Günümüz dünyasında, özellikle de 2000'li yılların başından bu tarafa insan psikolojisi, zihin gücü ve beynin işleyişi çok konuşulan mevzular arasında... İknânın, ispatın ve etkileme gücünün insanlarda hayal bile edemeyeceğimiz değişiklikler meydana getirdiğinin bilindiği ve konuşulduğu bir çağdayız. Bununla birlikte birçok fiziksel hastalığın da psikolojiyle ilişkili olduğu düşünülüyor. Sıkıntılarımızın ve problemlerimizin sebebinin sadece ekonomik meseleler olmadığını görebilmek zor değil artık. Manevî sığınaklarımızdan mahrum edildik, değerlerimizden uzaklaştırıldık. Zihinsel dayanaklarımız elimizden alındı. “Hayatın anlamı nedir? Varoluş nedir?” sorularını ehemmiyetsiz kabul eden bir sistemde yaşıyoruz. Sadece pozitif bilimlerde ezberi, kopyalamayı başarı sayan bir eğitim sistemi bize dayatıldı. Bizi yaratan, yaşatan, belirli bir süre için dünyaya gönderen ve asla başıboş bırakmayacağını söyleyen “Mutlak Güç”e yaklaşıp teslim olmak varken ondan uzaklaştık. Bu yıkımın insan psikolojisinde yol açtığı zarar ve ziyan da tarif edilemeyecek kadar büyük oldu. Bu zarar, tüm bu saikler dolayısıyla insanın, büyük bir boşluğa düşmesiydi.
Kapitalizm 20.yüzyılda bu boşluğu madde ile doldurmak istedi. Sadece materyal olan şeyleri kabul edip, bunlara inanmamızı istedi. Ruhu hesaba katmadan yaşamanın çok daha mantıklı olacağını söyledi. Paraya, eğlenceye, gösterişe verdirdi hayatı. Ve tabiî ki bahsettiğimiz boşluğu doldurmak pek mümkün olmadı. Bugün gelinen noktada, ulaşılan gerçeklerle anlaşılıyor ki; akıl birçok meselede tek başına yeterli değil. Zihin gücü hayatı anlamamıza, anlamlandırmamıza yetmiyor. İnsan zihninden çıkan her şey bitmeye, tükenmeye, kaybolmaya mahkûm... Öyle de oldu zaten. Vaziyetin getirdiği sonuçları hepimiz görüyoruz. Psikologlara, psikiyatristlere duyulan ihtiyaç had safhada... Anti-depresan kullanımı her geçen gün artıyor. Sık sık intihar hadiseleri duyar olduk. İnsanlık bu kadar çaresiz bir duruma düştü.
Modern dünya tüketim çarkını hayatımıza yerleştirdi ve tüketim toplumunu oluşturdu. Hayatı, tüketmek için yaşadığımız bir şekle getirdi. Allah ile olan bağımızı koparıp, dünyaya bağladı. İnsanlığın varoluş formülünü bozdu. Hadiselerin arkasındaki sırları fark edemeyen, sebeplere tapan bir insan modeli çıktı ortaya. Amacı unutturup, araçlara sımsıkı sarılmayı öğretti bize. Maddî haz ve hız, yaşamın kaynağı oldu. Hal böyle olunca duyarak, düşünerek, hissederek yaşamaktan uzakta, geçici hazlarla sınırlı kaldık. Oysa çoğu zaman içinde bulunduğumuz çarkın dışına çıkıp, hadiselere oradan bakmaya öyle çok ihtiyacımız var ki… Bunu yakalayabilen insan sebeplere hakkı kadar değer verip, araçları yalnızca kendisini Allah’a yaklaştıran bir vasıta olarak görür. Hadiselere daha geniş açıdan bakabilir.
İmanın temel unsurlarından biri de “gayba iman”dır. Gayb “Gizli olan, bilgiyle kuşatılmayan, müşahade alanının dışında kalan her şeydir” diye tanımlanıyor. Görünmeyen gerçekliğe inanmak, insanı iman mertebesine yükselten ilk basamak. Materyalist sistem bu hakikati reddederek yalnızca beş duyu organımızla algılayabildiğimiz şeyleri gerçek kabul ediyor. O yüzden de kıt bir alanda debelenip duruyoruz. Eşya ve hadiselerin sırları beş duyuyla açıklanamıyor çünkü. Dünya görüşümüz sayesinde ifade edebiliyoruz ki; varlık âlemi beş duyu organımızla algılayabildiğimizden çok daha geniş kapsamlı... Bu gerçeğin bilincinde olan insan, yaradılış amacı dışındaki işlerle uğraşmaktan ve kavrama gücüne sahip olmadığı olgularla oyalanmaktan kurtulur. Faydasız yerlerde boşu boşuna harcanmamış olur. Haddini bilmenin, riayet etmenin, teslim olmanın büyük bir ruhî güç olduğunu bilmeyen bir insan ise hangi koşulda olursa olsun, her şeyle problemlidir. Mutsuzdur ve tahammül edilemezdir.
