Asrın vicdanı meyyit, darağacında fikir;
Kenan ilinde Yusuf, kuyuda Mütefekkir!

Yaşadığı devrin fikir kahramanı olan adam, aynı zamanda o devrin konforunu da bozan adamdır. Eski Yunan’da “Platon Akademisi”nin üzerinde şöyle bir levha asılıymış: “Geometri bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri giremez.” Evet tıpkı bunun gibi, hak ve hakikat adına asrının konforunu bozmayan adam da, kahramanlık dairesinin eşiğine tek bir adım bile atamaz. Zira hakiki mütefekkir, rahatı kaçırmak için vardır; rahata konmak yahud rahata buyur etmek için değil. Âşikârdır ki, rahata konmayan adam da, rahatına düşkün olanlara ziyadesiyle rahatsızlık verir.

Sokrates!..

- ‹‹Talebesi Eflâtun’un tâbiriyle, boğa bakışlı, gözlerini diktiği yeri kezzap gibi oyan, çıkık geniş alınlı, süt beyaz sakallı bu yetmişlik ihtiyar, birçoklarınca Atina’nın başına belâdır. Onlara belâ gibi göründüğünü kendisi de bilir. Atina’nın bu dış oluş ve görünüşü içinde rahatını bulmuş olanların karşısına, en umulmadık anlarda ve yerlerde çıkıverir; asâsını yollarına bir engel gibi diker, geçip gitmelerini önler ve sorar:

- Söyle bakalım, ne düşünüyorsun?

- Neye dair düşünmeliymişim ki?..

- Kendine dair...

- Kendime dair mi? İnsan kendisini bilmez mi?

- İnsanın en bilmediği, kendisi... Kendi kendini bil!

- Ya öbür bildiklerim?

- Bilmeyi bilmeden, onun nereden ve nasıl geldiğini bilmeden, bilmek olur mu?

Hesaba çekilen adam, suratı ve beyni bumburuşuk, kendisini bu garip ihtiyardan kurtarıp, kaçarcasına uzaklaşır.›› [1]

“Yaşanmaya değer hayatı” arayan, insanlara fazileti ve iyiliği öğütleyen Sokrates, Yunan gençlerini yoldan çıkarma ve Atina tanrılarını kabul etmeme ithamıyla mahkeme karşısındadır. Meşhur savunmasından iki paragraf aktaralım:

- ‹‹Belki bana denecek ki, “Sokrates ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek yaşayamaz mısın?”... Buna vereceğim cevabı anlatmak çok güç. Çünkü dediğinizi yapmanın Tanrı’ya karşı bir itaatsizlik olacağını, onun için ağzımı tutamayacağımı söylersem, ciddi bir söz söylediğime inanmayacaksınız; fazileti, üzerinde hem kendimi hem başkalarını tecrübe ettiğim daha birçok meseleleri hergün münakaşa etmenin insan için en büyük iyilik olduğunu, imtihansız bir hayatın yaşanmaya değer bir hayat olmadığını söylersem bana yine inanmayacaksınız.›› [2]

- ‹‹Müdafaa vardır ki, tenezzül edilen şartlar bakımından, kurtulmak içindir. Yine müdafaa vardır ki, hakikatten başka hiçbir şeye boyun eğmemek bakımın- dan, ölmek için... Nasıl ki, insan, cenklerde, er meydanından kaçarak da hayatını kurtarabilir. Fakat üstün insan bu hale düşmez. Benim de müdafaam şimdi bu ölçüye göre olacak ve hayatımı kurtarmaktan ziyade feda etmeye yarayacak... Ben, o türlü kurtulmaktansa bu türlü ölmeyi tercih ederim!›› [3]

‹‹Tetkik ve tahkik edilmeksizin geçen bir hayata asla varlık denilemez.›› [4] şiarını canı pahasına savunan, tefekkür âbidesi bu ihtiyar, baldıran zehri içirtilerek öldürülür. Yeri gelmişken şu inceliğe de dikkat: ‘Şiar’, ‘şuur’ ve ‘şair’in Arapça aynı kökten gelmeleri yanında, Yunancada ‘şair’ ve ‘deha’nın aynı kökten olmalarını hatırlamakta da fayda var. Ve, Büyük Doğu’nun “Şair zamanının nabzını tutan, cemiyetin geliş gidiş yönlerini kestiren, çağının mesulü ve şahidi ulvî şahsiyettir.” meâlindeki ölçüsünü.

