Sinema -üzerinde tartışılsa da- yedinci sanat diye adlandırılan, görsel ve işitsel bir sanat türüdür. Sinemaya geçmeden önce sanat nedir ve sanat ihtiyacı nereden doğmuştur, buna değinmek isterim.

“Sanat bir duyguyu yaşayan insanın, o duyguyu bilerek ve isteyerek başkalarına aktarma olayıdır.” Bir başka açıdan baktığımızda sanat aslında içte olan ve oluşan duyguların, hislerin dışavurumudur. Picasso, kendisine “Sanat nedir?” diye soranlara “Sanat ne değildir ki?” demiştir. İnsan özü itibariyle yaptığı her işte sanat yapma gayesi güder. 

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Şiir ve Sanat Hikemiyatı kitabından sanat ihtiyacına dair şu paragrafı aktarmak isterim:

“Kendinde, öte bir şey olmak insanın özünde olmasaydı, sanat çabası boş ve manasız bir şey olurdu; çünkü bu durumda insan, bir fert olarak da “tamam” ve “olabileceği her şeyi olmuş” olurdu… İnsanın çoğalması ve bütünlenme isteği de gösteriyor ki, kendinde kendini aşma memuriyetindedir insan; her an kendini oluşturan ferdin bütünle böylece kaynaşması için, sanat, vazgeçilmez bir araçtır… Sanat aynı zamanda, insanın sayısız birleşme, değişik hayatları ve düşünceleri aksettirme kabiliyetini yansıtır.”

Bizim nazarımızda ise bu ihtiyaç şöyle açıklanır: Allah’ın nurundan bir parça taşıyan insan, (yani özü itibariyle güzele ilgi duyan insan) ‘Mutlak’ olandan ayrılmasıyla birlikte tekrar ‘Mutlak’ olana yönelmek için, belirli usullere başvurarak bir çaba/arayış içerisine girmiştir. Bu çaba/arayışa biz sanat deriz. Yani insanın içinde Mutlak Güzel’den bir parça vardır. Kumandan’ın Şiir ve Sanat Hikemiyatı kitabında da böyle bir tanıma rastlıyoruz:  “Zira güzel, Mutlak Varlık’ın ruhlarla eşya üzerinde yansıması ve efsunlu bir gösteri halinde belirmesidir; güzele duyduğumuz ilgi de, aslımızı oluşturan BİR’e, birinciye dönme arzumuzdan ve aslımıza yalnız hasselerimizin etkisiyle değil, kendi ruhumuzla özel bir benzerliği olduğu için güzeldir, çünkü biz de, Mutlak Varlığın nefesinden üflediğini buyurduğundan başka bir şey değiliz. “

Hz. Mevlana’nın ney metaforunda remzedildiği gibi, kaynağından koparılan her varlık acı acı inleyerek kaynağını arar. Eğer bu arama eylemi son bulursa, koparılan nesne usul usul çürümeye yüz tutar. Acı acı inlemek tabirine burada eşittir sanat diyebiliriz. Bu acı acı inlemeler son bulunca sanat da olmaz ve çürüme başlar. 

Bunlara ek olarak Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bir beyiti:

"Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;

Marifet bu gerisi yalnız çelik çomakmış."

Üstad, sanat anlayışını yine sanatların anası olan şiir ile ifade ediyor.

Tabiî ki her dünya görüşüne göre sanat, belli başlı düşünceler ile açıklanmıştır ve uygulanmıştır. Ama şu bir gerçek ki hiç bir sanat faaliyeti din faktörü olmadan yani kökü olmadan hayat bulamamıştır. Dinin olduğu yerde bir dünya görüşü de muhakkak vardır.

Buradan doğal olarak şu yorumu çıkarabiliriz: Hiç bir sanat, bir dünya görüşünden bağımsız düşünülemez.

Biz sanatı kendi dünya görüşümüze nispetle bir vasıta aracı olarak görürüz. Üstadın tanımlamasıyla: “Sanat ki, bizim gözümüzde en çevik ve en gizli usulle Allah’ı aramanın müessesesidir, namütenahi mücerrede, yâni aslî gayesine yaklaştıkça İslam’da değer bulur.

İslam sanata davanın en sihirli telkin vasıtası gözüyle bakar ve onları hem müşahhas hizmet ve faaliyetleri hem de mücerret kıymet ve hikmetleri bakımından tamamıyla benimser.