21. yüzyılın başlarında Amerikalı genetikçi Dr. Dean Hamer, insan DNA’sında “Tanrı’ya inanç genini” belirlediğini iddia etti. Bu genin beyindeki bazı kimyasalları kontrol altına alarak, kişinin maneviyat boyutunu belirlediğini öne sürdü. Demek ki aklımızla izah edebilmemizin mümkün olmadığı mistik bir güce inancı, genlerimize kadar işleyen bir “Mutlak” var. Basit bir akıl yürütmeyle bile anlaşılabilir bu hakikat. Hal böyleyken bu gücün yerine ucuz, basit ve aciz şeyleri koyabilmek mümkün mü? Değil... Maddeyi nesnenin en küçük yapı birimi olarak kabul ettik ve “En küçük yapı taşı atomdur.” dedik. “Atomların çekirdeğini ise protonlar, nötronlar oluşturur ve sabittir.” dedik. Fakat bugün kuantum fiziği proton ve nötronları oluşturan daha küçük yapı taşları olduğunu kanıtladı. Eşyanın hakikatine dair bilmediğimiz birçok gerçeği gösterdi. Su molekülleri üzerine inceleme yapan Prof. Dr. Masaru Emoto suyun yanında sevgi, saygı, minnettarlık gibi güzel duyguları anlatan sözler konuşulduğunda veya su ahenkli bir musiki ile karşılaştığında altıgen kristalin güzel ve düzgün bir şekil aldığını tespit etti. Bu misal madde dünyasında açıklanamaz, izah edilemez. Dolayısıyla kapitalist sistemin getirdiği şeyleri âlemleri yaratan, her türlü noksanlıktan münezzeh olan, her şeye gücü yeten, ilim ve sanat sahibi olan Mutlak gücün yerine koymak gülünçtür. Hayat amacı olarak Allah’a kulluk yapmak yerine zevklerimizin peşinde koşmamız gerektiği öğretilirse, “İnsan çıkarları peşinde koşan bir varlıktır.” denilirse, “Senin ayakta kalman için diğerleri ölsün gitsin.” fikri empoze edilirse elbette bunun bir bedeli olur.
Son devrin büyük İslâm Âlimi Abdülhâkim Arvâsî Hazretleri’nin “İnan da istersen bir odun parçasına inan.” sözüyle, inanmaya verdiği değerin hakikati bugün laboratuvar ortamlarında anlaşılıyor. Yapılan araştırmalara göre inanan bir insanda beynin ön bölgesi müthiş bir uyumla çalışıyor. Böylece kişi aktif, huzurlu, üretken ve mutlu oluyor. Psikiyatristler bu hâle “ekstazi hâli” diyorlar. Bu hâl kişiyi mutluluktan öteye, coşku hâline getiriyor. Alfa ve teta dalgaları yoğun biçimde salgılanıyor. Alfa dalgası istirahatta hissedilen rahatlama ve gevşemeyi; teta ise içsel huzuru sağlıyor.
Tevhid inancına sahip bir kişide ise bu durum daha da güzel oluyor. Kişi, kendisini evrenle bütün olarak hissediyor. Müthiş bir manevî haz duyuyor ve bu kalıcı, sürdürülebilir bir haz oluyor. Maddî hazlar geçiciyken, manevî haz devamlılık arz ediyor. Çünkü bu hazzın kaynağının, sahibinin Allah olduğuna inanıyoruz ve biliyoruz. İnsanı gören, duyan, bilen bir güce inanmak müthiş bir huzur veriyor. Bu sayede kişi gelecek kaygılarından kurtuluyor. Kaygı bozukluğu, diğer adıyla “anksiyete” çağımızın ciddi sorunlarından biri haline gelmiş durumda zaten. Beklentilerle oyalanmanın her geçen gün daha derin çıkmazlara soktuğu bir zihniyetteyiz çünkü. Hayatımızın çoğunu beklentilere harcıyoruz. İmanlı bir insan hiçbir zaman karşılık beklemez; fakat içinde bulunduğumuz sistem, bizi sürekli karşılık beklemeye zorluyor. İnsan sosyal bir varlık. Tek taraflı düşünülemez. O yüzden “bütün fikrin gerekliliği” her meselede olduğu gibi bu konuda da şart...
Bir diğer önemli husus; 21. yüzyıl bize hızlı yaşamayı dayattığı için “her şeyin kontrolünü elimize alabileceğimizi” telkin etti. Oysa bu doğru değil. Cüz’î irademiz tabiî ki var; fakat bu hayatımızı yönetemez. Yaşadığımız ve yaşayacağımız şeylerin kontrolü bizde değil; ama yaşadığımız ve yaşayacağımız şeyler karşısında gösterdiğimiz tavır bizim sorumluluğumuzda. Kontrol duygusunun izahının olduğu tek yer de tevhid inancı. Kader karşısında tamamen çaresiz değiliz; ama kaderin hâkimi de değiliz. Rabbine inanan, teslim olan, kaderine razı olan bir kişi kendisini gören, bilen bir güç olduğunu bildiği için olaylar karşısında sakin ve huzurlu olur. Çünkü sonucun ne olduğuna bakmaz. Sonuç değil, süreç odaklıdır. Beklenti içinde değildir. Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra “Mutlak Güç”e teslim olur. Bu da kontrol duygusunun hangi noktada ne kadar bizde olduğunun izahını gösterdiği için sınırlarımızı çizer.
Yazı: Hanife Kındır
Aylık Dergisi 186. Sayı Mart 2020