Sokrates Atina tanrılarının konforunu bozdu; Galileo Roma’da “Dünya dönüyor!” dediğinde papalığın konforunu bozdu; “Kur’an mahlûk değildir!” hükmü yüzünden 28 ay zindan hayatı süren İmam Ahmed bin Hanbel devrin halifesinin konforunu bozdu; Dostoyevski Çarlık rejiminin konforunu bozdu. Üstad Necip Fazıl, zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez!” deyip fikir sahnesine adımını attığı ilk günden son gününe kadar, bütün sahte oluş ve kahramanları ifşâ ederek ve hadiselerin “nasıl”larını da göstererek tüm rahatları bozmuştu.

Ezcümle, tarih boyunca o soydan yahud bu soydan gelen tüm fikir ve aksiyon kahramanları, âşikârdır ki, asrının rahatını kaçırmış adamlardır. Ve böyle bir durumda da tüm dünya âdeta üzerlerine gelmiştir. Zira, J. Swift’in ifadesiyle; “Dünyaya gerçek bir dâhi geldiğinde onu şu işaretten tanıyabilirsiniz. Tüm ahmaklar ona karşı birleşir.” Yahud Einstein’dan iktibas edersek; “Yüksek ruhlar her zaman sıradan akılların şiddetli muhalefetiyle karşılaşır.”

Ve bugün, -asitle bazı ayıran “litmuspaper” hakikatince- kafa yormaya değil kafa çekmeye alışmış sözde aydınından, “güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanı”na; liboş demokratından, nonoş hürriyetçisine; şen sıpa sürüsünün kumandası altında olup da dâvâ sahibi olduğunu sanan omurgasızlara kadar, tüm sahte ve kahpeleri ayıklayan, hepsinin rahatını bozan Mütefekkir Mirzabeyoğlu!.. Salih Mirzabeyoğlu asrın konforunu bozan adamdır. Bundan dolayı da, adam olmanın sadece iki ayak üzerinde durmak olduğunu zannedenler, onun yaşadıkları karşısında “kuzuların sessizliği”ni oynamaktadır.

Ahmed Hamdi Tanpınar, Huzur romanının Babıâli çevresinden ilgi görmemesinden yakınırken, “sükût sui- kasti”ne maruz bırakıldığını söyler. Bugün dost derdinden çok, post derdiyle kıvrananların tam da Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na uyguladıkları şeydir bu; onu ademe mahkûm etmeye çalışmak. Ünlü sanat adamı Bernard Shaw bu cinayeti şöyle dile getirir; “İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek değil, ona kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü nefret değil, kayıtsızlıktır.”

Burada açıktır ki, kayıtsız kalınmaya çalışılan sırf Mütefekkir Mirzabeyoğlu değil, onun fikri, kitablık çapta külliyatıdır. Tıpkı asırlar öncesinden Sokrates gibi “zamanı aşmaya çalışma ve yaşanmaya değer hayatı bulma” teklifidir. Tabiî bu noktada unutulmaması gereken bir hakikat, gözünü yummakla güneşin kararmayacağıdır. Sokrates’e de çağının adamları gözlerini yummuşlardı, lâkin yaklaşık 2500 yıldır Sokrates güneş gibi parlarken, gözünü yuman budalaların bugün esamisi bile okunmuyor. Üstad’ın “Çile”sini, 23 Nisan çocukları gibi, zamanı gelince açılıp okunacak şiir kitablarından bir kitab gibi belleyenler, ne hikmetse bu kelimeyi (çileyi) şahsî lûgatlerinden çıkarmışlardır. Üstad haykırıyordu ya: ‹‹Lâfımın dostusunuz, çilemin yabancısı, / Yok mudur, sizin köyde, çeken fikir sancısı?›› [5] Evet, bu söz onlar için zengin kafiye barındıran, hece ölçüsüyle yazılmış bir mısradır sadece. Ruhsuzun ruhunda hiçbir şey uyandırmaz. Uyanır gibi olanlar da, sisteme yanaşık düzende yamanma gayretlerinden ötürü, kafa konforlarını bozmaya pek yanaşmaz.

