Salih Mirzabeyoğlu soruyor: “Ben Kimim?”
«Ben kimim?» diye sormak, «ölüm nedir?» diye sormakla birdir… «Ben»… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..
«Ben kimim?» ve «ölüm nedir?» sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi… Hayat ve ölüm… Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul… Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!.. (1)
«Her insan, kendi özelliği içinde değerlendirilmelidir; onun, yaratılışının yanı sıra eski çevresi, eğitim fırsatları ve şimdi içinde bulunduğu basamaklar hesaba katılmalıdır!» diyen Goethe, bir bakıma «hayat hikâyesi» anlatmanın sebebini de çerçeveliyor!.. (2)
«Kişi, kendini bildiğince Rabbini bildi» ölçüsü, «ben kimim?» ıstırabımın hakikatini gösterir… «Tilki Günlüğü»nün de!.. (3)
“Doğum, İsim ve Asîl Kökleri”
Doğduğum tarih: 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a bağlandığı saatler… Gün: Salı-Çarşamba… Saat: 0.22. Mekân: Erzincan… Arzın canı!.. (4)
24 Mayıs 1950… Adımın konulduğu gün!.. (5)
İsmim, Salih İzzet… Soyadım, eğreti soyadım: Erdiş… İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim… Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka… Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu… Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur… Olur da, şu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..
Erdiş… Ne kadar yavan… Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?… Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım… Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un… Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..
İzzet, ne kadar güzel isim… Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..
Salih, çoğu insanda kullanılmayan ve hattâ kendisinin de bir çırpıda hatırlıyamadığı göbek adı gibi değil, benim has ismimdir. Nüfus kâğıdımda da böyle… Bütün ilkokul arkadaşlarım, beni bu isimle tanırdı… Necip Fazıl’ın, evde “Fazıl Bey” olması gibi, benimki de İzzet’te karar… Sonra Gölge dergisi… Bir yandan yazmam, bir yandan para işini halletmem, bir yandan Yazı işleri müdürlüğünü yapmam… Herbirini diğerinden gizlemek gereken şartlarda, yazımı önce isimsiz vermeye karar verdim… Fakat ilk sayıda büyük yankı uyanınca, Yalçın Turgut isimsiz olmasının biçimsizliğini öne sürerek Salih Erdiş diye isim koymamı teklif etti!..
Karşımda bomboş bir ahmak, beni bunaltıyor… Kırmak istemiyorum… Gayet pişkin bir edada ne dese iyi:
– “Sende nefsî, benlik hâli var!”
Adam kendini kılıcın üstüne atıyorsa, suç benim değil… Aldı haddini bulması için gerekeni:
– “Benim nefsî davranmadığım şuradan belli ki, senin gibi bir adama lâf anlatmaya çalışıyorum!”
Diyeceğim şu: Hayatım boyunca, belki bin kere ölümü tercih edeceğim şeylere, dava aşkına katlandım… Eğer gurursa, gururum kabul etmezdi ağız kokusunu… Nefs, kâfir… Bizans İmparatoru, makamı terk ile İslam aşkına Yenicami önünde mendil açma durumunu tercih ederse ne buyrulur?.. Kendi eliyle İslâm uğruna dünyayı kendine zından eden er kimse, beri gelsin!..
Kendi kendimden kurtulur ve yerli yerine oturur gibi, Salih Mirzabeyoğlu… Davamın gurur ve şuurunu temsil eden bu isim, öbür ismimi günlük sıradan işlerde kullansın; bu işin öz plânındaki kıymet şerefi yeter ona! (6)
1975, GÖLGE dergisinin çıkışı ve “Mirzabeyoğlu” soyadını alışım… (7)
Doğum yerim Erzincan… Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son ânda mezardan dönen insanım!..
Birbuçuk-iki yaşımda imişim… Müthiş bir ishale yakalanıyorum… Başkalarının nazarında ölüyorum…
Tıbbın veya halkın o günkü anlayışına göre, bugüne göre tam ters bir usul uygulanıyor ve ishali kesmek için sıvı hiçbir şey verilmiyor… O yaşta da zaten gıdanın ehemmiyetli cinsi bu soydan… Neticede eriyip bitiyorum… Öldü veya son demlerini yaşıyor diye, benim mezar yerim hazırlanıyor… Gelenler arasında, Alâattin Paşalar sülâlesinden Nevzat amca da var… Bir ara bakıyor ki, ben bebekin dudağında belli belirsiz bir kıpırtı… “Bu daha yaşıyor!” diyor ve ekliyor:
– “Ekmek getirin, bari ölecekse tok ölsün!”
İhtimâl fırdalardan başlayan gıda alışım, kısa sürede gözümü açmamı sağlıyor ve tam yarım ekmek yiyorum… İshâlden değil de, açlıktan ölecekmişim!..
Yaşıyorum… Ruhumun şifasını, mânâda yedikçe acıkan bir açlık yolunda arayarak… “İşan” buyurdukları “Onların” ölmeden önce ölme sırrına can koymuş ve gerçek hayatın bu soydan ölüm olduğuna inanmış olarak!.. (8)
Muhammed Şerif… Babamın ismi böyle koyuluyor… Hikâyesi de şu: Said-i Nursi Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezan ve kulağına bu ismi seslenmesinden, yani ismi konulduktan sonra, iş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nufus memuru bu ismin verilemeyeceğini, yasak olduğunu söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor… “Kafakâğıdı”nda: Muammer Şerif… Künyesi “Salih Bin Muhammed” olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Şerif. (9)
Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük sahabî, «Seyf-ül İslâm-İslâmın kılıcı» lâkablı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere… Oradan gelen bir kolun yataklandığı yerdir Muş!..
Salih Mirzabeyoğlu'nun künyesine dair: Malik, melik, mirzâ!..
Muş… Bâtın nisbeti içinde tasarruf altında bulunmam… Davada tasarruf hakkım… Hususen yetiştirilmem… Fikir ve davada arkadaşlarımı yetiştirici olmam… Muş ve bunlar?
Nereden, nereye, nasıl gelmişim?.. Hayatıma göz attığım her seferinde dilime, İslâm büyüklerinden birine ait şu şiir gelir:
– «Nakşibendiler ne büyük bir kafiledirler. – Gizli yolla kâfileyi maksada sürerler.» (10)
Baba soyum, «Allah’ın çekilmiş kılıcı» diye anılan, büyük sahabi Halid bin Velid Hazretlerine dayanır… Mûsâ deyince… Efsanevî bir yiğitlik şahsiyeti olan, dedem İzzet Bey’in babası ve Mirza Bey’in oğlu Mûsâ Bey… «Bey», şimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle değil… Onlar, mirler!..
Mûsâ Bey, Mustafa Kemâl’in Üstadım’ın bahsettiği hatıratında ve Nutuk’ta bahsi geçen, pek sevmediği biridir… Nutuk’ta, bir nevi gıyabında ukdesini konuşturur.
Hiç kimsenin kanun himâyesinde olamayacağı zamanda, gerçek tarih konuşur ve Mûsâ Bey gibi, oğlu İzzet Bey’in efsanevî şahsiyeti de görünür!..
Mûsâ Bey, Abdülhamid Han Hazretlerinin takdir ve güvenine mazhar olmuş bir zât… (11)
25 Mart 1926-(…)
Bu tarih, dedem İzzet Bey’in, yanındakilerle beraber Kösor dağlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125- Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra öldürüldüğü tarihtir… İşin evvelini, her devirde o devirin kavallığını yapmak üzere türeyen tiplerden bir örnek hâlinde, M. Şerif Fırat’tan verelim:
– “14 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Sait isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kurmanço şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının idamları, Babakürdî şubesine mensup aşiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağlarında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa’nın kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini harekete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925’de Varto’da binbaşı Tahsin Beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34’üncü alay komutanı Talât Beyle birinci tabur komutanı binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh Beyle Hacı Musa oğlu İzzet Beyi yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan, Beşiri, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşiret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini keseceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Sait’le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. (…) İkinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde kalan şakî çeteleriyle Nuh ve İzzet’in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı.”
İşin içyüzü şudur: Şu ânda ANAP milletvekili, Devlet Bakanlığı yapmış ve uzun yıllar Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nda üst seviyede görevler almış olan Kâmuran İnan’ın babası Şeyh Selâhaddin’in bir meseleden dolayı hükümetle arası bozulmuş, söylentiye göre 40 ile 100 arasındaki aile efradı ve adamlarıyla birlikte İzzet Bey’e sığınmıştır. İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, büyük kazanlarla yapılan yemek ve adedini kestiremediği yatak sayısı dekoru içinde, kalabalık atlı grubu olarak gelmiş sığınmacıları tasvir ederdi. Şeyh Selâhaddin ve adamları, İzzet Bey’in yanında (1) seneye yakın kalıyorlar… Bu arada Musa Bey Şeyh Selâhaddin’in affı için Mustafa Kemâl’e mektup yazıyor… O da borcunu ödüyor ve Şeyh Selâhaddin işin içinden sıyrılıyor. Daha önce İzzet Bey’den onun teslimini isteyen hükümet, “ben evime sığınmış olanı vermem, o benim misafirimdir!” diyen İzzet Bey’le limonîleşmiştir. Ardından gelişen hadiseler boyunca, İzzet Bey’le hükümetin arası açılır… Nuh ve İzzet Bey, Diyarbakır-Siirt arasında yanlarındaki bir avuç adamla Irak’a geçmek üzere niyetlenirlerken, Şeyh Selâhaddin kendilerini saklayacak roldedir ve bir tek o yerlerini bilmektedir. Yiyecek ikmâli yapacak olma vazifesini üstlenmiş edâda, onları bir dere yatağına sokuyor… O gece, daha önce Şeyh Selahattin’le birlikte İzzet Bey’e sığınanlardan bir adam, nankörlük ve hainliği kendisine yediremeyerek dereye geliyor:
– “Şeyh Selâhattin sizi burada oyalıyor, hükümete teslim edecek!”
Bunun üzerine zaten Şeyh Selâhattin’e güvenmeyen Nuh Bey’le İzzet bey arasında tartışma çıkıyor… İzzet Bey, “Şeyh Selâhattin bana bunu yapmaz!” diye onun vefa borcu sadakatine güveniyle, haber getiren adamı haşlıyor… Bu hadiseden sonra Nuh Bey Irak’a geçiyor… İzzet Bey, Sıddık, Süleyman, Derviş Bey, Ali Bey, Ali Bey’in oğlu Ahmet ve Devaz isimli bir adamıyla beraber… İran’a geçme niyetindeler… Nuh Bey’in ayrılmasından sonra, haber veren adamın söylediğinin doğru çıkması ve askerin gelmesi… Kuşatmanın yarılması… Şu, bu… Netice’de Kösor dağlarındaki çatışmada İzzet Bey, Sıddık Süleyman ve Devaz öldürülür ve başları kesilerek Muş’a getirilir.
Mağara, dar yollar diye tasvir edilen bir mekân… Süleyman, daha önce bir meseleden dolayı silâhı İzzet Bey tarafından alınmış, fakat “dar zamanında Beyini terketti!” demesinler gururuyla onun yanından ayrılmayı bu badireden çıkma vâdesine ertelemiş ve peşine düşmüş bir adam… Ve çatışma boyunca silâhı kendisine verilmemiş… İzzet Bey’in vurulmasından sonra silâhını alıyor ve onun başucunda çatışmayı sürdürerek vuruluyor… Derviş Bey, nişancılıkta nam salmış biri… Kurşunu bitince yakalanıyor… Kendisine bir kıvırma payı gibi, “sen hiç nefer öldürdün mü?” diye sorulunca, “çok!” diyor; “gidin bakın, alnından kim vurulduysa benimdir!”… Ali Bey ve Ali Bey’in oğlu Ahmet, bir köşeye sinmiş, “biz onlarla beraber değildik, rızamız dışı getirildik!” hilesiyle, hiç kurşun atmıyorlar ve Derviş Bey’de, “benim en önce sizleri vurmam gerekirdi!” pişmanlığı… Neticede onlar da kelleyi kurtarmıyor ve kurşunlanıyorlar.
Muş’a getirilen kesik başlar… Kürt şövenistlerinin başucu eserlerinden, Kürt şairi Ciğerhun’un yazdığı “Şer Şere Cı Nere- Aslan Aslandır Ha Erkek Ha Dişi” isimli destana mevzu sahne: Musa Bey’in kızkardeşi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir… Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır… Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”… Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”… Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!” Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der… Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..
Gülnaz Hanım’ın oğlu Sıddık… İzzet Bey’in, “Hizanlı Şeyh Selâhaddin” diye tanınan Şeyh Selâhaddin’e uğradığı yer, Bitlis’e bağlı Hizan Kazası veya Köyü… İzzet Bey oradan ayrıldıktan sonra Muş ovasından Kösor’a gidiyor, oradan Ahlat’ın Kers Köyü’ne… Kösor’un Nurhak deresindeki çarpışmada, İzzet Bey’in yanındaki iki ağır yaralı kalıyor, gerisi kuşatmayı yarıp geçiyor… Kers’e geçerken, nokta!.. (12)
Bizim aile, babaannem, babam ve halam, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar… Şanlı Hamidiye Paşa’nın kızı ve namlı İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, yani babaannem, biri bir diğeri üç yaşındaki iki çocuğu ve sürgüne yollanan diğer yakınları ile Konya’da… Basiretli ve hakim tarafıyla, çevresindeki kadın ve çocukların, onun tedbirine bakan bir yanı var!.. (13)
Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin paşa yaptığı üç isim… Doğu’daki «Hamidiye Paşaları»… Hayderanlı aşiret reisi Kör Hüseyin Paşa… Milân aşiret reisi Viranşehirli İbrahim Paşa… Fatin Rüştü Zorlu’nun babası olmasından başka bir malûmat sahibi olmadığım Derizorlu Rüştü Paşa!.. Fatin Rüştü, Demokrat Partinin asılan Dışişleri Bakanı!..
