Kavramların tanımı doğru yapılamadığı zaman, üzerinde durulan yahut konuşulan meselenin yanlış anlaşılması da kaçınılmaz olur. Zira, “kavramlar insanın düşünce dünyasını şekillendiren anahtarlardır”. Bu çerçevede tanımının doğru yapılması gereken kavramlardan biri de “kültür”dür. Bu yazımızda, çok farklı şekillerde tanımlanan “kültür” kavramı çerçevesinde şehir ve medeniyet meselesi üzerinde duracağız.
İlk olarak kültürün tanımını yapmak gerekirse; Latinceden dilimize giren kültür kelimesinin Fransızca ve İngilizce’deki karşılığı “culture”, Almanca’da “kultur”, Arapça’da ise “hars”dır. Hem lügavî, hem de istilahî mânâlarına baktığımız zaman, “kültür” kelimesi; “toprağı ekip biçme, terbiye, eğitim” gibi mânâları ihtiva eder. “Kültür, Latince colere, cult- ekip biçmek, toprak işlemek- fiilinden (+tura sonekiyle) türetilmiştir.” (1)
Kültür; içtimâî anlayış, dil, ahlâk, sanat ve idealin müşterek bir payda hâline gelmesi. Maziden içinde bulunulan âna kadar gelen, istikbâle aktarılacak olan manevî değerler bütünüdür. Dolayısıyla zaman ve mekânın şartlarına göre değişkenlik arzedebilir.
Kültürel dokular toplumların hususiyetlerine göre oluşur. Bir toplumun geçmiş tecrübelerinden doğan anlayışın tezahürü olarak ortaya çıkan kültürün başka toplumlar için yabancı olması kaçınılmazdır. Bizim an’anelerimizden olan, büyüklerin elini öpme davranışının başka toplumlarda olmaması gibi... Bir not olarak belirtelim ki; Erzurum kültürü ile İstanbul kültürü gibi ayrımlar yapılmasına mukabil mevzu bahis iki şehirdeki alışkanlık farklılıkları kültür farkı değil, örf ve adet çeşitliliğidir. Örf ve adetler ise kültürün alt birimidir.
F. August Wolf’a göre kültür; “milletin fertlerinin iştirak halinde bulunduğu manevî hayat”tır.
A. Young’a göre ise; “insanın tabiatı ve kendini idare etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser”dir.
Üstad Necib Fazıl kültürü “irfan” olarak, irfanı da “bilmeyi bilmek” olarak tanımlamıştır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise kültürü ve irfanı şöyle tanımlamaktadır: “Birçok şeyi ezberlemek değil, birçok şey öğrenip de onları unuttuktan sonra insanda kalan bilgi hassasıdır. İrfan: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemâl. Karar. Kıvamlaşmış, kararlaşmış. İrfan, arşın veya okka hesabıyla bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi haline gelmiş bilgidir. Kimse kamus ezberlemekle irfan sahibi olamaz. İrfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir.”(2)
Kültür kavramı hakkında verdiğimiz bir kaç malumatın ardından “medeniyet” mefhumu ile alakasına değinmek istiyoruz. Medeniyet “öz Türkçe” palavrasının gadrine uğramış kelimelerden birisi. Uydurukçası “uygarlık” olan ve bu hâliyle sıkça kullanılan “Medeniyet” kelimesi Arapça’da “müdun” köküne dayanıyor.(3) Arapça madanī “şehirli” kökünden türeyen kelime “şehir, devlet” mânâsına geliyor. İ. Zeki Eyüboğlu’nun “Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü” eserinde kelimenin köken olarak İbranice “Madina” kelimesinden geldiği yazıyor.
Medeniyet ise toplumların sahip olduğu kültürlerin mücessem hâlidir diyebiliriz. Dolayısıyla toplumdan topluma farklılık arz eder. Ziya Gökalp, “Hars ve Medeniyet” isimli eserinde medeniyeti “yöntemle yapılan ve taklit yoluyla bir milletten diğerine geçen kavramların ve tekniklerin bütünü” olarak tanımlar. Kültürü ise; “hem yöntemle yapılamayan hem de taklit yoluyla başka milletlerden alınamayan duygulardır” diye tanımlayıp şu örneği verir: “Mevlânâ Celaleddin-i Rumî aruz vezniyle Farsça şiirler yazarken, diğer taraftan Yunus Emre hece vezniyle ve halk Türkçesiyle ilahiler yazmıştır. Yunus Emre’nin ilahileri halkın arasında bir vicdan sağladığı için bir hars (kültür) hareketi iken, Mevlânâ’nın şiirleri, Anadolu’da olduğu gibi İran ve diğer İslam ülkelerinde de üst tabakaları birbirine bağlayıcı görev üstlenip ‘medeni cereyan’dan ibarettir”.
