiş, demekki hür bir varlık olarak insan, kısmen kendinden öncekiler ile çağdaşı olanlardan devraldığı, kısmen de kendisinin oluşturduğu inançlardan hareketle gerçekleştirir.
Belli bir iş görmek, maksada erişmek üzre kullanılabilir araç seçeneklerinden birini yahut birkaçını seçmek, tercihtir. ‘Niye şu aracı seçiyorum da onu seçmiyorum’un gerekçesini hesaplayıp verme yetisiyse, hürlüktür. Bahis konusu gerekçeyi hesaplayıp verme yetisini hâîz ve işleten meleke de akıldır. Hâîz olduğu melekeyi akim, bilkuvveden bilfiile intikâl ettirme isteği, irâdedir. Seçenekler «asında tercihte bulunurken akıl, gereksediği gerekçeyi ‘yeter sebep’ (YeL ratio sufficiens)ilkesinde bulur.Yeter sebep ilkesi, Leibnz’in deyişiyle ”Rationem reddere”den,yani aklın,bulunduğu tercihin hesabını vermesinden ortaya çıkar.Hesabı verilmemiş yahut verilmeyen bir seçme,şu durumda aklın tercihi sayılmaz.
Sonuç olarak aklın, bililtizam karar mercii olmadığı ortam ile durumlarda ne iradeden ne de onunla birlikte ışıyan hürlükten bahsolunabilir.
Teoman Duralı, Sorun Nedir?, syf:164-166