İslam inkılabında gerçek sanatçı, tamamıyla serbest olarak her hususta devletin zimmet ve kefareti altındadır ve meşru ölçüyle, tek nefesinin, tek duygu ve düşünce anının hakkına kadar her cihetten emniyettedir. O daima meşru ölçüyle, dilediği hayatı sürmekte hür, sadece kısırlığa ve uyuşukluğa düşmeden eser vermekle mükelleftir.

Batı'da "Sanat nedir?'' sorusuna verilen ilk cevap, sanatı bir yansıtma, benzetme veya taklit olarak görme eğilimindeydi. Sanatçı dünyaya bir ayna tutar. (İdealar aleminden yansıyanları yansıtır. Taklidin taklidini yapar.)

Platoncu bu sanat anlayışa baktığımızda da bir sınır görüyoruz aslında. Sanatçı bir ayna tutucudur en fazla. Sanatçıya bundan daha fazla bir rol yüklenmemiştir. Yani sanatçının, Rönesans ile başlayan Hümanizm akımı ve insanı merkezileştirme (Tanrı-İnsan) sürecine kadar sınırı çizilmişti. Yaratılıştan bir yaratış çıkarma rolündeki insan daha sonraları direkt yaratıcı rolünü üstlenecektir.

Buradan sinemaya geçecek olursak, medeniyet krizi yaşanan zamanlarda medeniyet krizini yaşayan medeniyetler, yaşanan krizin boyutlarını gösterebilecek büyük formlar geliştirirler. Sinema bu kriz zamanlarının sanat ve tefekkür formudur.

Sinema, görüntülerin veya çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalıdır.

19. yüzyılın sonunda Fransız Louis (Lui) ve Auguste Lumiere (Ogüst Lumiya) kardeşler, geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntüyü elde ettiler. Sinemanın doğuşunu simgeleyen bu gelişmeden sonra Lumiere kardeşler, halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yapmıştır.

Sinemanın sanat ve ticaret ortamına girişi 1903’de Büyük Soygun (The Great Train Robbery) filmiyle başlamıştır.

Tarihsel süreçte önem olarak büyük bir ivme kazanmasıyla sinema, her türlü emele alet edilen bir sanat türü oldu. Sinema bir medeniyet meselesidir incelikli olarak. Sinema bütün sanat türleri gibi, düşünce yolculukları yahut bilimsel keşifler gibi, ancak bir medeniyetin içinden yapılan, hem o medeniyetin varlığını idame ettiren, hem de türlü sorunlarını tartışmaya açan, o medeniyet varlığının ve varoluşunun hem ifadesi hem de ifade edicisi bir olay/olgu”dur.

Sinema da en nihayetinde bağlı olduğu gayeye göre değer kazanır. Kullananın amacına göre bir hikmet, iyilik, güzellik aracı olabileceği gibi; çirkinlik, kötülük, manipülasyon aracı da olabilir. Sinema bize ait bir form olmadığı için alırken veya kullanırken elekten geçirmek ve taşlarını ayırmak elzemdir.

Üstad sinemayı şöyle tanımlıyor:

“Sinema bizzat sanat müessesesi olarak Şeriatın hiçbir surette itiraz etmediği, yalnız içine Şeriatça yasak unsurlar girdiği nispette (Hollywood filmleri) yasaklanmasını gerektirdiği, mücerret asılları ve mahiyetleriyle kabahatsiz, fakat müşahhas halleri ve fiilleriyle müthiş suçlu vasıtalardır.”

Sinema cephelerden bir cephedir. Amerika bunun farkında olacak ki bir sinema politikası geliştirmiştir.

Sinemada ilk büyük gelişmeleri Avrupa kaydetmiştir; ancak bir süre sonra bu alandaki üstünlüğünü ABD’ye kaptırmış. Daha sonra Hollywood’un önlenemez yükselişi başlamıştır. 1900’lerin başında Amerikan iç pazarında yabancı filmler hüküm sürmüştür: Örneğin 1907’de ABD’de piyasaya sürülen 1200 filmden yalnızca 400 kadarı yerliydi. Bunun farkına varan Amerikan sinema endüstrisi Moving Picture World’ü kurmuş ve öncelikle iç pazara yoğunlaşmıştır. I. Dünya Savaşının Avrupa’daki pek çok ülke için getirdiği sıkıntılar ve ambargolar da ABD’nin sinema sektöründe Avrupa’ya göre güçlenmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Savaş, Avrupa için ticaret ağlarını yok etmekle kalmamış, aynı zamanda film üretimi için son derece önemli olan insan hayatı, malzeme ve devam eden deneyler bakımından da Avrupa’ya ağır bir bedel ödetmiştir. ABD, 1914 yılında sinema sektöründe bir numara olmasını sağlayacak uluslararası bir yayılma kampanyası başlatmıştır.