Medeniyet diğer toplumlarla olan münasebetleri çerçevesinde gelişebilen bir şeydir. Kültür ise topluma has bir görünüm arz eder. Yabancı bir kültürden taklit yoluyla edinilen herhangi davranış, öz kültüründen bir ögenin yerine ikame olunur, dolayısıyla kültürel dezenformasyona, değerlerin kaybına yol açar. “Kültür emperyalizmi” de tam olarak budur. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Fast-food kültürünün toplumumuza sirayeti neticesinde aile ile birlikte yemek yeme alışkanlığının ortadan kalkmaya başlaması buna örnektir. Modern süreçte, kültür emperyalizmi vasıtasıyla, toplumların farklılıkları ortadan kaldırılmaya, insanlar tek tipleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu da kültürsüz toplumların oluşturulmaya çalışılması mânâsına gelmektedir.
“Kültür insan ve topluma dâirdir, onun eşyaya yönelik tezahürü ise medeniyettir” dediğimizde şehir ile medeniyet arasındaki bağa da giriş yapmış oluyoruz.
“Medeniyet tasavvuru” sıkça rastladığımız bir tamlama. “Tasavvur”, zihinde göz önüne getirme, zihinde canlandırma mânâlarına gelir. Dolayısıyla medeniyet tasavvuruna sahip olabilmek zihinde bir akisi zarurî kılar. Bu da toplumun geçmişte kurduğu medeniyetlerden aldığı ilhamı zaman ve mekânın şartlarına uygun bir anlayışla ibda ve ihya etmesinden geçer. “İlim Çin’de bile olsa alınız” Hadis-i Şerif’i Müslümanların “iyi, doğru, güzel” ölçülerine nisbetle her medeniyetten faydalanması gerektiğini bize ihtar eder. Batı’nın Rönesans hamlesinin temelinde İslâm medeniyetinden aldığı ilham vardır; zira Osmanlı da çöküş sürecinde Batı medeniyetinin tesiri altında kalırken zamanın ruhunu yakalayamamış, faydalı olanı bünyeye tahvil etmek yerine kendisini topyekûn Batı medeniyetinin kollarına bırakma hatasına düşmüştür. Bu kültür ve medeniyet alanında taklitçi bir zihniyeti doğurmuştur. Taklitçi anlayış mimarîde barok ve rokoko üslup ile kendisini göstermiştir. Medeniyet değerlerinin kaybı da bu şekilde olmuştur. Zira medeniyetin tezahürü şehirler ve şehirleşmedir.
Osmanlı mimarîsi denildiğinde akla ilk gelen isim olan Mimar Sinan’ı Ayasofya’dan bağımsız olarak düşünemeyiz. Mimar Sinan’ın inşa ettiği eserler ve inşa edilen hamamlar, kervansaraylar, camiler, kemerler, köprüler, bedestenler sadece ihtiyaca yönelik inşa edilmemiştir. Bunlar aynı zamanda insanlığa bir seslenişi ve bir medeniyetin çığlığıdır. Medeniyeti medeniyet yapan bu eserler, ona şahitlik edenlere bir ruh aşılamıştır. Cami sadece cami olarak yapılmamış, bir dünya görüşü neticesinde oluşturulmuştur. Roger Garaudy İslam medeniyetinin bu haline “Yaşayan İslam” demiştir. Yani bu medeniyetin sözünün bitmediğini ve halen devam ettiğini dile getirmiştir.
Peki, Mimar Sinan’ın göğü süslediği ve medeniyetimizi temsil ettiği bir minarenin çağımıza söylediği sözü neden duyamıyoruz? Çünkü Mutlak Fikir’e bağlı bir dünya görüşüne nisbetle düşünmüyor ve yaşamıyoruz. Batı’ya ve kendimize karşı bizi hissiz, tavırsız ve imarsız kılan şey de tam olarak budur. Mimar Sinan’ın bir dünya görüşü vardı, eserleriyle ortaya koydu, Itri’nin bir dünya görüşü vardı ki bestesini icra etti.