Viranşehirli İbrahim Paşa, Abdülhamid Han Hazretleri devrildiği zaman, onu yerine geçirmek için İstanbul’a yürümek isteyen, ancak diğer paşaların kendine katılmadığı… Ve zannedersem İttihatçılar tarafından öldürülen gerçek bir erkek adam!..
Hüseyin Paşa ile ilgim, tabiatiyle silik… Beni o cihete döndüren tek dava, hanımlarından birinin, aynı zamanda babaanneme sütannelik yapması… O Hanım’ın, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kardeşi olması!..
Hanife Hanım’ın anlattığı hikâyedir: Dedemin, hükümetle arası bozuk olduğu zaman… Muhacir oluyorlar… Baba evine gelecek… Kucağında, henüz yaşını doldurmuş babam… Maiyetteki adamlar ve bazı ev üyeleriyle Hüseyin Paşa’ya gelirken, yolda müthiş kar yağıyor… Tipiye tutuluyorlar… Ve bir ân geliyor, gözgözü görmez şartlarda yolu kaybediyorlar; 1-2 saat sonra farketmişler ki, dağı dolanıp aynı yere gelmişler… O beyaz kıyamet şartlarında, artık iyice ümitleri kaybolma durumunda… Bir atlı, babaannemin kucağından babamı alıyor… Kim olduğu belirsiz… Kafile birkaç saat sonra yerine vardığı zaman, babamın yanan ocak başında küçük yatağa yatırılmış olduğunu görüyor… Evdekiler, bir atlının birkaç saat önce gelip onu teslim ettiğini söylüyor… Kafile, o badireden birkaç saat sonra kurtulabildiğine göre?.. Kimdi?.. Kimdi bu kundaktaki çocuğu donmaktan kurtaran?..
Babaannem, bunu bana birkaç kere anlatmış ve eklemişti:
– «İmdada yetişen Hızır’dı!»
Ve, kızından olan torunlarının bu lerdeki hafifliğinden olsa gerek, demeden edemezdi:
– «Sen hakikaten dediğime inanırsın?»
Daim onlarla haşır neşir ve beni seneden seneye veya birkaç senede bir görmesi, birazda kızının torunlarını bizden çok sevmesi veya beni pek sevmemesi, onu benden habersiz kılıyordu… Herhâlde anlaşıldı: «İnanırsın» sözü, «inanır mısın?» mânâsına!..
Hanife Hanım, 30 yaşında iki çocuklu dul kalıp onları yetiştirme çabası içinde Konya’da… Babam 16 yaşında astsubay çıkıyor… Halam evleniyor; ve Hanife Hanım, onsuz olamadığı onunla… Onsuz olamıyor ve ömrü hep, bir odanın içinde… Nerelerden gelip ne hâle düştüğüne âit şu sözü, kendi şivesiyle, basitliği içinde derindi:
– «Dünya dünya olmuş, biz de içine konmuşuz!»
Dünyanın bu hâlleri hikmetine, şunu da eklerdi:
– «Allah’ın hikmeti: Bir bakarsın yukardasın, bir bakarsın yerdesin; tahteravalli!»
Bir keresinde kendisine, Kürt edebiyatının Fuzulîsi Ahmed Hani’yi sormuştum… Kürtçe birkaç beyit okuduktan sonra, «bugünün cahil gençleri» sırasında bana şöyle demişti:
– «Memu, Zin’e aşık olmuş… Ama o hakikatli aşk, şimdikiler gibi değil!» (14)
Babaannem, rahmetli Hanife Süphandağı… (…) Rahmetli Babaannemin annesi, Hazret-i Ebu Bekir soyundan… Ve Babaannemin süt annesi de –aynı zamanda Babasının diğer eşi olur-, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi… Yani Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Babaannemin dayısı olur!..
Hazret-i Ebu Bekir soyundan gelenlerin, öldükleri zaman ayaklarının tabanında, mühür gibi bir siyahlık olurmuş… Mağara izi… Babaannem, “acaba benim tabanımda da o mühür çıkacak mı?” diye merak eder ve “ben ölünce tabanıma bakın!” derdi… Ve onun tabanında da sözkonusu mühür!.. (15)
Muştaki Alaaddin Paşalar sülâlesinden biri ziyaretime geldi… Kerem Bey… Benim amcaoğlu Remzi Yalçın ile görüşmüş ve diyor ki, “bize mezar taşlarından başka bir şey kalmadı, bitti derken, çok şükür Allah’a senin gibi bir insanla filiz sürüyor!”… Abbasiler’den gelen kol olarak biz Alaaddin Paşalarla aynı sülâleden imişiz… (16)
Remzi Yalçın’dan müthiş bir şey öğrendim; dedem İzzet Bey’in dedesi Mirza Bey, Veysel Karanî Hazretlerinin türbesinde gömülü imiş!.. (17)
Rüyâ aleminde, zâtı veya yekpârelik dünyasının kimbilir hangi mânâsına veya şahsına misâl suret olarak görünen rahmetli dedem Abdülkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen… Bursa’daki Çırpan mahallesi, oradan gelenlerin oluşturduğu… Babası, 6 yaşında vefat etmiş; yetim kalmış… Ben 5-6 yaşlarında iken, dedemin evinin bulunduğu sokakta, hemen hemen onunla akran “Muallim-öğretmen” diye bahsedilen bir adam vardı… İsmi İsmail olan bu “Muallim Bey”, sokağın itibarlılarından, saygı gören bir insan… O zamanlar, şimdinin sıradan insan örneği ve bu muamelenin insanları değildir muallimler… Nasıl usul bilmiyorum, şayet dedem “1” sene daha okusa, muâllim çıkabilirmiş; o muâllim de, onun sokak ve okul arkadaşı imiş… Herneyse; dedem, küçük yaşta evin sorumluluğunu yükleniyor ve Adile Hanım’la, ablası Ayşe Hanım’a bakıyor… Ayşe Hala, o yaş çocukluğumun canlı tiplerinden… O ve kızı Zeynep Hala… Kendisi, tatlı dilli, çok konuşan, çok zayıf bir insanken, kızı çok şişman… Ayşe halanın bir de oğlu var; Haydar dayı… Zeynep halanın iki oğlu var: Halil ağabey ve Metin ağabey… Söz dedemden açılmışken, hafızam buralara kayıyor!..
Konu komşu ve tanıdıkları, dedemden “Kadir Efendi” diye söz ederlerdi… Kadir Efendi, bakkallık yaparmış… O günlerine yetişemedim… Hâli vakti yerinde imiş; iki evi, dükkânı, bugünkü Merinos Fabrikasının arazisinde kalan bahçeleri varmış… Bahçeleri ve diğer evi, işler kötüye gidince satmış… O günlerine de yetişemedim… Harp yıllarının umumî sarsıntısı içinde, veresiye satış yapmanın bedelini iflâsla ödüyor… Ve bir tabla teminiyle çekirdek satmaya başlıyor… “Çekirdekçi Kadir Efendi”… Çocukluğumun en eğlenceli zamanlarından biri de, dedemin yanına takılarak çekirdek satmaya gittiğim zamanlardı!..
Dedem, anneannem, dayım, yengem, anneannemin gözdesi ablam, teyzem… Bir-iki sene orada devamlı kalmış olmam, annem, babam ve kardeşlerimin de tatillerde katılmasıyla ev ahâlisi büsbütün kalabalıklaşmasına rağmen, nedense saydıklarım ev dekorunun demirbaşı gibi yer etmiştir hatıralarımda… Anneannem öğretmen çıkan teyzemin peşinde ve ablam ilkokulu bitirdikten sonra oradan ayrılmasına rağmen, dedemin sağlığında, dayımın doğan çocuklarıyla beraber, tatillerde bu ev büsbütün kalabalık olurdu!..
Hâlâ aklımın ermediği dava: Kadir Efendi, çekirdek satarak bolluk taşan o evi nasıl idare ederdi… O Kadir Efendi ki, eşek sırtında satılan veya eşek sırtına yüklenmiş meşe odununu evin önüne yıktırdığı zaman, evinin en az iki-üç senelik odunu, odunluk ve evin sofasının altındaki boşlukta mevcut bulunurdu… Kavun-karpuz, manda arabalarıyla gelir, kümes daim horoz ve tavukla dolu olurdu… En büyük zevki pazara gidip alışveriş etmek olan Kadir Efendi, omuzunda deri bir zembil, haftada iki-üç pazardan beli bükülesiye yüklenmiş olarak gelirdi… Taşan bir bolluk, bereket… Bereket?..
Bereket?… Evet, işin sırrı bereketteydi… Bereket, sadece kemmiyet hesabıyla içinden çıkılır bir dava değil, keyfiyet veçhesiyle zevkedilen bir tılsım işi… Nice bolluklardan o hâle bereketi yakıştıramayışımız da bundan… Berekette bir kutsanmışlık var… Allah’ın bir lütfu ve ihsanı oluşunun şuuru, feyizde buğu tutmuş uğurluluk, meymenet, saadete âletlik… Ömrünün son birkaç senesini Teyzemin ısrarıyla Ankara’da geçiren dedem, Teyzemin verdiği parayla pazara çıkar ve o ortamda müzelik zenbille gezemeyeceği ikazına maruz kalmadan bunu sezmiş olarak alışveriş edip fileyle eve dönerken, ne kadar da mutsuzdu… Ne para, ne de filenin görünüşünden memnun değildir:
– “Dünyanın parası, su gibi gidiyor; paranın bereketi yok… Hiç bereket olur mu?.. Delik delik fileye dolduruyorsun, herkesin gözü önünde getiriyorsun; çoluk çocuk var, hamile kadın var, alan var-alamayan var… İnsanın canı çeker… Günah, günah!”
İstemeden, tevekkülle boyun eğdiği cemiyetin mahkum edici şartlarında yaşayan insan olarak, ne kadar içi yanıyordu kimbilir?..
Sabahın o alacakaranlığı… Namaz sonrasında ezberden Kur’ân okuyor… Çocukluğumda içime sinmiş o Kur’ân kokusunu, Kurân’ı her türlü alayiş, mihanikilik, gösteriş, nefs tezahürü dışında, sadece kesiksiz bir mırıltıyla okuyan o içe işleyici yanık insan sesini ömrünce hasretle taşıdım yüreğimde!..
Ufak tefek bir adamdı dedem… Kendi cürmü yetmese de, büyük bir hak duygusu, bunun öfkesi, kahraman sevdası taşırdı… Bursa’nın Yunan işgalinden kurtarılışında Efelerin Bursa’yı basmasını naklederken, söz ile gözyaşı birbirine karışırdı… Kendisine ait olmayan bir haksızlıkla karşılaştığı veya duyduğu zaman, öylesine müteessir olurdu ki, gövdesi ruhuna müsait olmayan adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve öylesine bir adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve böylesine bir çevresinden sorumlu müslüman hiddeti… Onun pek sık anlattığı bir hadise de, Kâbeyi yıkmaya gelen ordu üzerine ebabil kuşlarının taş atması, filleri o ufacık taşlarla öldürüp orduyu tarumar etmesi… Kuşlar tam taşı atacağı ânda, cümleyi tamamlayamadan ağlama habercisi seslerle, buna mani olma çabasının asap bozukluğu gülmesini andırır hıçkırıklar birbirine karışır, biz hep mevzuun bu noktaya gelmesini çocukça bir muziplikle beklerdik!.. (18)
Anneannem Fahriye Güleray… Mavi gözlü, sarışın, şişman… Hayatımda bu kadar çalışkan ve ev kadını olmanın hazzını yaşayan ikinci bir örnek görmedim!.. (19)
Salih Mirzabeyoğlu Diyarbakır'da
Üç-dört yaşlarımda Diyarbakır’da idim… O kadar çok ve o kadar net hatıralarım var ki!.. (20)
Garip bir şey ama, hayatımın en diri hatıraları arasında Diyarbakır’ın esaslı bir yeri vardır; ve bir türlü inanamadığım bir şey varsa, benim o zaman o kadar küçük yaşta oluşum… Büyüklerin kendilerine nazaran iptidaî mahlûk gözüyle bakmalarının aksine, çocuk ayrı bir âlem ve varlık olmanın yanı sıra, demek ki o yaşlarda bile ne kadar keskin bir tesbit gözü, şahsiyet zevki ve acısı, arzu, emel, keder ve zafer esrarını yaşatıyor!..
Zaman zaman “merdane” dedikleri silindir şeklinde büyük taşlar gezdirilerek toprağı sıkıştırılan, toprak damlı Diyarbakır evleri… İlk oturduğumuz evde, yağmur yağdığı zaman evin içine su damlardı… O zaman başlıca eşya olarak karyola ve üzerinde hem oturulup hem yatılan sedir, ıslanmayacak köşelere nakledilir, su akan yerlere de leğen konulurdu… Annemin bedbinliğine nisbetle, benim için keyifli bir macera!..