1910’larda birçok film şirketi küçük Hollywood banliyösü ve civarına yerleşmeye başlamış ve on yıl içinde ortaya çıkarttıkları sistem sadece Birleşik Devletler de değil, tüm dünya da sinemaya egemen olmuştur. Bu kadar hızlı yayılmaları gerçekten çok ilgi çekicidir. Sinemanın kitlelere hitap eden bir sanat dalı ve kuvvetli bir propaganda aracı olması bu hızlı sistemleşmeyi beraberinde getirmiş.

1944–1945 yıllarına gelindiğinde ise, Avrupa yeni bir savaşla yüz yüze gelmiş ve ekonomik, siyasi ve toplumsal sıkıntılar tekrar kendini hissettirmeye başlamıştır. II. Dünya Savaşı sona erdiğinde, savaşın kendi topraklarına sirayet etmemesi sebebiyle ekonomisini güçlendirerek çıkan tek ülke ABD olmuştur. 1946 yılında Hollywood gişe gelirlerini 1.7 milyar dolara çıkarmıştır. Bu dönemde gündemde olan Marshall Yardımlarının bir parçasını da ABD filmlerinin yardım kapsamındaki ülkelere gümrük kısıtlaması olmadan girebilmesi oluşturmuştur. Böylece Amerikan filmlerine ayrılan kotaların arttırılması hedeflenmiştir. Fransa, İtalya, İngiltere ve Almanya gibi sinema sektöründe önemli bir yere sahip ülkeler dayatmalarla karşı karşıya kalmıştır. Bir süre sonra ulusal sinemalar etkinliklerini yitirerek Hollywood’a yenik düşmüşler ve Amerikan sineması tek başına dev bir endüstri haline gelmiştir.

Hollywood sineması, Amerikan hegemonyasının en önemli araçlarından biri olarak kullanılıyor. Amerika’nın dünya üzerindeki gücünü, çok önemli oranlarda, Hollywood üzerinden ürettiği Amerikan imgesinin ve kültürel  hakimiyetinin büyük bir payı vardır.

Sinemanın tesirine dair bir örnek olarak, pizzanın Türkiye’ye giriş hikayesi çok ilginçtir:

“1989 yılında Türkiye ilk defa pizza dükkanlarıyla tanışır. Türkiye’ye birkaç dükkan açarak pazarın nabzını yoklayan ünlü marka aldığı sonuçla şoka girer. Bekledikleri gibi olmaz. Boğazına düşkün olduğu için pizzayı seveceğini düşündükleri Türk tüketicisi, pizzayı sevmez. Dükkânlar kapatılır. Geri dönülür.

1991 yılı. Murakami-Wolf-Swenson Productions’ın ürettiği bir çizgi film dünyada büyük ilgi görür. Yapımcı şirket Türkiye’deki bir özel kanala bu çizgi filmi teklif eder. Kanal şaşkındır, fiyat gerçekten olması gerekenin %10’udur.Adeta kapandaki peynir gibi duran bu teklifi kaçırmaz özel kanal. Yayınlanmaya başlar. Çizgi film Türkiye’de de çok tutulur. Oyuncakları, rozetleri, kartpostalları, defterleri ve kitap kapları ile müthiş bir pazarlama da beraberinde gelir.

1994 yılına gelindiğinde çizgi film  milyonlarca çocuğu ve genci etkisi altına almıştır. Bu çocuklar tuhaf bir biçimde annelerinden pizza pişirmesini istemeye başlar. Türk anneleri pizzayı nasıl yapacağını bilmez. Talep gitgide artar. Derken pizza zinciri dükkanlarını yeniden aktif hale getirir, yeni dükkanlar açar. Çocuğu yemek yemeyen anneler mecburen pizza sipariş eder. Liseli, üniversiteli gençler arasında bir itibar nesnesi haline gelir. Türk mutfağının demode lahmacunu, pidesi terk edilmiş, gençler gruplar halinde pizza dükkanlarına gider hale gelmiştir.”