Tektipleşmenin en fazla tesir ettiği saha olan mimarinin ahvalini kültür kaybı, öz değerlerden ve bünyeden uzaklaşma ile de izah edebiliriz. Medeniyetler varlığını kültürlere borçludur. Dünya görüşünüz yoksa kültürünüz olmaz, kültürünüz olmazsa medeniyet olamazsınız.
“Çağdaş” Mimarînin Çıkmazları
Ortaya konulan mimarî eser mi uzun süre ayakta kalmalı, yoksa o mimariyi tezyin eden, güzelleştiren ruh mu? Selçuklu mimarisine baktığımızda her ikisinin de gerçekleştiğini fark ediyoruz. Hem inşa edilen mimarî eserler, hem de mimariye hayat veren ruh uzun süre hayatta kalmış ve nesillere bu mimariden terkib edebilecekleri kapılar açmıştır. Zira Osmanlı Medeniyeti, Selçuklu Medeniyeti temeli üzerine inşa edilmiştir. Kültür, şehir ve medeniyet ilişkisi bakımından, gelecek nesillere değer aktarımının sağlanması için eserlerin hem maddî, hem de manevî olarak istikbale hitap eden bir tarafı olması gerekir. 450 sene boyunca suyun altında kalan Mimar Sinan’ın Mağlova Kemeri, geçtiğimiz senelerde gün yüzüne çıkarıldı. Kemer hala kullanılabilir vaziyetteydi. Fakat günümüzdeki yapıların ömrü 40 sene bile sürmüyor. Yani gelecek nesillere miras bırakmak yerine, günümüzde hazırdan yemeyi tercih ediyoruz.
Esasında modernleşme kisvesi altında Batılılaşmaya muhatap kalan tüm toplumlarda aynı durum söz konusu. Kapitalizm ve modernizmin dayattığı her şeyi meta olarak görme ve madde odaklı hızlı yaşama alışkanlığının yerleşmesi her sahada kendisini gösterdi. Bu durum mimarîye kalıplaşmış binalar-dikey mimarî şeklinde yansıdı. Daha kısa vakitte, daha az iş gücüyle, estetik kaygısından yoksun bir betonlaşma ile karşı karşıyayız. Batı’dan bize tevarüs eden çirkin betonlaşma stili bizdeki tarihin de izini yok ederek, taşa olan hürmeti yani taşa verdiğimiz estetiği unutturdu. Barok bile olamayan yapılarımız yine Batı’dan tevarüs eden cam mimariye dönüşmeye başladı. Gökdelenler camlarla donatılıyor ve tezyinden, estetikten, güzellikten ve ruhtan yoksun bir şekilde göğe doğru uzatılıyor. Cam mimarinin çöl olan ülkelere hiçbir şekilde uymayacağını kestiremeyen Arap ülkeleri dahî çılgınlar gibi Batı’daki cam mimariyi taklit ediyor.
Günümüz aydınlarının kültürel sahada herhangi bir alternatif getirememeleri, topluma yeni bir bakış sunamamaları ve halkı temsilden uzak olmalarından dolayı iktidar da şehir planlamasında yetersiz kalıyor. Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çeken Salih Mirzabeyoğlu, ortaya koyduğu Büyük Doğu-İbda dünya görüşü ile yepyeni bir cemiyet modeli ortaya koyuyor; ve tabiî olarak mimarî ve medeniyet meselesine de temas ediyor:
“-İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletler de yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışmaları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.”(4)
İrfana ermenin her iki yolu da gerçekleşmeyince, nisbetsiz hareket ediliyor ve her şey ölçüsüz oluyor. Hâliyle çirkin ve ölçüsüz yapılar her geçen gün etrafımızı sarıyor.
“Peygamberler olmasaydı medeniyetler olmazdı.”(5) Medeniyetlerin kuruluşunu sağlayan ve bu minvalde bizi medenî kılan Peygamberler olmasına nazaran bugün ahlâkî, bediî ve kültürel olarak her geçen gün kayıp yaşıyoruz. Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” eserindeki tarifiyle: “…Kendi evimde, her türlü enformasyonla ve bir yığın ekranla çevrelenmiş olarak, hiçbir yerde değilim artık. Evrensel sıradanlığın içindeyim.”