Bana, üzerine şeritli çata-pata takılıp arka arkaya patlatılabilen oyuncak bir tabanca alındı… Saadetim hudutsuz… Sokakta çalımımdan geçilmiyor… O zaman Diyarbakır’da, aynı zamanda kamyonculuk oynarken kamyon direksiyonu niyetine hayal ettiğimiz büyük simitler satılırdı; bir elimde silâh, öbür elimde de yolculuk (!) sırasında zaman zaman kemirdiğim direksiyon… Ben böyle keyfim gıcır üstüne gıcır oynarken, koca bir çocuk yanıma yanaştı ve tabancayı ondan uzun bir süre sonra da devam edecek çığlıklarım arasında kapıp kaçtı… Koca çocuk olup da ne olacak; olsa olsa 7-8 yaşında… Hâlâ arkasından ağlar gibi baktığım çocuk!..
Bir camî avlusuna bakan yanyana dizili medrese odalarının teşkil ettiği, eski mimarî üslûpta bir külliye düşününüz… Oturduğumuz evlerden biri, tıpkı bunun gibi, evleri avluya bakan, dıştan bakınca yekpâre bir taş duvarla çevrili, sanki hisar içi… Avlunun zemini de taş… Ve yaz günü, sanki her parçası bir alev kusan o taşlara çıplak ayakla basabilmemiz mümkün değildi!..
Yandaki komşu teyze, sebze kurutuyor… Ve ne münasebetle orada duruyorsa, bir kab içinde de kırmızı toz biber… Kaba eğilip üflüyorum ve sonra da gözlerimdeki yangının acısıyla basıyorum çığlığı… Ve annemin tokatları arasında yüzüm yıkanıyor!..
Bir çocuk var; adı Arif… Benden 2-3 yaş büyük… Ben akran, bir de kardeşi… Ben ne zaman kardeşini pataklasam, o da beni pataklıyor… Aslında genel olarak bana iyi davranıyor ama, ona karşı bir türlü gücümün hıncıma denk olmamasından acı duyuyorum… Birkaç kelimeden başka Türkçe bilmeyen Arap asıllı ve Mardinli o çocuktan, espri olarak dilime pelesenk ettiğim bir davet kalıyor:
– “Alâ Mardin, Alâ Mardin!”
Otobüscülük oynarken, kendi otobüsüne müşteri topluyor!
Bugüne kadar konuştuğum Diyarbakır’lı her kime sorduysam cevabını tam alamadığım soru:
– “Duvarları kare şeklinde göz göz olan bir camî biliyor musun, adı ne?”
Cephe duvarlarından birinde kare şeklinde gözler olan o camiin Ulucamî olabileceğine dair bir bilgi edindim… İşte o camî duvarındaki oyuklardan birinden diğerine geçmek, düşme ve berelenme tehlikesi olan bir oyun teşkil ediyordu!..
Duvardan birçok kere düştüm; ya dizim kanar, ya dirseğim… Bir keresinde nasıl düştüysem, burnundan kan boşanır şekilde eve yetiştirdiler Beyzâde’yi… Önce tedavî, sonra annemden dayak!..
Çarşıyı andıran bir yerde, açık alan… Çocukların bağırışlarıyla döndüğüm ânda, bir adam bisikletiyle bana çarptı… Ağzım burnum kan içinde, bayılmışım… Beni eve koşturmuşlar… İkinci kat evin pencereye yakın masasına yatırılmışım… Yarı dalgın, etrafımdaki telâşenin farkındayım… Ağzımı yüzümü silip kanı durdurma fasıllarından sonra, kendime geldiğim ânda oturur vaziyet alıp pencereden bahçeye baktım ki, aşağıda tıka basa bir kalabalık; serde Beyzâdelik de olduğundan olsa gerek… Ayağa kalkabilecekken, hemen nâz makamında yine yattım… O zaman nedendir bilmem, şeker kıymetliydi her hâlde, taş gibi sert kesme şekeri ekmekle yemeğe bayılırdık… Yattığım yerde, kim uzattıysa, bana ekmekle şeker verdiler ki, mühimsenme keyfinin üstüne o damak zevki de eklenince şâd oldum!..
Ablam benden 4 yaş büyük… 7 yaşında ve ilkokul 2. sınıfa gidiyor… Öğretmeni tarafından çok seviliyor; yanılmıyorsam Üniversite çağlarına ve belki daha öteki zamanlara kadar da o hocayla bayramlarda birbirlerine kart atar, mektup yazarlardı… O hocanın Eskişehir’de bir kere bize misafir geldiğini de hatırlıyorum… İşte bu hanım, sevdiği çalışkan talebesini, evine misafir olarak davet ediyor… Ben de, herhangi bir arsızlık yapmama için tenbihli, ablamın yanında refakatçi olarak davete icabet ediyorum… Yanılmıyorsam, etrafında halkalandığımız masa bahçedeydi… Masa üzerinde temiz bir örtü. İçecek ne geldi veya geldi mi hatırlamıyorum… Sadece, benim her kıpırdanışımda, gözucuyla bana “doğru dur!” ihtarı yapan ablamın hâli çok canlı… Oysa ben böyle oturmaktan sıkılıyorum… Ve bütün bunları bir vesile olarak anlatmamın sebebi esas sahne: Hoca hanım, bir tabak içinde, benim pek bayıldığım dilim dilim kesilmiş salatalık turşusunu masaya koyuyor… Ablam, calî bir zerafet edasıyla ikrama icabet ederken, ben lezzetin hayâline garkolmuş biçimde hareketleniyorum… Ama henüz bir hücum tavrı göstermemişken bile, ablamın gözucuyla hatırlatma yapması, doğrusu haksızlık… Neyse; iş olacağına vardı ve ben dizgininden boşanan kantarmalı at gibi, dilediğim sür’ati tutturdum… İşin bundan sonrası ise tam bir felâket: Hoca hanım, her ne sebeple ise bir ara masadan kalkıp gözden kaybolmuştu ki, ben nefsin “korku, şu, bu” bütün mekanizmaları kaybolmuş vaziyette hücuma geçtim… Ve Hoca hanım, biri ağzımda biri boğazımda hâlimdeyken, geri döndü; ve tabiî ki gördü… Mesele onun görmesinde değil de, ev faslında… Süs, püs ve haşmet adına ne varsa Viyana önlerinde bırakan Osmanlı ordusu gibi, ablamın ağlayışlı azarları ve babama söyleyeceği tehditleri altında, hazin bir eve dönüşüm var… Uğruna herşeyi göze aldığım damak lezzeti, şimdi misliyle çöken bir kabus… Evde ablamdan tüten matem havası ve annemin ona tarafgirlik etmesi… Babam daha kapıdan girer girmez, ablam ona benim arsızlığımı yetiştirdi… Babamın “nerde o?” diyen sesi… Dolabın kapısını açtı, esefli bir gülümseme benzeri… Ama kızgın değildi; hattâ lâkayt… Oh be, basü badel mevt!..
Bir gün babam eve, üç tane beyaz köpek yavrusu getirdi… Büyüdüğüm zaman öğrendiğime göre, o köpekler Amerikalı askerlerin üç-beş dilde komut alabilecek şekilde eğittikleri cinstenmiş… Nöbette kullanılan, azman şeyler… O üç yavru, babamın isteği üzerine uçakla getirilmiş… Ne varsa yalayıp yutan masraflı yavrulara fazla bakamadık… O köpeklerin getirildiği sıralar, kim hediye etmişti bilmiyorum, bana mika bir borazan verdiler… Müthiş sevinçliyim… Borazana sahip olduğum günün akşamı, biraz serinlemek ve hava almak üzere çay bahçesine gideceğiz… Lâkin, benim aklım fikrim duvardaki çiviye asılı borazanda… “Ya hırsız girer de çalarsa!”… O akşam çay bahçesinde içim zehir zıkkım, eve dönüşü iple çektim… Ve eve dönünce hemen borazanımın yanına koştum; yerliyerindeydi… Ama biz uyurken hırsız gelip onu çalabilirdi, bu yüzden tekrar tedbirsiz davranmamaya karar verdim… Sandalye üstüne çıkıp elimdeki sopa ile onu çiviye asılı ipinden kurtarmak isterken, yere düştü ve sesin çıktığı geniş huni kısmından bir parça kırıldı… Ses çıkıyordu ama, ne fayda; neticede borazan, kırık borazan olmuştu… Tabiî ki ağladım!..
Musa Bey’in ve sonra İzzet Bey’in hizmetkârlarından Hüdeda’nın, Diyabakır’da dükkânı vardı… Onun dükkânına giderdik… Çarşı içinde, üzerinde paralar bulunan bir tepsi ile dolaşan adam… Bazı adamların tepsiye para koyup, para almaları… Babama sorduğum zaman, “para satıyor!” demişti… Meğerse, dileniyormuş adam!.. Bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, bir adama para verip de eksik “para satıyor” deme şartlarının daha nazik ve zarif olacağı gelir aklıma!..
Hüdeda, “Kamer Bacı” dedikleri hanımı ve Sultan isimli kızı… Nüfus kâğıdında baba ismi yerine “Musa Bey Hizmetkârı” yazdıracak kadar ona bağlı Hüdeda, Diyarbakır’da hâlâ Beyin şerefi kendisine emanet bir ehl-i zimmet gururunda, evimizin etrafında pervâne… Bütün ailesine sinmiş öyle bir benimseyiş ki, Şark hareketleri çerçevesinde inceleme yapan bir Fransız dergisinin çekip yayınladığı ve sonradan babam tarafından kapı büyüklüğünde büyütülüp çerçeveletilerek duvara asılan fotoğraf, o zaman Sultan abla tarafından mutlaka elde edilmesi gereken bir nesne… Nasıl yalvarıyor, nasıl sızlanıyor onu alıp kendi evlerine götürmek için!.. O resmin dergiden kesilme orjinali, şu ânda benim çalışma odamın duvarında Üstadım’ınki ile yanyana, bana memuriyet ve mesuliyetimi ihtar eder mânâda duruyor!..
Taşlı dar yollar… Deve, at, eşek cinsi, üçlü-beşli-onlu katarlar… Sokakta kâh oyun oynayan, kâh dövüşen çocuklar… Ablam, çocuklar içinde bir elebaşı olarak bir Gülizar Hanım kumaşını tüttürmekte… Sosyal çevrenin insan üzerinde etkisi veya insandaki istidadın görünmesine zemin teşkil edecek sosyal çevre meselesine misâl bir sahne: Çocukları kovalarken düşen ablamın elinin baş parmağı, parmak yerinden kopacakmışçasına ayrılıyor… O vaziyette doktora… Doktor, “Kürt kızları ağlamaz!” diyor ve onun büsbütün pekişmiş metanet hissi içinde, gıkı çıkmayan 7 yaşındaki çocuğun eline gerekeni yapıp dikiş atıyor… Ve ablam hiçbir şey olmamışçasına aynı edayı evde de sürdürdü!..
Yine ablam… Heyecanla, bir yumrukta çimenler üzerine serilmiş bir astsubayın tasvirini yaparken, o gün alaya götürülmemiş olan bana sadece hayâl etmek düşüyor… Gözümde haysiyet, şeref, mertlik ve gözükaralık gibi “erkekçe”lik numunesini yaşatması bir yana, Şerif Bey hayatım boyunca bunlara denk gelen hiçbir rizikolu davranışıma engel olmaya tevessül etmemiştir!..
Dicle Nehri… İki-üç aile, toplam 12-13 kişi, “Harley” marka sepetli bir askerî motorsiklet ile, toprak ve son derece dik uzun bir yokuş yolu tırmanıyoruz… Bütün gençliğim boyunca da hayâlimi süsleyen motorsiklet cinsi o oldu… O hâlâ burnumda tüten yolculuktan sonra, kıyısında birbirinden ayrı mesafelerde tahtadan yapılmış kulübe-evler bulunan Dicle Nehri, sayfiye yeri… Suda yüzenler, oynayan çocuklar… Seri kulaçlarla motor gibi suları yararak yüzen babam, arada bir sığda debelenen benim yanıma geliyor ve kaldırıp fırlatıyor; öyle yükseklerden (!) suya düşüyordum ki… Nehrin hemen kıyısında direkler üzerine oturtulmuş evin iskele-balkonu altında kaynaşan küçük balıklar… Tası daldırıp yakalamaya çalışıyorum… Ama nafile!..