Bilhassa, şucusu-bucusu hepsi içinde olmak üzere, Allah’ın huzurunda saf tutanların, hadiselere artık “pozisyo- nel” değil “ilke seviyesinde” bakmaları, esen rüzgâra göre rota belirlememeleri, ifrat boyutunda realist olacaklarına bir parça idealist olabilmeleri, güç yerine ahlâkı önemsemeleri, süflî zaferler yerine de ulvî seferler peşinde koşmala- rı gerekmektedir.

Başyücelik emirleri: Kumar, içki ve zehir Başyücelik emirleri: Kumar, içki ve zehir

Herkesin yaptığının şerefi de, şerefsizliği de kendisine aittir. Ancak bu noktada, bir şeyi önemle hatırlatmak istiyoruz:

Hicrî birinci asır. Tâbilerin büyüklerinden Hasan Basrî Hazretleri, bir gün sevdikleriyle sohbet ederken, ona şöyle derler:

‹‹ – Siz, zamanımızda, Allah Resûlünün Sahabîlerine eşsiniz.

Cevap verdi:

- Hasan Basrî, nasıl Allah Resûlünün Sahabîlerine eş olabilir ki, siz bu halinizle onları görmüş olsaydınız, deli derdiniz; onlar da sizi görselerdi, bunlar Müslüman değil, derlerdi.›› [6]

Ve hemen ilave edelim, bâtın kahramanlarından birinin sözüdür; ‹‹Bu ümmetin öyle bir zamanı gelecek ki, münafıka dayanmadan mümine geçim mümkün olmayacaktır!›› [7]

Sözü, “söz meydanını, er meydanı” bilen Mütefekkir Mirzabeyoğlu’yla bağlayalım:

‹‹En yüksek umutlarını yitirmiş kişiler tanıdım ben gerçi her zaman küçüktüler bülbül niyetine öten karga ve sonradan bütün yüksek umutlara iftira ettiler onlar!

O gün bugündür hayasızca yaşadılar geçici zevkler içinde -“biz gerçekçi olduk gerçek böyle!” gündelik ömürlerinden öte hemen hiçbir gaye edinmediler!

Bir zaman kahraman olmayı kurarlardı şehvet düşkünleridir şimdi dert ve dehşettir kahra- man onlarca! Fakat sen sevgim ve ümidim başı için yalvarırım gönlündeki kahramanı bir kenara atma kutsal tut en yüksek ümidini ve Allah için kötüye nefretini!›› [8]

O erlere selâm olsun!

DİPNOTLAR

[1] Necib Fazıl, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1998, s. 6.

[2] Salih Mirzabeyoğlu, BüyükMuztariblerI -Düşün- ce Tarihine Bakış-, 1. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 311.

[3] Necib Fazıl, Çerçeve IV, 1. Basım, Büyük Doğu Ya- yınları, İstanbul 1996, s. 296.

[4] Necib Fazıl, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1998, s. 23.

[5] Necib Fazıl, Çile, 32. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 433.

[6] Necib Fazıl, Veliler Ordusundan 333 -Halkadan Pırıltılar-, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 56.

[7] Salih Mirzabeyoğlu, Kökler -Necib Fazıl’dan Es- seyyidAbdülhakîmArvasî’ye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 204-205.

[8] Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat -Önsöz Bayramlık-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 151.

*İktisatçı. Aylık, Baran ve Genç Dergileri yazarlarından.

Bilgehan Eren, Aylık Dergisi 76. Sayı, Ocak 2011