Mimari Yapılar Medeniyetin Sembolleridir
Arapça’da “mimâr” mâmur edici, inşa etmek, imar etmek, yapmak gibi mânâlara gelir. Osmanlı döneminde mimarlık ayrı bir ilim olarak verilmiyordu. Yalnızca geometri gibi ilimlerin alt dallarında yer alıyordu.(6) Mimarî ihtiyaç yalnızca toplumun ihtiyacını görecek meskenler yapmakla birlikte en önemli unsuru da medeniyetlerin tanımında, kültürden aldıkları izleri yansıtmaları olmuştur. Yani mimari yapılar o medeniyetin sembolüdür. Sembollerde o medeniyeti tanımlayan ya bir kubbe, ya bir revak, ya bir kemerdir. Mimarî eserleri süslemek için hat, tezhip, ebru vs. gibi sanatların kullanılması da İslâm medeniyetinin estetik idrakine verdiği ehemmiyeti gözler önüne serer. Her medeniyetin, mimarîde kendisine has bir üslubu vardır.
Edebiyatımızda da bize ait olan mimarinin imgeleştiğini görebiliyoruz. Yahya Kemal, Osmanlı medeniyetinin mimaride ulaştığı zirveyi “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde şöyle ele alır:
“En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları,
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.”
Bir diğer misal ise Nedim’in “İstanbul” şiiri;
“Her bağçesi bir çemenistân-ı letafet
Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safadır.”
Yüzde yüz yerli ve millî bir dünya görüşü ortaya koyan Üstad Necib Fazıl’ın beslendiği kaynağı “Canım İstanbul” şiirinde görebilirsiniz;
“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mânâ: Öleceğiz ne çare?”
Her Medeniyetin Kendine Has Üslubu Olmalıdır
Mimarimiz edebiyatın her alanında imgeleşmiş ve tüm sanat alanında da vücut bulmuştur. “Sanat kalıptan kaçınma işi” (7) olduğuna göre, mimari form ve normların çeşitliliği bu işin ruha nisbet işi olduğunu da göstermiştir. Mimarî planda normlar oluşmayınca eser kalıcı olmuyor. Medeniyetler kendi kalıplarını kırmışlar ve kendilerine has bir üslup oluşturmuşlardır. Selçuklu’da yaygın olarak revaklar, eyvanlar, tonozlar, mukarnaslar, yıldız, altıgen, kare, dikdörtgen gibi geometrik gibi özellikler kullanılmış ve Selçuklu bu tarz yapılarla kendi mimarisini oluşturmuştur. Osmanlı mimarisi ise Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memluk Mimarisi’nden etkilenmiş ve kendi üslubunu oluşturmuştur. Çünkü üslub sanatın gelişmesinde ve ilerlemesinde rol oynar.(8)
Selçuklu devrinde çokça gördüğümüz ve ismine tonoz dedikleri taş ve tuğla ile inşa edilen ve yarım silindir şeklinde tasarlanan ve yan yana koyulan kemerler; ismine revak denilen ve örtü görevi gören tonozlardan oluşan ve ortası açık inşa edilen alanlar yahut avlular; ağırlıklı olarak Arap ülkelerinde karşılaştığımız formlardır. Sıcak ülkelerin şartlarına uygun olduğundan dolayı bu stilde yapılmıştır. Odaların enine geniş boyuna ise kubbelerinin derin olması da yaz ve kış klima görevi görmesindendir. Günümüz Türkiye’sinde hâlâ bu tarz yapılar mevcut fakat restore edilirken iç derinliği gözardı edilerek çift kat haline getiriliyor. Hâlbuki kubbelerin varlığı bir diğer açıdan da eğitim gören kişiler için rahat ilim almasını sağlıyordu. Şimdiki gibi dar çerçeveye hapsedilen insanlar kutu gibi evlerde hayat sürerek can çekişiyor. Kültürel yozlaşma, medeniyetimizin yansıması olan mimari yapılarını yok etmiş; kare, dar, süssüz, ölçüsüz, âdi ve kutu evlere mahkûm etmiştir. Mevzuumuza dönersek; kubbeler önemini Osmanlı mimarisinde kazanmış ve gelişmiştir. Mimarilerin şekillenmesi elbette sadece inançla sınırlı kalmamış toplumun ihtiyaçlarını görecek her türlü alanda da yapıların inşasıyla gelişmiş ve inançla bir bütünlük oluşturulmuştur.