Ablam akran bir kız… Kardeşi de var mıydı?.. O, ablam ve ben, Diyarbakır’a 5-6 kilometre mesafedeki bir çiftliğe gidiyoruz; gidiyormuşuz… Hatırlamıyorum… Hatırladım şu: Gidişte veya dönüşte, ablam pestile dönmüş beni sırtında taşıyordu… Ve mesut tesadüf: Askerî bir ciple yoldan geçmekte olan babam, bizi görerek alıyor ve eve getiriyor… Babamın bizi görmesi ve eve getirmesini de hatırlamıyorum… (21)
Hacı Veli… Muş’taki Alâaddin Paşa Sülâlesinden… Diyarbakır’da idi… Ben o zaman 3-4 yaşlarımdaydım.. O ise, herhâlde 50-60 yaşlarında… Hatıramda kalan şemailinin en belirgin vasfı, koca göbeği… Mirzabeyler’den bir filiz olmam, onun bana büyük müsamaha göstermesi için kâfi sebep… İstediğim her ân evlerindeyim… O namaz kılarken secdede sırtına tırmanmam, benim için büyük keyif… Evlerinin mahzeninde bir oda yarıya kadar ceviz dolu olduğu için, sokakta oynarken sık sık “cevizli yenge” dediğim hanımı Arife yengeyi rahatsız ediyorum… Hiç kimsenin kendi çocuğunda bile tahammül edemeyeceği bir serbestlikle, evde herşeyi karıştırıyorum… Bir gün Arife yengenin büfe üzerindeki değerli küpelerini aldım ve birini kırdım… Arife yenge ilk defa benden bıkkınlık belirtici bir edâ ile kızdı; tabiî ben de hemen küstüm ve kapıya yöneldim… Arife yenge bir ân öfkesini tutamaması yüzünden, ne diller dökmüştü benim kırık (!) kalbimi düzeltmek için… Neticede, kabul ettiğim ve etmediğim ikramlarla, gönlüm alınmış olarak sokağa çıktım ve tenbih edildiğim şekilde evde onun bana kızdığım kimseye söylemedim!.. (22)
Altı-yedi yaşlarındayken, «geçmişime» ait bir hatıram vardı… Bir istasyonda üç adam, beni kaçırıyorlardı… Ben çığlıklar içinde yırtınırken, annem yavaş yavaş kalkan trenin penceresinde çaresiz çırpınıyordu… Adamlar beni, öbür perona giden tünelin oradan kaçırmaya çalışıyorlardı… Bu hadise, üç-dört yaşlarında bulunduğum Diyarbakır’a ait her biri sabit ve diri hatırlarım arasında, bir türlü izâha kavuşmayan ikincisidir… Belki 20-25 sene sonraya kadar, uygun düştükçe ve sırasında hafiyelik ve ruhî tahlil yoluyla anneme defalarca sormama rağmen, böyle bir şey olmamıştı… Bu bir rüya değildi… Neydi, nedir?.. (23)
“Bursa”
4-5 yaşlarında iken, Bursa’da bir hatıram… Evin bulunduğu sokağın başında, üç yetişkin insanın elele tutuşarak kuşatabileceği genişlikte büyük bir çınar ağacı vardı… Üzerinde yüzlerce karga… Bir gün sokakta yürürken, tâ tepeden bana doğru bir karga süzülmesin mi?.. Bir ânda suratıma dalacak diye elimle yüzüme perde yaptım ve o, kafamın üstünden teğet geçip tekrar yükseldi gitti… Benim gibi bir masum yavrudan ne istedi acaba?… Belki de pek masum bulmadı!.. (24)
“Baba Evi…”
Baba evinde her zaman, kitap mühim bir unsur olmuş ve Şerif Muammer (Muhammed), şahsiyet sahibi olma, kafa yapısı ve fikir meselesini her zaman maddi üstünlük ve ehemmiyetlerin önünde görmüştür… Anneciğim, 1964’de doğum günümde, babamın hediye ettiği kitaptan ayrı olarak bana, Eflâtun’un «Devlet» isimli eserini hediye etmiş ve şöyle yazmıştı:
– «Oğlum!.. Doğru ve akıllı adam, muvaffak olacak adamdır. İyi seneler.»
Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir!.. Şiddetli toplayıcı karakterimin ve koku alma melekemin bariz olarak görülmesine vesile eser!.. (25)
Babam, Bursa’daki Uludağ Gençlik Klübü’nü kuranlardan biri… Gençlik… Onun futbol ve boks şubelerinin çalıştırıcısı… Aradan seneler geçmiş… Ben 10 yaşındaydım… Bir yaz günü akşamüstü, şehir stadının altındaki boks idman salonuna gittik… Babamın talebesi, şimdi hocalık yapıyor… Ortada eldiven giyen iki kişi ve büyülenmiş hâlde onlara doğru akan ben… Babam arkamdan çekip, oturduğu sandalyenin yanına getiriyor… Ben yine akıyorum… Bu durum idmanın sonuna kadar gitti… İradesiz bir şekilde sürükleniyordum… O zamanlar, kaderimin o tarifsiz mistiğin cazibesiyle örülü olduğunu ne bileyim!.. (26)
Aramızda hiçbir zaman “yavrum, evladım” ilişkisi oluşmamış babama –binbir sıkıntıyla- bana verdiği aylığı yükseltmesini söylüyorum –ki o zaman talebe bursu 350, bana verilen 300 lira- ve şu cevabı alıyorum:
– “Senin hakkına bu kadar düşüyor!”
Nefsinde hiçbir “evlât hakkı” hissi bulunmayan ben, onun çevresindeki gençlerin benle kıyas edilemez rahatlıklarına rağmen ondan istifade etmelerine karşılık, verdiği cevaptan rahatlıyorum bile… Nitekim, 100 liram olmadığı için Eskişehir’den İstanbul’a imtihana gelemediğim oldu… Yenilsem bile Türkiye Kulüplerarası Boks ikincisi olacağım maça da, aynı şekilde gelemedim; ben yaz-kış üzerimde aynı kadife pantolonla üç senedir dolaşa durayım, şık takım elbisesi ve yeni ayakkabılarıyla karşısına geçen bir genç, ayakkabıyı yeni aldığını ama parasızlıktan (!) bir senedir aynı takım elbise ile dolaştığından yakındı ve tam 700 lirayı cebe indirdi… Ben maça gelmek için para istediğimde, yoktu!.. (27)
Eskişehir
Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır misâli, Eskişehir benim için madde ve mânâsını yaşadığım hadiseler boyunca ister istemez başvurulan, cinnete yakın uçlarda ruhî sancılarıma, fikir istidadıma ve aksiyon iptilâma mevzu olmuş bir mekân… Hususî saadetler… Ölesiye sadık arkadaşlık ve doyumsuz dostluklar… Öldüresiye nefretler… Dava, aşk ve heyecan… Kesiksiz murakabe ve sahici muhasebe cehdi… Hatırası bile yakıcı zamanlar!..
Şahsiyetimin ana çizgileri, Eskişehir’de pişmiştir!.. (28)
Şehabettin… Yaş farkından doğan nisbetsizliği 14 yaşımda aştım ve onunla birlikte akranlarının da tepesinde sokağımızın efeliğine kuruldum!.. (29)
Rahmetli Sülbiye Gider teyze… Karşımızda, en büyük oğlu rahmetli Faik Gider amca ve Hüsniye Gider yenge ile oturuyor… Bu tek katlı şirin evin arka bahçesinde de bir ev var; orada da en küçük oğlu Bedri ağabey ve Zehra yenge… Yanlarında, baştan kerpiç ve iki katlı, sonradan üç katlı inşâ edilen beton binada da, rahmetli Memduh amca ve Kadriye yenge ile, Kadri amca ve Mukadder yenge… Yani, rahmetli Rıfat Gider dede ile Sülbiye Hanım, 4 oğlan çocukları ve gelinleri ile birarada… Ve dokuz tane de torun!..
Geniş aile, bütün unsurlarıyla Rıfat dede ve Sülbiye teyzenin etrafında döner… Hali vakti yerinde, mahallede ve şehirde çevresi olan, eşraftan bir aile tipi!..
Sülbiye Hanım teyze, mahallenin «kaymakamı»… Kadın çevresinde, geliş gidişi kontrol edere benzer otoriter bir havası vardır!..
Rıfat dede ile Sülbiye Hanım’ın tanışmaları, daha doğrusu Sülbiye teyzenin onu tanıması şöyle olmuş: Genç kızken, bir kadına herkes bahtını baktırırken, o da baktırmış ve o zaman hiç tanımadığı Rıfat dedeyi tastaki suda görmüş!.. Rıfat dede, çarşıdan birşeyler yüklenmiş, yolda yürürken!.. Gel zaman git zaman, çeşitli vesileler ağı çerçevesinde evlerinin kapısı çalınıyor, görücüler geliyor; ve suyun içinde seyrettiği adamın canlısını karşısında görüyor!.. Dehşet bir vakıa!..
Ben İstiklâl mahallesindeki sokağımıza geldiğimizde, 5-6 yaşlarındaydım… Bir sene sonra kendi yaş grubumun ve küçüklerin önünde çete başı… Mahallenin bizden bıkkın büyüklerinin başında da, Fikri amca var… Bizi sokak sokak kovalar… Bu kovalamaca 12 yaşına kadar sürdü… Birgün, her zaman olduğu gibi, «kavga var!» diye evden çağrıldım… Sokağa fırlayınca ne göreyim?… Sağ kolum Erkan, kafasından kan sızan Fikri amcanın kafasına sopayla mütemadiyen vuruyor; ve öyle kudurmuş ki, ne ablası, ne orada bulunan birkaç kadın, ne de çocuklar onu zaptedemiyorlar!.. Derhal müdahale ettim ve benle kapışmayı göze almamasından istifade, elinden sopayı aldım; sonra da «Fikri amca büyüklük sende kalsın!» diye, Fikri amcayı onore ediyorum! O kadar içli ve çaresiz insanın minnettarlığıyla dolu bir sesle bana «peki evladım, peki evlâdım!» dedi ki, şu ân bile içim titriyor!.. Ne tuhaf… Eğer bir daha bizi kovalarsa onu dövmeyi kararlaştıran benim; sonra da bu hâlim!..
Fikri amca, o zamanlar 50 yaşlarında… Sol ayağında belli belirsiz bir aksaklık, yürürken yalpalaya yalpalaya gelen bir görüntü çiziyor… Bir zaman sonra bu amca, mizacımın, kuvvetli saldırgan tarafına değil de, yufka ve içli tarafına hitabedebilme sırrını sezdi… Tatlı sesli ve sözlü, şefkatli tavırlarıyla, benim son derece muhabbet ve hürmetimi kazandı; aslında kendisi de buydu, konu komşu yardımına koşmayı sever, cenazeye ve hastaya yetişir, kendini ibadete vereliberi de o yolda güzel örnekler sergilerdi… Bir gün kapı önünde otururken, bana nasihat etti ve sordu:
– «Oturma yavrum taşlara, oturma; sonra çok çekersin!.. Sen niye tek başınasın?»
– «Arkadaşlar camiye gitti Fikri amca!»
– «Aaa!.. Sen niye gitmedin?»
– «Benim kitabım yok!»
Onbeş dakika sonra ben yine aynı noktadayım… «Bi koşu» kitap alıp gelmiş Fikri amca, onu bana uzattı:
– «Artık kitabın var, bundan sonra sen de git emi!»
Ruhuma büyük temel çivisi çaktı ve delikanlılığa doğru serpilirken, bana hep takdirkâr ve hayranlık gözüyle baktı… Beni çok severdi; kalb kalbe karşıdır ya!..
Delikanlılık çağımın genel geçerli efeliği içinde, yaşlılara karşı çok hürmetkârdım… «İzzet, mahalleye eziyet!» tekerlemesinin sahibi olan bir dede de dahil, o yaşlarda beni çok severlerdi… Elden ayaktan düşmüş Rıfat dede, birgün evdekileri bana şikâyet edeceğini söyleyerek tehdit, ediyor… Onun vefatından bir sene sonra da, Sülbiye Hanım yatakta… Günden güne eriyor… Ben hergün onu ziyaret ediyorum, elini öpüyorum, hatır soruyorum; Sülbiye Hanım teyze, benim mahalledeki havama nazaran hâlâ itibarda bulunduğunun memnuniyetini yaşıyor… Birgün:
– «Oğlum, kestir şu saçlarını be!»
Bir-iki saat sonra, uzun saçlarım kesilmiş olarak ona uğradım:
– «Sülbiye Hanım teyze, bak hiç kimseyi dinlemedim, yalnız senin sözünü dinledim!»
Kadıncağız, vefat ettiği bir ay sonraya kadar her kendisini ziyaret edene beni anlatıyor ve övünüyor:
– «Hiç kimseyi dinlemez!.. Ben söyledim diye koşup kestirmiş, elimi öptüm!.. Bir tek beni dinledi!..»
Rahmet!.. (30)
Hüsniye Gider yenge… Eskişehir’de oturduğumuz zamanlar, yaklaşık 18 sene karşı komşumuz… Rahmetli Faik Gider amcanın hanımı, benim yaşımdaki –şimdi astsubay- Şenol ve benden üç yaş büyük Kerim’in annesi… Rahmetli Rıfat dede ve Sulbiye Hanım teyzenin gelini!..