Bir çizgi filmin pizzayı tüm dünyaya tanıtması tabiri caizse dayatması, bize sinemanın gücünü açıkça gösteriyor.

Bu çizgi film, hepimizin tanıdığı Ninja Kaplumbağalar’dır.

Bütün sanatların amacı; okuru, izleyiciyi, dinleyiciyi etkileyen, insanın duyularını çeşitli yönlerden uyaran, onları belirli bir tepkiye yönelten bir ürün ortaya koymaktır. Ancak sinema, görüntülerin ve sesin istenildiği gibi kullanılabilmesi olanağını taşıdığından ve bunun sağladığı inandırıcılıktan dolayı bir propaganda aracı olarak diğer sanatlardan üstündür.

Sinema eserleri, sosyal gerçekliğin şu ya da bu şekilde inşa edilmesine zemin hazırlayan psikolojik duruşları, dünyanın ne olduğu ve ne olması gerektiğine ilişkin ortak düşünceyi yönlendirerek toplumsal kurumları ayakta tutan daha geniş bir kültürel temsiller sisteminin bir parçasıdır. İçerik gerçekçi olsun ya da olmasın, sinematografik anlatım her tür içeriği gerçek kılmaktadır. Sinema bu açıdan ideolojik propaganda bağlamında en güçlü araçlardan biridir.

Bu bağlamda sinema, anlatısı, türü ne olursa olsun hiçbir zaman değer yargılarından, ideolojik hatta politik eğilimlerden uzak değildir.

Özellikle Hollywood sinemasının hemen her dönemde egemen ideolojiye hizmet ettiği söylenebilir. Bu durumun çarpıcı örneklerinden biri de Amerika’nın Vietnam Savaşı sürecinde görülmektedir. 1960’lı yıllarda Vietnam Savaşı büyük bir halk muhalefetine konu olmuştur. Amerikan gençliği haksız bir savaşa katılmayı reddetmiş, 1970’lere gelindiğinde ise, nüfusun büyük çoğunluğu savaş karşıtı bir tavır sergilemeye başlamıştır. Nihayet 1975’te Saigon’un bağımsızlığını elde etmesiyle ABD, tarihinin ilk yenilgisini almıştır.

Yeni Amerikan militarizmi olumlayan yapımlar içinde en dikkate değer olanlarından biri Rambo’dur. Rambo’da yenilmez bir ölüm makinesi olarak resmedilen eski bir Amerikan askeri, Vietnam’daki savaş esirlerini kurtarmak üzere görevlendirilir. Kahramanca çabalar ve sayısız Rus ve Vietnamlının ölümüne yol açan ilkel şiddet gösterilerinin ardından görev başarıyla tamamlanır. Bu film belli başlı “muhafazakar” ön yargılara hizmet etmektedir. Birincisi, Uzakdoğulu komünistler aşağılık varlıklar olarak tasvir edilirler, ikincisi, tarihin yorumlanış biçimi Amerika’nın Vietnamlılara karşı gerçekleştirdiği vahşeti haklı göstermeyi amaçlar. Son olarak, özgürlük için savaştığı öne sürülen Amerikalılardır, Vietnamlılar değil…

Thanos : Batı’nın İç Sesi

Üzerine durulması gereken bir konu da, Marvel Sinemasının son iki filmi “Avanegers Infinity War” ve “Avanegers End Game”de karşımıza çıkan ‘Thanos’ karakteridir. Bu karakter Marvel evreninin en güçlü ‘kötü’ karakterlerinden biri olarak bilinir. Önemli olan kısım Thanos’un felsefesi. Bu son iki filmde bunu eylemleri ve söylemleri ile hissettirmesi ve fikirlerine ciddi bir taraftar bulması da bize göre ‘şaşırtan’, bunu planlayanlara göre de ‘istenen’ bir durum olsa gerek…