Medeniyet aynı zamanda beynelmilel bir yardımlaşma mânâsı da taşır. Bu yüzden Selçuklu, Osmanlı, Endülüs vs. mimariler birbirinden etkilenmiştir. Taç Mahal’de; Endülüs, Kurtuba mimarilerinden etkiler, Balkanlarda bazı üsluplarda Süleymaniye’den etkiler görmek mümkün. Şehrin dokusu bir bakıma bu etkilerden faydalanır ve şekil alır ama hiçbir zaman değişmez, asıl mevcudiyetini korur. Günümüzde ise artık etkilenmekten ziyade özeniyor ve taklit ediyoruz. Hatta taklit etmekten ziyade de bozarak ortaya hiçbir şey ifade etmeyen yapılar inşa ediyoruz. Halbuki taklit ve kopya şekli, insanda estetik duygular uyandırmaz.(9) Estetiğin olmadığı yerden de biçim şekil çıkmaz.
Eski bir yapı restore edilirken ya çatısı kutu evlerin kiremit çatıları gibi oluyor yahut koca gövdeli süslü kapılar yerine camdan çerçeveler yerleştiriliyor. Yani Selçuklu mimarisine Cumhuriyet döneminin olmayan mimarisi eklenmeye çalışılıyor. Bunlara misal; 1700 yıllık Ayasofya Orhan Camii'nin duvarları eski tuğladan olduğu halde, duvarına buzlu cam kapı monte edilmiştir. Bir diğer misal ise; 250 yıllık bir geçmişi olan ve 1757-1774 yılları arasında 3. Mustafa döneminde yapılan İstanbul Eyüp’te bulunan ve müzeye dönüştürülecek olan Rami Kışlası, Selçuklu mimarisine uygun yapıldığı halde çatısı günümüz gecekonduların kiremit çatılarındandır. Bir tarihi eseri yeniden inşa ederken bozuyorsak bu ruhtaki düzensizlik, zevksizlik ve çirkinlikten kaynaklanıyor. Sanata olan uzaklığımızı ve zevken idrak olmadığını gösteriyor. Turgut Cansever, bir röportajında, 1730’larda Sultanahmet Çeşmesi yapıldığında, İstanbul yapı esnafının halkla beraber sarayı üç gün kuşatarak padişahın, İstanbulluların zevkini bu yapıyla rencide etmeye hakları olmadığını söylediğinden bahsediyor.
Günümüzde medeniyetimize uygun tarzda mimar olmaması, -17. yüzyılda kendi üslubumuzdan uzaklaşarak mimari kimliğimizi bozmuş olsak da-; mimari eğitimi kendi değerlerimize göre almadığımızdan, sanatımızı, var olan yeteneklerimizi geliştirir gibi geliştirmediğimizden ve kültürümüzden uzak olmamızdan kaynaklanıyor. Türk mimarisi üzerine çalışılma yapılmıyor ve kendi üslubumuzu aramıyoruz. Mimarlık sanki dış kapının dış mandalı durumuna getirilmiş vaziyette.
Evler artık mimari kaygı güdülmeden yapılan betonlardan ibaret. Herkes boş bulduğu mekâna istediği şekli verip binasını dikebiliyor ve diktirebiliyor. Binanın mahalleye ve şehre uygunluğunu denetleyecek mimari bir merci ise yok. Hukukta imarın bile denetimle ilgili doğru düzgün bir yasası bulunmuyor. Mimari planda bir şey suiistimal ediliyorsa bu mimarinin hukukta kendine bir boşluk bulmasından kaynaklanıyor. Bir bakıyorsunuz ki ihtişamlı bir tarihi binanın yanında bir gökdelen, hemen onun yanında derme çatma müstakil bir ev, hemen onun yanında baroktan bozma uydurma biçimsiz bir cami, onun yanında sıra sıra birbirinden alakasız dükkânlar, ofisler... Bu çirkinlik yetmezmiş gibi bir de biçimsiz dükkânlara asılan ölçüsüz tabelalar ve reklamlar... İşte sahip olduğumuz halde zengin kültürümüzü kullanamayınca ortaya çıkan manzara!.. Turgut Cansever'in bilinen o meşhur sözü akla geliyor: Şehri îmar ederken nesli ihyâ etmeyi ihmal ederseniz, ihmal ettiğiniz nesil îmar ettiğiniz şehri tahrip eder.