Ama ne gelin!.. Onun gibi, vefalı ve cefakârını, acaba kaç anne ve baba kendi çocuğunda seyredebilir?.. İki-üç sene, yatalak hasta olan dedeye baktı; sonra da teyzeye… Hasta beklediği uykusuz aylar boyunca, sigaraya alıştı… Şikâyetsiz, sızısız, hürmet ve şefkatinden hiçbir şey kaybetmeyen bu kadın, benim hatıralarım arasında, yumuşak, sevgili ve aziz bir anneyi, çilekeş yalnızlığı duyulmayan derviş tevekkülü misâlini yaşatır!.. (31)
Tatar Hayriye Hanım teyzelerin evleri; onun ismini anarak bahsedeceğim, çünkü kocasının ismini çocukluğumuzda da bilmezdik… (…) Bizim çocukluğumuzda, hemen her sene bir kere de olsa Porsuk Çayı taşar, şehrin alçak kesimlerini ve suya yakın sokaklardaki evlerin bodrum katlarını su basardı… Birinci katında oturduğumuz iki katlı evin yanyana iki kapısının bulunduğu 2-3 metrekarelik zemine çıkan 2 basamaklı hizası, umumiyetle selin en yüksek derecesini gösterirdi; birkaç defa tedbir olarak evdeki eşyaların yukarı kata taşınması için hazır hâle getirilmesi sözkonusu oldu ise de, bizim evi hiç su basmadı… Sel baskını olduğu zamanlar, okulların tatil edilmesi, yiyecek vesaire gibi şeylerin tedbir niyetine daha hamaratça teminine çalışılması, öyle aman aman bir zaruret belirtmese de, tehlikeli sahneler görüntüsünü oynayan figüranların kendilerini rollerine kaptırarak tehlikesizce tehlikeliyi yaşama keyfi gibi, insanlara değişik tatlar yaşatırdı… Tabiî evlerini su basan canı yanmışlardan bahsetmiyorum… Böyle sel bastığı günlerin geceleri, evimizin önünde bulunan elektrik direğindeki lâmbadan suya düşen ışık, bana bambaşka ve romantik hisler yaşatırdı; kendimi Venedik gibi veya sefa atmosferinde farzederdim… Bir seferinde, daha değişik manzaralar doğdu: Hemen her sel baskınında, sokak seviyesinden yaklaşık yarım metre aşağıdaki Dede’nin bahçesi içinde bulunan evler sular altında kalır, fakir fukaranın kaçıramadığı yatak-kilim-yorgan vesaire gibi eşyaya zarar gelirken, bu seferinde sokağa duvarı bulunan bir ev yıkıldı… Sokaktan bakınca bahçe duvarı olarak görülen bu evin duvarı, mutfak eşyası dizili bir rafı taşıyormuş… Ben, geçen sel baskınlarının ardından “bir daha sel olursa, kapıya bir sandalye atıp şöyle keyiflice bir çay içeceğim!” kararımı bu sefer uygulamaya girişmiş ve tam sandalyeyi çıkarmıştım ki, hafif bir gürültü duydum; o evin çöktüğünü… Birkaç saniye sonra, tencere ve tava cinsi eşyalar suyun ortasında önümüzden geçiyor… Tuhaf bir durum!.. Camlarda bulunanların “aaa!” sesleri arasında, böyle hadiselerin canı gönülle fedâisi çocuklar tencereleri kurtardılar; diz boyu sularda heyecanlı (!) macera… İçerden gürültüyü duyan babam, bizim balkonu andıran kapı önüne çıkınca, elinde çay bardağıyla sandalyeye kurulma hazırlığında olan bana sinirlendi; veya sinirlenmiş gibi yaptı… Söylediği doğruydu:
– “Alemin ıstırabıyla alay gibi… Çabuk içeri gir!”
Ama ben oranın çökeceğini bilemezdim ki!..
Aradan birkaç gün geçmemişti ki, Dede sağdan soldan topladığı tuğla-kerpiç ve çamurla evi eski hâline yeniledi!..
Su yatağından taşmaya başladığında, Dede’nin bahçesi içindeki evlerin şurasından burasından ve avlunun muhtelif yerlerinden sular fışkırmaya başlardı… Ve bodrum katı olan yerlerde… Bir seferinde mahallenin bütün çocukları kahramanca (!) mücadele etmiş ve sokağın su boyundan giriş yerinin en müsait kısmında taş-toprak-çeşitli cinsten molozla bir sed yapmıştık… Diğer sokaklar çeşitli derecelerde suların istilâsına uğrarken, biz sokağımızı korumuş olmanın keyfini çıkarmaya hazırlanıyorduk ki, Dede’nin evlerinden suların fışkırmakta olduğu haberini aldık; ve bizim yaptığımız seddin içindeki ilk evin karanlık bodrumunu dikkatle gözleyince, suların yükselmekte olduğunu… Ve neticede birkaç saatlik bir gecikmeyle sular seddin ardındaki kısma dolmaya başlamıştı ki, santim santim yükseliş birkaç saat sonra santim santim düşüşe geçti… Ve biz mümkün olan en az hasarla zafer kazanmıştık!..
Selin ardından geçen günler ve haftalarda, değişik hisler yaşadığımız işler… Meselâ o zaman, Yalman adası veya Suboyu denilen şehrin merkezî kısmında, yol boyunca yazlık sinema ve çay bahçeleri vardı; sular çekilince, sel suyunun doldurduğu bu bahçelerin içinde kaynaşan balıklar… Günden güne su buharlaşır ve toprak tarafından emilirken, meselâ ağaçların dibine doğru daralmış 1-1,5 metre çapındaki leğen büyüklüğü bir yerde, yüzlerce çırpınan balık; tarladan balık toplamak!.. Bodrum kat evler, şöyle veya böyle tahliye edilmiştir; 20-25 gün sonra da olsa içine gir ve üç-beş parmak derinliğindeki suda kaynaşan balıkları topla!.. Ve, top oynadığımız engebeli arsada, yer yer 1 metreye yaklaşan derinlikteki sular… Bir seferinde, orayı mahallemizin gölü addederek, tuttuğumuz balıkları oraya atarak zenginleştirdiğimizi hatırlıyorum… Ve ne tuhaf, bugün bile heyecanlanıyorum!.. (32)
Çocukluğumda çok sık yaptığım tecrübelerden biri, canlı balığın içini boşaltmak ve onun üç-beş saniye de olsa yüzmesini hayretle seyretmek… Veya içini boşalttıktan sonra, titreyişlerini ânı ânına göz kaydına alarak «ölüm ânını», ruhunun çıkışını (!) yakalayabilmek!..
Balık avcılığı, çocukluğumda yaz tatillerinin en zevkli saatleriydi… O zaman Eskişehir’deki Porsuk Çayı’nda balık çok… Ve biz, sokağımızın bütün çocukları bir çete, başlarında ben, mahalle kavgaları ve futbol maçları dışında, ya kuş avındayız veya balık… Ya sokağımızın başında, veya karşı kıyıdaki çayırda, yahut şehir dışında tertiplendiğimiz avlar!..
Suboyunun başında evleri olan, ilkokul arkadaşım Nevzad… Hatıralarımda yer ediş sebebi, son sene müsamerede ikimizin de «İspanyol dansı» gösterisinde yer alıyor olmamızdan dolayı aramızda doğan samimiyet… Ve… Evlerin bahçesinden oltasını suya sarkıttığı bir gün, kıyıdan bir karış uzakta kol kadar bir balık yakalaması… Günlerce «belki ben de» umuduyla oraya olta attım!
Çocukluğumda azarlandığım veya kızdığım zaman, büyüklerimin en çok kullandığı lâf:
-«Bak yine gözlerini devirdi ak gözlü!»
En çok anneciğim ve teyzem, sonra anneannem ve dayım kullanırdı bu lâfı!.. (33)
17 yaşına kadar sayısız kere ava gittim… Ördek avı, bıldırcın avı… Ve balık avı… Ve tavşan avı!.. Özellikle geceleri kır yollarında arabanın ışığını görünce çöken tavşan avları sırasında, yollarda gördüğüm «aaa!… Tilki»ler… Bunların hiçbirinin kazınmış bir hatırası yok!..
14 yaşındayım… Bir yaz günü, babamın alaydan mesai arkadaşları ve aileleriyle iki otobüs tutarak gittiğimiz, kır gezisi… Eskişehir’e 40-45 kilometre mesafedeki, çam ormanlarına, Hasırca’ya… Annem, babam, kardeşlerim ve rahmetli Teyzem… Unutulmaz bir gezi… Ve gece kadınların orada kalmak istememeleri yüzünden, otobüsler bir günlük tutulmuştu… Kadınlar oranın tadını aldıktan sonra, o geceyi orada geçirmek ve ertesi akşamüstü dönmek için kocalarına nasıl ısrar ediyorlardı… Ama otobüslerin yarın başka bir anlaşması olduğu için, bu mümkün olamamıştı… Derede serpmeyle 60-70 kişiyi doyuran ve bir o kadar insanı da doyuracak olan balık avı… Kol kadar balıkları, armut toplar gibi eliyle derenin oyuklarından çıkaranlar… O küçük dere nasıl da balık kaynıyordu!..
Tilki… Dolunayın altında biten bir zevkin hüznüyle eşyalar toplanırken, binlerce ateşböceğinin görüntüsü ayaklarımı büsbütün geri geri götürüyordu… Ve bir yavru tilki!…
Bizim oradan ayrılmamızı bile bekleyemeyen bir yavru tilki, her kovalayışımızın ardından, başka bir eşya kümesinin yanında görünüyor!.. Onu yakalayıp evde beslemek fikri bana nasıl cazip görünüyordu ama, ne yakalamak mümkündü, ne de annemin onu kabul etmesi, ne de evcilleşmesi!.. Onu hafızam resim hâlinde yakaladı ve aslı ölmüş olsa da, faslı yaşıyor!.. (34)
Bundan 25 yıl evveli… 25 yıl sonrayı düşünürken çatır çatır yandığımı söylesem inanır mısınız? İnanın!..
İnanın; kemmiyet hesabına vurarak 25 yıl sonra diye değil de, 25’in de içinde bulunduğu bir rakam sonrasının, ilk gençlikte yaşanan zaman idrakı ıstırabının buudu hâlinde o günde bir imaj olarak toplu olduğuna inanın!..
Lemi, bu dilden hiç anlamaz, okul kitabı serisi üzerinde çalışkan ve zekâyı andıran tarafları olan, buna mukabil hep yavan, hep hissiz, hep soğuk tarafıyla aptalı andıran bir tip… Eskişehir’deki Mehmetçik Ortaokulu’nda 1. 2. 3. sınıfları ve Atatürk Lisesi’nde 3. sınıfı beraber okuduk!..
Ütülü pantolunu, ceketinin altında ütülü gömleği ve boynunda kravatı, daim temiz papuçları, hep aynı ayar saçları… Ressamın ruh veremediği çıplak bir duvarı andıran beyaz bir yüz, uzun ve ince boynu üzerinde yürürken sallanmasa da sallanıverecek hissini veren kafa, dört ayak üzerinden yeni doğrulmuş gibi zayıf ve uzun ince gövdeden öne doğru akan uzun kollar, uzun ve yürürken uzun uzun attığı bacaklar, pabucu büyük gelmiş gibi deve yürüyüşü cinsi kullanılan ayaklar… Son derece renksiz, ruhsuz ve bulunduğu yere müsbet veya menfi bir keyfiyet vermeyen şahsiyeti içinde, varlığı veya yokluğu dikkati çekmeyen, nevî şahsına münhasır bir tip!..
Duvarın ötesini merak ediyorsun, öte, kıymetin duvarda olduğunu işaretleyen bir boşluk… Peki niçin Lemi’nin üzerinde duruyorum?.. Hem de, görmem unutmam için yeterliymiş gibi kendisinden bahsederken?..
Benim, bahse değmezliğini söylerken bahsetmemin çelişkisi bir yana, o, hayatımda çok önemli işaret taşlarından biridir!..
Çalışkan bir talebe olmasam da, sınıf birinciliğine oynuyorum… İlkokulda, birinci olmadığım zamanlarda bile, ikinci değildim… Ortaokul 1. sınıfta, ben, Lemi ve Şerafettin isimli bir çocuk, iki kişinin çıkarıldığı iftihar listesine geçmeye çalışıyoruz… Birinci dönemde, resim dersinden de aldığı iftiharla, bizden bir fazla dersle Lemi birinci… Şerafettin de, not ortalaması benden fazla olduğu için ikinci… Okul bahçesinde her sınıftan iftihara geçenlerin takdim edildiği törende, ben de çıkarıldım; ama bana, daktiloyla yazılmış iftihara geçtiğim vesikası verilmedi… Müthiş üzüldüm… İkinci dönemde, iftihara geçtiğim ders sayısı Lemi ile eşit olacak hesabında sevinirken, iftihara geçme işi yapılmadı… Neden yapılmadı?.. Hiçbir sebep yok; yapılmadı… Bütün emeği boşa gitmiş bir insanın hüsranına düştüm… İkinci sene, birinci dönem: Sınıfımızda, diğer sınıflardan da bizim sınıfımıza kaydırılanlarla, en az on iftiharlık talebe arasındaki yarışta, ben birinci olacaktım… Olacaktım, olamadım; ve not ortalamasıyla üçüncü duruma düşüp, yine iftihara geçemedim!..
Sınıfımızda kıyasıya bir yarış var… Meselâ 10 tam notu hedefleyerek yaptığımız hesap üzerinde, sözlüye kalkıp da 9 alan oldu mu, sanki yüzde 90 rakibimizi geçmiş gibi seviniyoruz… Her neyse; bir hoca, beş kişiyi iftihara geçmek için yazıyor ve neticede kim daha fazla dersten iftihar alırsa, bunlardan iki kişi iftihara geçiyor… Ben, on dersten iftihar alarak birinci olacağım… Ama olamadım ve not ortalaması ile üçüncü sıraya düşüp iftihar listesine geçemedim!..