Thanos, toplumsal ve iktisadi görüşü itibariyle Malthus’a, inanç olarak nihilist olması yönüyle ise Nietzsche’ye nispet eder. Malthus’a göre nüfus artışı geometriktir (1,2,4,8…) şeklinde artar; gıda artışı ise aritmetik (1,2,3,4) şeklinde artar. Böylece zamanla nüfus ve gıda kaynaklarında büyük bir dengesizlik olur. Önleyici kontrolleri “geç evliliktir”. Sel, kıtlık, savaş, hastalık gibi afetleri de olumlu kontroller olarak görür. Tıpkı bugünlerde tüm dünyayı tesiri altına alan ve insanların ölümüne sebep olan Covid-19 salgını gibi. Malthus’a göre nüfusun belli bir kısmının gıda ve nüfus dengesini sağlayacak şekilde ölmesi/yok olması gereklidir. Büsbütün hatalı, eksik ve içinde canilik barındıran bu görüşün Thanos karakteri ile yeniden işlenmesi ve tüm dünyaya duyurulması çok manidardır. Thanos karakterinin Malthus’un bu yanlış görüşünü olumlamaya ve haklı çıkarmaya çalışan bir karakter olması kuvvetle muhtemeldir. Bu teorinin yürürlüğe konulması ve bugün ‘haklı’ görülmesi için birçok gelişmeler olmakta. Geç evlilikler, doğum kontrolleri, toplu imha için üretilen hastalıklar, genetiğiyle oynanmış, verimsizleştirilmiş tohumlar ve gıdalar vb…

Batı, insanlığı yarattığı gerçekliğe mahkum etmek için uğraşıyor. Zehri şekere bulayıp sunmak, yanlışı ve kötüyü, güzel ile ambalajlamak…  Kumandan’ın dediği gibi; “Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan yakalayıcı, zapt ve fethedicidir.” Şu an Batı sineması insanları maalesef bu illüzyon içine hapsetmiş durumda. 

Batı’nın bizi hapsettiği suni gerçekliğe karşı ilk önce Sinemanın hakikatini idrak ederek, hakikatin sinemasına doğru bir yol çizmemiz ve o yolda yürümemiz gerekiyor. Ama kendi dünya görüşümüzü sinemaya yansıtabileceğimiz ve devamlılığını sağlayabileceğimiz bir müessesemiz var mı bu soru işareti? Çünkü Hollywood örneğinde gördüğümüz gibi bu iş ilk müessese işi gibi duruyor kanaatimce.

Bunun Türkiye’den örneği Yeşilçam’dır. Hollywood’un taşeron şirketi olarak düşünebileceğimiz Yeşilçam’ın insanımız üzerinde yaptığı olumsuz tesiri ve 1000 yıldır süregelen örf, adeti, gelenekleri, inancımızı nasıl tepe taklak ettiği malumdur.

Cumhuriyet inkılaplarını pekiştirmek ve anlayışını empoze etmek için yüzlerce film çekilmiştir. Bugüne kadar sinemadan pek bir fayda devşiremedik açıkçası. Tesirleri genelde olumsuz yönde oldu. Şuan da maalesef öyle oluyor. 2019’da çıkan filmlere göz attığımızda ve yüksek bütçeli filmlere baktığımızda, bu filmlerin sadece dram ve komedi türünde olduğunu görüyoruz. Ya şuursuzca ağlatmak üzere, ya da şuursuzca güldürmek üzere… Bu iki tür en kolay gişe yaptıran ve para kazandıran türler maalesef. Bu iki türden tamamen soyutlanmış ve bilerek, bilmeyerek göz ardı edilen “tefekkür sineması” alanının talibi yok denecek kadar az.

Sinema masraflı bir sanat doğal olarak. Fikri olan çoğu Müslüman da fikrini yansıtabileceği bütçeyi bulamıyor maalesef. Müslüman sinemanın önünü tıkayan bir çok sebep saymak mümkün ama ana sorunumuz İslâm’a muhatap bir anlayış çerçevesinde teşekkül etmiş bir devlet yokluğu ve dolayısıyla o devletin altında müdir fikir etrafında teşekkül etmiş müesseselerin kurulamaması... Bu problem çözüme kavuşmadan hiçbir şeyin çözüme kavuşmayacağının farkındayız.

KAYNAKLAR:

1- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları

2- Salih MİRZABEYOĞLU, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İBDA Yayınları

3- Enver GÜLŞEN, Sinemanın Hakikati, Külliyat Yayınları

4- Berna MORAN, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem/Kültür Yayınları

5- GENÇALP, Hüseyin, Egemen İdeolojinin Yerleştirilmesinin Bir Aracı Olarak Sinema: Çocuk Yıldız Filmlerinde Egemen İdeolojinin İşleyişi, Konya – 2011

6- ORTA, Nermin, Hollywood Sinemasına Karşı Avrupa Film Politikaları ve Geliştirilen Korumacı Tedbirler, İletişim Dergisi

Yazı: Muzaffer Ayvalıoğlu

Aylık Dergisi 187. Sayı Nisan 2020