Şehir Betonlaşınca İnsan da Betonlaşıyor
Bir şehri imar etmeden evvel şehrin tarihi, içtimai, örfi ve kültür anlamında nerede durduğunu ve hangi medeniyetin unsurlarından meydana geldiğini ve nelerden beslendiğini bilmemiz gerekiyor ki, bir şehre yapılacak imar, o şehrin kendi mevcudiyetinde bulunan kültür ve medeniyete yabancı, çirkin ve kaba durmasın. Filmlerde görüp de düzenli ve planlı bulduğumuz San Francisco yahut Endülüs gerçekte de göründüğü gibi. Ama kartpostallardan gördüğümüz İstanbul, gerçekte gördüğümüzden çok çok farklı. San Francisco’nun birçok bölgesinde her şey yerli yerinde; evler, köprüler ve alanlar bir diyalektik halindedir. Fakat İstanbul’da her şey birbirine geçmiş vaziyette ve çarpık bir şekilde plansız yapılmış ve yapılmaya da devam ediyor. Biz İstanbul’dan zevk alıyorsak, eskisinin kalan izlerinden zevk alıyoruz. Sırf biraz daha turist çekelim, sırf biraz daha fazla kazanalım diye yapılan ve parsellenen yerler İstanbul’u her geçen gün yok etmekte, kültürsüz, izsiz, tarihsiz, sıradan bir şehir haline getirmekte.
Geçen sene Süleymaniye’nin yollarına beton döküldü. Tarihi duvarların hemen bitişiğine yapılan bu asfalt mekânı daha fazla çirkinleştirmekten başka bir işe yaramadı. Süleymaniye Camii’ni betonla kaplamak arasında hiçbir fark yok neredeyse. Sonuçta onların yukarıda da bahsettiğimiz üzere, gördükleri Süleymaniye değil, beton yığını!..
Beton şehri görünce artık mimarilerin ruhunun da betonlaştığını, kalıplaştığını, estetiğin tamamen yok olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta güzeli ve estetiği fark edemeyen, bulamayan mimar, kendisine verilen bir yeri neden hoyratça kullanmasın? Ruh çarpık olursa, kafa da çarpık oluyor. “İnsan mı daha önemli şehir mi” sorusuna karşılık şehrin insanı imar ettiğini düşünüyorum. Bu durumda falan belediyenin sırf ben daha rahat yürüyeyim diye Süleymaniye’nin yollarına beton döşemesi hem şehri hem de insanı tahrip ediyor. İnsanın aklına gelmiyor değil; acaba bu kadar betonu yapıp da önümüze haklı gerekçe sunanlar mı daha akıllı yoksa Mimar Sinan mı daha aptal?
Turgut Cansever, bu duruma ilişkin, “Mimarî, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddî, organik, ruhî ve fikrî bütün varlık alan ve tabakalarında düzenleyen bir disiplindir. Teknolojik, iktisadî ve politik sorunlara ek olarak insanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır” der. Hangi tahakküm güç, şehirde istediği bir yere istediği binayı dikip istediği şekli verebiliyor? Bu konularda çalışmalar, duyurular, şikâyetler hiçbir şekilde de fayda sağlamıyor. Estetik algısı değişmeden, çarpık zihniyetten kurtulmadan en doğrusu da paraya tapmadan yeni bir şehir düşünülemiyor.
Çirkin, plansız oldubitti yapılar şunu gösteriyor ki, medeniyeti şuursuzca bozuk para gibi harcayıp, yaşadığımız memleketleri keşmekeşe çeviriyoruz. Batı’nın bugün yaşadığı hayat tarzı gibi… Hâlbuki medeniyetler birbirine karışıp aynı olduktan sonra ayrı ayrı ülkelere-toplumlara ayrılmamızın, ayrı ayrı kültürlerde olmamızın bir anlamı kalmıyor. Zevken idrak olmadan Mimar Sinan’ın yaptığı Selimiye, Süleymaniye gibi eserler bize taşlardan başka bir anlam ifade etmiyor.
Kaynakça:
(1) Mehmet Bahaettin, Yeni Türkçe Lügat, Kültür bahsi, 2015, Türk Dil Kurumu Yayınları
(2) Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınları, 1997, sf.58-67.
(3) TDV-İslam Ansiklopedisi-Medeniyet maddesi
(4) Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız -Temel meseleler-, 1993, İbda Yayınları, sf. 45.
(5) Salih Mirzabeyoğlu-Kültür Davamız -Temel Meseleler-, 1993, İbda Yayınları
(6) Selçuk Mülayim, Mimari bahsi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
(7) Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İbda Yayınları, 1989.
(8) Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, Şekil ve Üslûp, İbda Yayınları, 1989, sf.123.
(9) Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, Biçimcilik-Formalizm, İbda Yayınları, 1989, sf. 125.
Aylık Dergisi 161. Sayı, Şubat 2018