Türkçe Hocası Hümeyra Hanım… Bir dönemde yapılan üç yazılı imtihandan sonuncusunda, bir cümlenin şahıs, fail, sıfat vesaire şeklinde tahlilini isteyen bir soru da var… Ben 10 tam not beklerken, 7 gelmesin mi!.. Dünyam karardı… Ertesi derste, parmak kaldırdım ve “İmtihan kağıdını görebilir miyim?” dedim… Yani itiraz ediyorum… Biraz tatsız bir hava… Hümeyra Hanım, kağıdımı çıkardı ve notumun sözkonusu sorudan dolayı kırıldığını gördüm… “Birleşik kelime” diye altını çizmediğim bir kelimeden dolayı, o sorudan bana hiç not vermemişti… Oysa, hiç not vermemesini izah gibi, benim yanlışımı çıkarırken de zorlandığını hissettim… O kelime birleşik kelime değildi… Bana, şimdi hatırlıyamadığım bir misâli verdi ve yerime oturttu… Ben de, verdiği misâli kafama takmış, bugün bile hatırladığım karşı örnekleri, birkaç gün sonra önüne sürdüm… “Meselâ, insan kelimesi bölünemez; bölününce mânâlı oluyor diye, o birleşik kelime değildir!” dedim… “İn”, mağara; ve “san”, sanmak diye… Meselâ Ağaç; “ağ”, “aç”… Hümeyra Hanım lâfı karıştırdı, epey bozulmuş bir şekilde, sözlüye kaldırarak not durumumu telâfi edeceğini söyledi… Aynı okulda hoca olan Adile teyzeme, kendisine itiraz ederek onu sınıfta zor duruma düşürdüğümü söylemiş… Zaten bizden gerideki sınıfta okuyan yeğeni Serdar yüzünden öbür hocalara biraz torpil ister tarzda yaklaşan Hümeyra Hanım, benim için hiçbir söz etmez ve bu mevzularda hayatı boyunca ne kimseye bir şey söyler ne de kimseye torpil yapar olmuş Adile teyzemin burnu havada ilgisizliğinin, acısını diyeyim, benden çıkarmıştı… Çünkü o iş orada bitmedi… Sözkonusu imtihan notum dolayısıyle, Türkçe dersi karne notum, o derste beni sınıf üçüncüsü yapmış, iftihara beş kişinin yazılmasına nazaran yine de iftihara verilmem gerekirken, verilmemiştim… “Ben iki kişinin verilmesini takdir ettim!” dedi, çıktı işin içinden… Ben, 10 dersten iftihar almış olarak birinci olacakken, resim ve müzik derslerindeki daha az notumdan dolayı, sınıfın 9 dersten iftihar almış üç talebesinden biri olarak not ortalamasından yine üçüncü sıraya düştüm ve iftihara geçemedim… Ve şu hükme vardım:
– “Ben ne yaparsam yapayım, olmuyor işte!”
Tahsil hayatım boyunca bir daha bu acıları yaşamadım, çünkü bir daha sınıf birinciliğine soyunmadım!..
Lemi, hem 2. ve hem de 3. sınıfta iftihara geçti… Şerafettin, 2. sınıfta iftihara geçti, 3. sınıfta 3. idi!..
Şerafettin’le lisede aynı sınıflarda okuduk… Lemi ile Lise 3. sınıfta beraberdik, ama konuşma bir yana, selamlaşmamız bile olmadı… Kendi sokağında oturan bir çocuktan başka kimseyle arkadaşlığı yoktu… Bir hanım evlâdı, geldi gitti!..
Defter ve kitaplar, kırmızı veya mavi kağıtla kaplanırdı… Defter veya kitap kapağıyla, kaplama kağıdı arasına kopya kağıdı koyuldu mu, görülmezdi… Kopya çekmede çok kullanılan bir usul… Kapak kağıdı biraz bastırıldımı, altındaki yazıyı net görme imkânı vardı… Sözlü notları da yüksek olan Lemi, her derste bu tarz kopyasını hazır ederdi… Çalışkan talebe iddiasını çoktan bırakmış benim usulüm ise, türlü türlü!.. (35)
Ben Erbakan’ı Eskişehir’de, Milli Nizam Partisi vesilesiyle tanıdım… Ve çevre vilâyetlere nâm salan Eskişehir Gençlik kolunun başında… Öyle ki, Hoca, diğer vilâyetlerdeki açılış ve toplantılar için, benim ve arkadaşlarımın mutlaka gelmesini isterdi… Sonra, MSP’nin Konya’daki bir meydan toplantısında kalabalığı dağıtmak için hadise çıkarmaya çalışan 40-50 kişilik bir gruba tek başım dalmamla çıkan kavga ertesi, Parti çevresinden gördüğüm «bizde kavga etmek var mı, müslüman kavga etmez!» sümsüklüğü yüzünden uzak durdum… Yine de kopmadım ve Gölge I, Gölge II. dönem ve Akıncı Güç’ün ilk sayısı, bilhassa Hoca’yı diğerlerinden farklı ve çevresindekilerin çapsızlığı yüzünden bir takım şeyleri yapmıyor gördüm ve gösterdim… Üstadım’la aralarındaki hadiseyi, onun değil de çevresinin hatası diye tevil ettim… Fakat Akıncı Güç’ün çıkışının ardından, çevresine kasden çapsız adamları topladığını âlenen beyanla bize karşı olunca, biz de onunla ve partiyle bağları tamamen kopardık!.. (36)
Rahmetli Halil ağabey… Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği zamanından, yani 15-16 yaşımdan, 22-23 yaşıma kadar geçen zamanda tanıdığım… Ondan birkaç sene sonra da vefat ettiğini duymuştum!..
Suat Fıratlı ağabeyin şefliğini yaptığı Milli Eğitim Kitabevi’nde, onunla beraber çalışmaya başladığı birkaç sene, hemen hergün görüştüğümüz Halil ağabey… Ben, hergün oradayım ve oturduğum yerde beleş kitap tetkik etmekteyim… O, Suat Fıratlı ve hademe Hakkı’ndan sonra, ben de kadrodan (!) sayılabilirdim!..
Nedir bu hâl, ne oluyor ve nereye gidiyoruz?.. Yayınevi, uzun nutuklarıma sahne olan bir mekân!..
Halil ağabey, benden birkaç yaş büyük ve Hukuk fakültesini terkedip Gazetecilik okuluna giden, orayı bitirip Tercüman ve Hürriyet gazetelerinde sayfa sekreterliği yapan oğlu Abdullah’tan yana biraz dertli… Dışarıya bir şey sızdırmamaya çalışıyor ama, bazen imâen endişesini açığa vuruyor… Ona söylediğim sözü, kim kaçıncı defa söylüyorum:
– “Eğer sizin nesliniz biraz fedakâr ve gözükara olsaydı, bugün ortam bambaşka olurdu!”
Kendilerinin suçlanması karşısında, savunma:
– “Sizin neslinizi de göreceğiz!”
– “Hiç kimse benim karşıma geçip de bunları söylemeyecek!” (37)
Topal Emine… Lise son sınıfta beraber okuduğumuz talebelerden, akranlarının aksine, Anadolu kokusundan tiksinmeyen ve köy ve kasaba hayatının sükûnetini her türlü şehir alâyişine tercih eden, temiz bir insan… Arkadaşlarının bu toprak adına ne varsa nefret ettiği ve özenti Batı gençliği cümlesinden olarak zamane moda müzik listelerini ezberleme hünerine düştüğü bir iklimde o, bir sazla elektro gitar arasındaki fark kadar onlardan uzaktır… Kendisi okulu bitirirken, nişanlısı da askerden dönecek ve evlenecekler… Mümkün olsa, Doğu vilâyetine bağlı köylerden birinde öğretmenlik yapmak ister… İsterdi!..
Sene 1972.. 12 Mart’tan birkaç ay sonra… Liseyi bitirmemizin üstünden 3-4 sene geçmiş… Eskişehir’de Köprübaşı’nda karşılaşıyoruz… Şaşkınlık içinde… Ama şaşkınlığı şu kadar zaman sonra bir tanıdığa rastlamaktan dolayı değil de, benim polis tarafından yakalanmamış olmamdan dolayı!..
Milli Nizam Partisi zamanı… Günaydın gazetesinde, Resûlullah Efendimizin hayatı çizgi roman şeklinde ve şehvet gıcıklayıcı sosyal hayat sahneleriyle veriliyor… Tüller içinde göğsü göbeği açık kadınlar… Her biri bir andavallı ve iptidaî insan tipinde sahabiler… Neler neler!..
Kalben buğz eden, tümen tümen… Gerçi müşahhas bir şahsı işaretleyip de “sen bir sahtekârsın!” diyemesek de, umumî bir ifâde hâlinde, kan pompalamaya yarayan ve mânâsını kaybetmiş bir âlet durumuna düşmüş kalblerde “Allah için buğz” diye bir ölçüye yer olmadığını da söyleyebiliriz… Her zaman sadece nefsini kurtarmayı ve rizikodan kaçınmayı benimsemiş bir ahlâk, yani ahlâksızlık sahibinde, ne aşk vardır, ne imân öfkesi ve tezahürü, ne de merhamet!..
Ne yapmalı?.. Benim teklifim, Günaydın gazetesinin Anadolu’ya dağıtım yapan kamyonlarından birini, ihtar olsun diye yakmak… Yakalım, yakmayalım tartışması yanında, bu işi becermek için bize lâzım olan bir arabayı nasıl bulalım?..
Aradan şu kadar mevsim geçtikten sonra, Emine ile karşılaşıyoruz… Bilecik Emniyet Müdürlüğü’nde sekreter olmuş… Bir gün Eskişehir Emniyeti’nden gelen bir haber:
– “Salih İzzet Erdiş ile İhsan Toköz, İstanbul-Eskişehir arasında Günaydın gazetesinin kamyonunu yakacaktır; tertibat alınması ve bu şahısların suçüstü yapılarak yakalanması için gerekenin yapılması!”
Mesele anlaşıldı!.. Bu iş dedektif gazeteciyi oynayan Sinan’dan çıkmıştı… Sinan’a kızmak şöyle dursun, sebep olduğu telâşe bakımından epey eğlenmiştim bile!.. (38)
ŞAİRLİĞİM
Hafiye, ilk şiirlerini, Eskişehir’de, ilkokul üçüncü sınıfa giderken yazar… Hocası Muhsine Altınbulak Hanım’ın ciddi yüzlü tetkiki ve sahici takdirkâr tutumu, onu teşvik ve mesut etmekte… Şiir okunan serbest derslerde HAFİYE mutlaka tahta başında ve kendi şiiriyle huzurda… Ve yanında her zaman, güzel şiir okuyan iki kız talebe: Müzeyyen ve Hülya… Birincisi, uğruna pek çok dövüşe girdiği aşkı… İkincisi, okuduğu şiirin hakkını veriyor olması bakımından takdir ettiği!..
O okul… Fatih Sultan Mehmet İlkokulu… Bugün yaşanmış kadar berrak hatıralar mekânı… Birgün Şehir hoparlöründen, okullarını temsil için seçilenler şiir okuyacak; bu sebeple, okulda her sınıftan birkaç kişinin katıldığı bir seçme tertipleniyor… Hafiye, kazancı peşin bir işde, birdenbire zırhsız ve savunmasız bir yüzle, güyâ aksi olabilirmiş gibi, aslında ise takdiri katlamak üzere, o masum insan tavrını takınıyor:
– «Başöğretmenim, benim ezberimde şu ân tam bir şiir yok… Ben kendi şiirimi okuyabilir miyim?»
Ne var ki, Hafiye ilk ânda umduğu cevabı alamıyor… O aksi ve asık yüzlü, bütün talebelerin ödünü koparan Müdür Kâmil Bey, pek ümit vermeyen bir sesle:
– «Kendi şiirini mi okuyacaksın?.. Peki, oku bakalım!.. İsmi ne?»
Şiirin ismi «Fatih»tir… Çocuk hayâli için, uçan sihirli seccadeler kadar güzel, Fatih’in gemileri karadan Haliç’e indirme sahnesinde, Hafiye’nin de yüreği vardı!..
Muhsine Altınbulak Hanım’ın, çocuk çapına nisbetle pek beğendiği bu şiir, Kâmil Bey’in hayret ve hafiyece tavrıyla karşılaştı:
– «Gerçekten bu şiiri sen mi yazdın?.. Bak sen yazmadıysan sonra fena olur?»
Tekrar tekrar okunarak tamamlanan elemelerden sonra o kalır… Her tekrarda aynı çatık kaş:
– «Bak sen yazmadıysan fena olur!»
Bu, eseri yaş çağına nisbetle üstün ve aşkın durum, eserin ona ait olmadığını beyândan, kıskançlığa kadar bin kılıkta gençliğinde de baş derdi olacaktır… Üstadım bile, Akıncı Güç çıktığı zaman yanına Zübeyr Yetik isimli sonradan sıvışan bir muharrircikle giden Yalçın Turgut’a, yaşımı sormuş, nasıl olup da böyle bir zümreye sözümü maledişime şaşkınlığını belirtmiştir… O zaman, Üstadım’ın «olgun ve dolgun» diye yetişmeleri için iteklediği yazar çizer takımının yaş ortalaması 40-50… Nitekim benden sonra hepsinin pabucu dama atıldı… Bunun kuyruk acısıyla bir lâf çıkardılar:
– «Yazıları Üstad yazıyor ve altına Salih Mirzabeyoğlu diye imza atıyor!»
Ankara’da Profesör Nevzat Yalçıntaş’a Akıncı Güç’ü veren Yakup Kaldırım, onun hayretini aktarıyor:
– «Bu kadar genç yaşta, hayret edilecek şey!»
Şiirlerime, yazar, çizer geçinenler arasında hiç kimsenin nüfuz edemediği garip bir hassasiyet göstermiş olan Kâzım Albayrak, 1986’da Profesör Sabahattin Zaim’i ziyaretinde, benim hakkımda takdirini aktarıyor:
– «Eserlerinden ilk önce şiirlerini okudum!.. Hayret!.. Ne zaman yazdı!»
Memleketimizdeki kıtlığı düşünün ki, 36 yaş bile keyfiyet büyüklüğüne nisbetle şaşırtıcı görünüyor!.. Bilmem ki ne demeliyim?..»
İlkokul dördüncü sınıfta… Muhsine Altınbulak Hoca hamile… Yerine Fatma isimli bir hoca geliyor… Bir kompozisyon dersinde, bir bankanın kompozisyon yarışmasına gönderilecek mevzuu «orman» olan bir yazımı okuyorum… «Herkesin nemalâzımcılık gösterdiği yerde, neticede hepimiz zararlı çıkarız!» diye mesuliyete davet ediyorum… Fatma Hanım, olağanüstü bir tabloyu seyreden estetik buğulu gözlerle bana bakarken dudaklarını ısırıyor, başını takdirle sallıyor ve hayatımda sadece Üstadım’da gördüğüm içe işleyici ve bende birine hitap edici eda ve sesle:
– «Sen, ileride çok büyük bir adam olacaksın!»
