Yazar, okuyucusunun hangi yazılarını iştahla okuduğunu, hangi yazılarına mesafeli durduğunu fark ettiğinde bir yol ayırımına gelmiştir: Ya üslubunu muhafaza ederek hakikati yazmaya devam edecek, ya da nabza göre şerbet vererek kontrolünü okuyucunun ellerine bırakacaktır. İlkelerinden taviz vermeyen yazarlar umumiyetle iyi yazarlardır; iplerini okuyucuya veren yazarlar ise umumiyetle şöhretli ve paralıdır.Amerikalı sanatçı Andy Warhol’a atfedilen “Gelecekte herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” sözü, medyanın gelişmesi, çeşitlenmesi ve hızlanmasıyla gerçeğe dönüştü. Bugün internete erişimi olan hemen her bireyin şöhret olma imkânı var. Şöhret basamaklarını tırmanan ya da daha doğrusu tırmalayan her birey de, yazarın sınandığı o ikilemle baş başa kalıyor: Bir yetenekle hakikate hizmet etmek ya da seviyeyi en aşağılara çekip 15 dakikalığına dikkat çekebilmek.İnternetin şöhrete taşıyan mecralarında bu anlamda kıyasıya bir rekabet var. Bu rekabet daha iyiyi yapma değil, daha kötüyü yapma rekabeti. Daha çok söven, daha çok soyunan, daha çok şiddet uygulayan, seviyeyi olabileceği kadar çok ağıya çeken, daha çok kendisini rezil eden, daha çok “eşrefi mahlûkattan” “esfeli safiline” düşen ilgi topluyor ve kısa süreliğine şöhret oluyor. Bir arenada gibiyiz: İzleyici hep daha fazlasını istiyor, daha fazlası için çılgınca tezahürat yapıyor, “like” atmak için her seferinde bir alt seviyeyi görmeyi arzuluyor; köle de her seferinde izleyiciye daha fazlasını veriyor.Mesele, 15 dakikalığına meşhur olmak için sergilenen rezilliklerden ibaret değil maalesef. Örneğin Facebook’ta ya da Tik Tok’ta sergilenen ve izleyenin yapandan daha çok utandığı şaklabanlıktan öte bir sorunumuz var.Toplumun hemen her tabakası bu şöhret tutkusuna kendisini kaptırmış durumda. Bu çılgınlığa bir süredir okumuş kitlemiz ya da İlahiyat camiamız da dâhil oldu. Din ve bilime ilişkin, üniversite amfilerinde, master ya da doktora sınıflarında, konuya vakıf kişilerin huzurunda veya cemiyetinde konuşulması, tartışılması gereken konular basitleştirilerek, seviyesi düşürülerek, bağlamından ve elbette hakikatten koparılarak önceleri tiraj ve rating uğruna, şimdilerde ise “like”, “retweet”, “fav” vs uğruna ayağa düşürülmeye başlandı.Dini meseleler noktasında Türkiye’de bu sorunun başlangıcı zannediyorum Yaşar Nuri Öztürk’tü. İyi bir ilahiyatçıydı, birikimliydi, ağzı laf da yapıyordu. Ama bir süre sonra neyin izlendiğini, neyin izlenmediğini fark etti. Ondan sonra, hakikati çarpıtmasa da, rating uğruna gizlemeye başladı. Burada şöhret ve para olduğunu gören başkaları da onun izinden gittiler ve ekranlar nabza göre şerbet veren, şöhret tutkunu, şovmen, bir âlimden ziyade sahne sanatçısını andıran figürlerle doldu.

Keskin kutuplaşma ortamında bu şovmenleri sağlıklı ve sağduyulu eleştirebilmek de mümkün olmuyor. Namlularına bir ayet ya da hadisi cephane gibi sürerek ya da kendilerine bağlı trol ordularını sahaya iterek her türlü eleştiriyi başlamadan boğuyorlar. Aldıkları beğenilerle çirkin, seviyesiz, kaba üsluplarını daha da aşağılara çekip din ilimlerinin nezafetini, zarafetini çiğneyip geçiyorlar. Daha da kötüsü, seviyesizliği besledikçe seviyesizlik tabakasından kendilerine lümpen cemaatler bile kurabiliyorlar.

İnternetin kontrolsüzlüğü maalesef hükümetimizin gündeminde henüz yeterince yer tutmuyor; hatta Avrupa Birliği ülkeleri kadar, ABD kadar bile denetim, kontrol getirilmiyor. En azından “memur”ların bu şöhret ve şovmenlik hırslarının önüne geçilse. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı… Dini meseleleri ayağa düşürmeye kalkışanlarla etkin mücadele etse, en azından “şöhret” tutkusu konusunda kendi personeline kısıtlama getirse.

Herkes 15 dakikalığına şöhret olabiliyor ama bu yetmiyor. Yetmedikçe rt, fav, like sayısını artırmak için doz artırılıyor. Uyuşturucudan farksız, uyuşturucu kadar tehlikeli. Öyle gürültülü bir çağda yaşıyoruz ki, inanın sükût altından bile değerli. 

Direniş ekseni ve demokrasi palavrası! Direniş ekseni ve demokrasi palavrası!

Aydın Ünal, Yeni Şafak