Şimdi kimbilir nerde?.. Yaşıyor mu, öldü mü?
Babam, o zaman, şiir yazdığım defteri kaybetmememi, büyüyünce bana iyi bir hatıra olacağını söylemişti… Ama Kâmil Bey’in tavrı üzerimde yıkıcı bir etki yaptı; buna, benden birkaç yaş büyük mahallemizdeki Kerim Gider’in o şiirleri benim yazdığıma inanmadığını söylemesi de eklenince, hepsini imhâ ettim!.. (40)
Günlük
Size, ilk gençlik günlerimde «günlüğe-hatıra defteri»ne nasıl baktığımı, «Yaşamayı Deneme» isimli romanımdan göstermeliyim:
– «Hatıra defteri tutmaya başladım. Ancak birkaç günlük yazılarım çabucak hevesimi kırdı. Üzgünüm, sıkıntılıyım, okula gittim, yemeğe gittim, sinemaya gittim, kulübe gittim, tavla oynadım, kazandım, kazanmadım, hava şöyle, hava böyle, bilmem ne… Bakkal defteri gibi bir şey. Ne kadar renksiz.
Elimde defter kalem, her ân hissimi yazacak değilim. Müsait zamanda yazmam sözkonusu olduğuna göre de, bütün bir günün dökümünü yaparken, seçmeyi, yazma isteğimdeki his tâyin ediyor; neyse o. Hiç kütüklüğü görünsün diye yazanı gördün mü?.. Hayır. Kalemi eline alınca, mânâlı lâflar söylemeye çalışıyorsun. Suçüstü yakala kendini.
Deftere yazdığımı farzet ve şu son sözümün üzerine dur: «Suçüstü yakala kendini.»
Suçüstü yakala kendini diyen kendini de yakala, sonra onu da. Bu böylece, yazan elinin hesabını veremeden gider. Anlayacağın, günü tam tesbite imkân yok. Zaten tam tesbite yeltensen, elindeki kalemin tesbitinden başka bir şeye sıra gelmez. Günü hülâsa etmeye gelince; bir tuhaf oluyorum. Görüyorum ki, ifâdeye girmeyen zaman mukayesesiz uzun. Demek zamanımın çoğunu, yaşamasaydım da olurdu.
Öyleyse yapılacak en iyi şey, hiçbir mânâlandırmaya yeltenmeden kuru havadis. Renkli ve zengin bir ilişkiler manzumesi içinde olmadığıma göre de, kuru, kupkuru oluyor. Takılmış plâk gibi, birbirinin benzeri günleri gösteren sevimsiz bir defter.
Şu ânda tepelenmiş hâliyle, çöp kutusunun hatıraları arasında yerini aldı bile. Arkasından bakıyorum kızgın kızgın.» (41)
“Namaz, Zamana Sahip Olmanın…”
Âdem sokağa çıkacak. Çayın altını söndürdü. Sigara tablasında bir yanık işareti yok. Şunu aldı mı?.. Aldı. Ya bunu?.. Onu da aldı. Kapıyı çekti. Acaba çayın altı?.. Açtı kapıyı, içeri girdi. Tamam söndürmüş. Çekti kapıyı. Hakikaten söndü mü?.. Açtı kapıyı, tekrar yokladı. Kül tablası tamam. Tekrar çıktı. Âdem’de unutkanlık ve dalgınlık değil de, âdeta gözün gördüğüne itimatsızlıktan doğan bu hâl, birdenbire namaz kılma hâline çağrışım yaptı. «Namaz bu değil, namaza lâyık değiliz Allahım, ama affına sığınarak emri yerine getirmeye çalışıyorum.» hissi. Ölçüye uygunluk zannedilen yerde bile Allah’a havale şuuru. Tamam, yaptım, oldu yok.
Âdem niçin bu hâlini hatırladı?.. Söyledikleri arasında pekçoğunun, «ne demek namaz değil?.. İşte İslâmı yaşıyoruz!» gibi baktığı ve âdeta namaz kılmamanın mazeretine zemin sandığı, hatta ve hatta «ne yani, namaz mı kılmayalım?» gibilerinden gözlerinin bulandığı, gözleri bulandıran sözleri, aynıyla «Sevgili»nin ağzından dökülüyor:
– «Bizimki de namaz mı?.. Affet Allahım, affet!.. Af, af, af… Bugün Ahmet (Arvasî) Bey söyledi, İmam Rabbani’nin Mektubat’ında görmüş; «İnsan namaz kıldıktan sonra, suç işlemiş gibi bir hâle düşer.» Hep af Allah’tan, hep af isteyelim. Bir de bizim namazımızı düşün!»
Ve ilâve etti:
– «Aman namazını kıl!»
Başka ne demişti Sevgili:
– «Bekleyeceksin!»
Mayıs 1982, «Müjdelerin Müjdesi»… Âdem, benim; Sevgili de o!.. (42)
1983 senesi Mart ayının o muazzam soğuğuna mukabil, söylendiği ânda yakıcı bir soğukluk hâlinde onu gölgede bırakacak en büyük sırrımı, «halka, aklına göre hitabedebilmek»le, «hakikat» arasındaki farkın temyizi hâlinde bu mevzuda aldım… İşin söyleyebileceğim tek tarafı şu:
– “Namazı kıl!» (43)
Rahmetli Fatma Toköz… Rahmetli Atiye Toköz… Emine Toköz… İhsan Toköz… Bu isimlerin her biri, hem özü ve hem de gözü tok insanlar!..
Rahmetli Fatma Toköz ve kızı rahmetli Atiye Toköz… Fatma Toköz, Atiye ve rahmetli Zeki’nin anası olarak, başa alınması gereken:
İlk defa evlenmiş… Birinci evliliğinden Atiye doğmuş… Kocası ölmüş… İkinci evliliğinden Zeki doğmuş… Kocası şehit olmuş… «Bizim sülâleyi toplasan, belki 40.000 kişiydi!» derdi… Birinci Dünya Harbi şartlarında veya harbin ertesinde Van’da Hicret… Babaannem Hanife Hanım’ın ahiretliği…Oğlu, Hava Astsubaylığından emekli ve Almanya’da vefat etti… Sonra da, onun büyüğü Atiye… En son da kendisi… Bir anne evlât acısıyla nasıl cayır cayır yanar, doksan küsur yaşındaki o kadında gördüm… Ama goygoy, vaveylâ ve isyan yok… 40.000 kişiden birkaç kişiye düşmüş akraba tanışıklığı içinde bile, hep vakarlı, aklı başı yerinde… Kızının vefat ettiği gün bile, bir parçacık ekmeğin israfından ve nimete nankörlük etmekten korkan itidal tavrı!..
Ömründe, Fatma Hanım teyze ve kızı Atiye hala kadar temiz, tertipli ve yemek adabını bilen kimse görmedim… İster evlerinde, ister misafirlikte, yedikleri ekmek cetvelle ölçülmüş gibi hiç değişmezdi… İnsanın sadece açlıktan bitkin olmama sınırında toklukta durması, nefsini böyle disipline edebilmesi ne harika bir şey… Her şeyde itidal haddi üzerindeydiler… Bereket denilen şeyin ne olduğu, onların hayatlarından seyredilebilirdi… Bugünün, diyelim 2.000.000 lirayla geçinirken ağlaşan iki kişilik ailesi yanında, onlar 400.000 lirayla geçinebilir… Hem de tasarrufta bulunmuş olarak… Benim para durumumun Üstadım’ın düşündüğü bir husus olduğu günlerde, rahmetli Atiye Hala tutturmuş, ömür boyu biriktirdiği ve altına çevirdiği tasarrufuyla bana dükkân açacak… Onun vefatından sonra da Fatma Hanım teyze, kızının dileği yerine gelsin diye aynı ısrarda… Diyeceğim şu ki, bunların, öyle yaşamaları, paranın üstüne kuluçkaya yatanlarla aynı cinsten değildi… Benim, bir daha böyle bir açarsa kendini hiç ziyaret etmeyeceğim tehdidi üzerine, para fakir fukaraya dağıtıldı!..
Toköz… O sahici insan ve vefatı üzerimde derin tesirler bırakmış olan Atiye Hala, beni abdest alırken veya namaz kılarken gördü mü, gözleri ışıl ışıl ve yürekten kopan bir memnuniyetle hemen gıpta tavrına bürünür ve şöyle derdi:
– «Şimdi bunun namazı kandil gibi parlıyor; nur nur!.. Bizimki gibi değil, o genç!»
Bu insan ki, yedi yaşında namaz başlamış ve yetmiş yaş eşiğinde, üzerinde farz borcu yok… Nafilelerin üzerinde çetele sahibi de değil!..
Emine Toköz… Yunanistan’ın Gümülcine kasabasından Erzurum’a kocasıyla gelmiş… Rahmetli Faik amcayla… Faik amcanın babası, o zaman Erzurum’da hali vakti çok iyi bir memur… Faik amca, Emine Hanım teyzenin ikinci kocası… Ölen birinci kocasından da bir çocuğu olan Emine Hanım teyze, Erzurum’da kaynanasının düşmanlıklarına hedef… Geceyarısı, açlıktan ve soğuktan uyuyamayan çocukları için mutfaktan nasıl gizlice ekmek çaldığını anlatırken, ürperirdi… Umumiyetle bizim ısırıp yarım bıraktığımız ekmekler üzerine tekrarlanan bu hikâyeler, beni öyle bir tesir altında bırakırdı ki, bazen gizli gizli ağlardım!.. (44)
Şemsipaşa’dayım… Sertçe bir rüzgâr ve üşütmeye mahsus bir güneş… Seyyar çaycı Zülfü’nün bir bardak çayı… Balık yerine su çeken meraklılar… Bir kanepeye ilişmiş oturuyorum… Cehennemde vazife gören melek gibi, insan, hayvan, nebat ve cemat harmanının lisân çehresinde ısınıyorum… Yanıma bir kedi yanaşıyor; tuhaf bir duygu… Sanki kedi, yalnızlığımı anlıyor… Önümden yılışarak gençler geçiyor… Derken… 55-60 yaşlarında, hafif sakallı, zayıfça, bir gözü şehlâ şaşı arası bakışlı, tebessüm eden kavrukça bir adam karşımda duruyor… Selâm veriyor… Mukabele ediyorum… «Nasılsın, iyi misin?»… «Teşekkür ederim, iyiyim!.. Siz nasılsınız?»… «Hamdolsun!.. Baktım yalnız başına oturuyorsun!»… «Yalnız oturan başkaları da var!» diyorum… «Cemali güzel olan insanlardan zarar gelmez!.. Bak bu kadar insan içinde seni sevdim!»… Ne demeliyim?.. Dediğim şu: «Teşekkür ederim, sağolasın!»… Ve kendince esasa giriyor: «Derviş misin sen?»… Beni saçlı sakallı görüp yanıma yaklaşan ve avamın saça-sakala karşı mesnetsiz karşı duruşu ile bu adamın sempatisi arasındaki fark, ardından bu sözü, beni irkiltiyor… Ne diyeceğimi bilememenin şaşkınlığında, lâtifeyle karışık, «biraz!» diyorum… «Namazını kılıyor musun?»… «Namaza uzak değilim!»… «Nerelisin sen?»… «Muş’lu… Ya siz?»… O da Sivaslı imiş… Ben soruyorum: «Siz derviş misiniz?»… Ordular dolusu Şeyh enflasyonu malûm; onun binbir katı da derviş… Hayret, bu iptidailiği içinde saffeti tüten adam umduğum cevabı vermiyor: «Nerdeee?.. Nefs bırakmıyor, nefsin yükü ağır!»… Tekrar soruyor: «İsmin ne?»… «Salih!.. Ya sizin?»… «Veli!»… «Ne güzel bir isim!» diyorum… «Seninki de güzel!.. Allah seni Salih kullarından eylesin!»… «Cümlemizi!»… «Dua et bana!»… «Duaya muhtaç olan benim!» diyorum… «Ben şuradaki iskelenin orada baskülle tarttırıyorum, gelirsen arasıra lâflarız!» diyor ve gitmek üzere kalkıyor… Ardından «İnşallah!» diyorum!.. (45)
Sene 1983… Üstadım’ın vefatından birkaç gün evvel… Şemsipaşa’da oturuyorum… Vakıa hâlinde söylüyorum: Denizdeki çalkalanma eseri bütün sathını tutmuş küçük dalgacıklar, bana suyun kaynarken fokurdamasını hatırlatıyor ve binlerce ağızdan fısıltılı bir sesle «Allah, Allah» diye zikrediliyormuş gibi geliyor… Ben bu hâlde büyülenmiş gibi denize dalmışken, bir de elleri cebinde ve aheste adımlarla, kendini kaptırmış hafif sesle Kur’ân okuyarak bir adam geçmez mi!.. (46)
“Namaz, dinin direğidir” buyuruyor Allah’ın Sevgilisi… Namaz ile zaman arasındaki kelime delâletinde bile pırıldayan alâka şudur ki, namaz, zamana sahip olmanın mihrak mânâsıdır! (47)
“Resim… Bilerek Aldanma…”
1982’nin yaz ayları… Toprak vazolar, testiler, turşu küpleri, saksılar, cam üzerine yağlı boya resimler… Ne oldu, ne bitti anlayamadım ve kendimi birdenbire üzerinde «resim ve nakış» yazılı istidat çekmecelerinden birinin önünde buldum!..
Hatırladığım kadarıyla, resme ilgim orta okul sıralarında… Resme ilgi mi, yoksa güzel resim yapanlar yanında benim de o işi başarma ihtirasım mı, ayrı mesele!..
Mehmetçik Ortaokulu’nda Naime Saltan Hanım ve Hasan Saltan Bey, resim hocalarımdı… Bey, Anadolu kokan bir mizâç… Hanım ise, bir deli fişek; resme olan istidatsızlığına ters tutumla, boyuna gülünç sergiler açardı… Hasan Bey, yemek, çamaşır ve ev temizliğinin yüzüstü kalmasından şikâyetçi, Naime Hanım da «anlaşılmayan sanatkâr» olmaktan mustarip!.. Mustarip görünmek de sanatkâr bilinmenin aksesuarı ya!..
1982’ye kadar uyuyan resim yapma merakım, iktisadî zaruretler dolayısı ile de depreşti ve gülünç bir ticârî atılım hayaliyle gündeme geldi!..
Birbirinden güzel şeyler yaptım… Birkaç sene sonra da, yıldırımla vurulmuş gibi mânâ ile karşılaştım… «Siyâh üzerine beyaz noktalamalar yapmak»: Büyü!..
Aslında en büyük şaşırtıcılık, Üstadım’ın 1983 mevsiminde Conan Doyle vesilesiyle, onun tablolarından – resim koleksiyonundan le geldi… Conan Doyle, «Şerlok Holmes» isimli hafiye romanları dizisi yazan adam!..
Resme yöneldim mi, yoksa yöneltildim mi?.. Bütün karineler ikinci şıkkı destekliyor!..
«Resim redd kökündendir!»… Rüyâ âleminden öğrendiğim bu mânâ, işin kök hakikatini gösteriyor olsa gerektir!..
Bir el resmim var… İçinde bulunduğumuz dönemde zamanın sureti gibi görürüm!..
Resim… Ortaokulda sınıf birinciliği için çekiştiğim Lemi’yi hatırlamamam mümkün değil… Resimde aldığı not ortalaması, hep benden fazlaydı!..
Redd: Geri döndürmek… Çevirmek… Kabul etmemek… Def etmek… Kerre… Vâri… Bir şeyin karşılığını icra etmek… Aks… Yankı… Dil tutukluğu!..
Işığın görünüşe çıkması için kendisini aksettiren- geri döndüren zemin ihtiyacı gibi, suret, akis yerinde mânânın tecellisi gibi görünür… Mânâya nisbetle kelime klişesi, ses, çizgi, istif vs. şeklindeki her suret, bir resim!..
Kavga eden: Çekişen… Dikkatle bakan… Aldanmış gibi görünen… Bilerek aldanan!…
Bilerek aldanmak, benin bendeki gizlilik karşısında düştüğü hâllerden biri olarak, kendi kendini deşen gerçek mustariplerin şuurunda olduğu bir dava… Ben, benden gizliyim; ve deştikçe boğuluyorum bu hakikatte… Aldanmalar hep bildik üzerine!.. (48)
Askerlik
(Üstad-Ü.F) Her işimle ilgili… Askerlik durumumu soruyor… O sıralar imtihanlara girdiğim için, bir mânâ veremiyorum… «Çare yok, yapılacak!» diyor ve arkasından ekliyor:
– «Fatihte tanıdık bir Şube Başkanı Albay var; ben yardımcı olması için ona bir telefon edeyim!»
Yardımcı olmasına gerek olmadığı babında birşeyler geveleyerek, utanmadan lâfı bulandırmaya çalışıyorum!.. Ama o ısrarlı:
– «Ben sana yardım ederim!» (49)
1984’ün Ekim ayında, Eskişehir’e gittim… Cemal Hoca vasıtasıyla, rüşvetle iş gören ve birkaç ay önce emekliye ayrılmış olan Sıkıyönetim Savcısı Albay’la tanıştım… Eskişehir Hava Hastahanesi doktorlarına para yedirerek benim askerlik işini halledecekti; sakat raporu alacaktı… Bütün doktorlardan iş ayarlanmışken, kendi aralarındaki çekişmeden dolayı biri su koydu ve işi yokuşa sürdü… 54 kilo ve 1.80 metre boy… Aradaki farkı tabiî olarak dikkate alacakları farzedilir ve “diğer muayene neticeleri” ile iş bitirilir zannedilirken, dediğim doktorun tutumu… Bu durumda kilomu, onu da bertaraf edici bir ölçüye indirsem?.. Tam 49 kiloya düştüm… 20 günde, açlık, susuzluk, hamamda kilo düşme ve 10 kilometre mesafe yürüme… Eskişehir’in kışında!.. (50)
Aziz Demirci, benim yerime askere gidecek… (51)
Aziz müracaatını yapmış ve tahsilini ilkokul yazdırmış… Eskişehir Askerlik Şubesi’ne telgraf çekmiş, pazartesi netice gelecek… Aziz’e 500.000 lirasını verdim… (52)
Kütahya’nın Gediz İlçesi kaplıcaları… 1991 Aralık 17.gün… Firar hâlim bu mekânda… Askerlik davamın ne olduğunu ve ne olacağını bilmeden, beklemekteyim!.. (53)
Nüfus Kâğıdına göre doğum tarihim: 25 Aralık… Askerlikten terhis tarihim: 25 Aralık 1992… Askerlik Şubesi Başkanı, başbelâsı benden kurtulmuş olan Kıdemli Albay Teoman Yüksel ve sivil memur Naim Çoban’ın imzâları… Bedel yattığından eğitime tâbi tutulmama imtiyazı ile, askerlik yapmadan yapmış oluyorum… İhtimâldir ki, bundan sonra bir kısım zekâlar, askerlik yapmaktansa soygun yapıp bedel ödeme yolunu tercih edeceklerdir!.. (54)
Savcı Adnan Akbal… Hâkim Namık… Kayıp: Suç ortağım Aziz Demirci… Benim yerime askere giden… Ayıp: Tutuklandım… Sivas Temeltepe Askerî Cezaevi’ne konuk edildim… Zararı Lâikistan Cumhuriyetine… Zehir yese, onu şifaya tahvil etme sırrına ermişiz biz!.. (55)
Askerlik mi?.. 15 yaşımdan beri askerim… Davamın askeri… Sağa sola sapmadan, hiç kolaya kaçmadan, sahici biçimde… Fikir, fiil ve sanatı ölüme ayarlı… Beni anlayabilecek olanlar, benim kumaşımdan olanlardır ancak!.. (56)
Tekel
Tekel… Tek el… Hayatım boyunca dış yüzde büründüğüm şekillerin, yol gösteren tabelalar gibi iç yüze mahsus mânâları tedaî ettirmesinden ve bir şeye mahsus kılınmış olarak kukla gibi oynatıldığım hissinden sarhoşum!..
Sene 1974… Bir adam düşünün: Bürünebileceği, ihtisas sahlarından birinde ilim adamı, sanat adamı, kendi kendinden ibaret de olsa militan şahsiyet tipleri arsında, her birinin istidadını yaşatırken, hepsinden başka bir güçle «benim kaçacağım mecra hangisi?» diye çırpınıyor… Ve onu dilim dilim kesen düşünce: Zaman geçiyor… Herşeye malikken herşeyden mahrum bıktırıcı şartlar altında tükenmiş bir hayat yılgını «dava adamı» olarak, Tekel İdaresi’nin zift kuyusunda cesedini sürüklüyor… O türlü bir kimsesizlik içindeyken, bugün hâlâ mahfuz ve bana bu satırları yazdıran bir kağıda, şartlar ne olursa olsun imânın ne demek olduğunu gösterici şu tarihî notu düşüyor:
– «Ne olur, nasıl olur bilmiyorum ama, benim mutlaka olmam ve yapmam gereken bir iş var!»
Herşeyi yöneten o şey ki, ona her basmakalıp işde işkence çektiriyor, onu hiçbir şey ve hiçbir yerde doyurmuyor… Yol, yordam, çevre ve imkân şartlarının yokluğu içinde, o kapkara çaresizlikte rüzgâra teslim cüsse ve suratın hâlini düşünün ki, ölü kadar sessiz ve bitik, öfke ânında patlayıveren ölçü endaze tanımaz saldırganlık ve enerji, çevredeki bazı insanların düşüncesine göre esrar iptilâsındandır… Sigarayı çekişinden ve bitik hâlinden belli ki, üflüyor… Saldırgan ve kendisini kaybedesiye patlayışlarından belli ki, kriz tutuyor… Birgün, beraber çalıştığımız Davut isimli bir arkadaş:
– «Yahu ne garip adamsın!.. Cansız cansız otururken, kavga çıkınca enerji küpü kesiliyorsun şahlanıyorsun!»
Umumiyetle ve umumî çizgileriyle maymun gibi adamlar arasında, ne anlayan ne bir şey… Aslında o, dev sancılara beşiklik eden yüreklerin, dışyüz seyircisine ve kör gözlerle kapalı yalnızlığı içindedir… Karada çırpınan, suya hasret bir balıktır… Böyle günlerden birinin aynı olan gecesinde, büyük irşad kutbu Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin mütebessim çehresini görme devletine erişmişti… Ve Abdülhakîm Arvasî Hazretleri onun başını okşamıştı!.. (57)
Karaköy Gümrüğünde, Tekel Vergisiz Satışlar Mağazası… Sene 1973 veya 1974… Bulgaristan bandıralı bir yolcu gemisinden her seferinde karşılaştığımız, 50-55 yaşlarında bir karı-koca… Gemide, adam piyano çalıyormuş, kadın da şarkıcı imiş… Bizden alış veriş yaparlardı ve ahbaplık ilişkileri içinde bizim çocuklar onlara ufak tefek siparişler de verirlerdi… Bulgar gemisi geldiğinde, kendilerini hiç de belli etmeyen (!) siyasî şubeden polisler de orada arzı endam ederlerdi… Bir seferinde ben de o karı koca ile konuşurken, bana bir «Bulgarca – Türkçe» lûgat getirip getiremeyeceklerini sormuştum… Üzerimde asit kadar haşin bakışlar… Bizim çocuklar, beni dikizleyen adamların benden pirelendiklerini çıtlattılar… «Kaşkaval» dedikleri kaşar veya kaşarı andıran peynirden getirmelerini söylesem mesele yok… Ama lûgat istemek de ne demek!.. Sonradan, o karı kocanın casus olduklarına ve onlarla fazla samimi olmamam gerektiğine dair ikaz da yapıldı!..(58)
“Davanın Mihrak Şahsiyeti: Hayran Hanım”
Alışılmamış iddialara alışılmamış ispatlar gerekir… Alışılmamış vakalar da, kuru mantık kalıplarıyla değil, kendi bedahet çizgisi üzerindeki idraklere ancak tasvirle aktarılabilir… Şayet, «fikirde tecrit, teşhis içindir; sanatta teşhis ise, tecrit içindir!» hakikatini gözönünde tutarsanız, benim yaşadığım vakıaya hem saf tefekkür ve hem de saf sanat idrakiyle yaklaşılması gerektiğini anlayacaksınız… «Tilki Günlüğü»nün «hüccet-ül gayb-gaibin delili» hükmündeki canlı vesile mihrakından, Hayran Erdal Hanımdan bahsediyorum!..
Hayran Erdal Hanım, Eskişehir’de, Esentepe ve Tepebaşı semtleri içindeki Anadolu Ünüversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde İngilizce Hocasıdır!.. (59)
Ve bu davanın mihrak şahsiyeti, İngilizce Hocası Hayran Hanım’ı!.. (60)
Hayran Hanım’ın teyzesi veya babaannesi, o doğmadan önce bir rüya görmüş… Konya Akşehir’de türbesi bulunan Seyyit Hayranî isimli bir evliya, rüyasında ona, kız doğarsa “Hayran”, erkek doğarsa “Hayranî” isminin konulmasını söylemiş… Hayran Hanım’ın elinde de, bir esmer leke varmış… (61)
Hayran Hanım’ın kızkardeşi Fatime Erdal, Seydi Mahmut Hayranî’nin bahsi geçen 1945 basımı bir kitap bulmuş… Sinaneddin Hazretleri, Mevlâna Hazretlerine, Seydi Mahmut Hayranî Hazretlerini, “saçı sakalına karışmış bir tilki” diye tarif edince, Mevlâna gülümsüyor ve onunla karşılaştıklarında da, “zamanımızda senin gibi bir tilki olması ne güzel!” gibi birşeyler söylüyor… Neyse… Kitap bana gelecek!.. (62)
Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: Akşehir… Müellifi, tarihçi İbrahim Konyalı… 1946 tarihli basım… Kader, onu elime tutuşturdu… İçinde mühim bir bölüm var… Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve bağlılık tablosu… Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış… Şöyle… Şeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya erişir ve şu soruya muhatap olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriştin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meşguldür?”… Şu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”… Bu cevap üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir şey demedi… Şeyh Sinaneddin Akşehir’e döndüğü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü… Mahmut Hayran, Şeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Şeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”… Şeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi… Şeyh Sinaneddin başka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve şunları dinledi: “Alemde kalpleri uyanıklar çoktur!”… Ve şu beyitleri dinledi: “Eğer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliği benden öğren!.. Eğer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”… Ve sonra şu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”… Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki Günlüğü”nü aksatmamaya çalışıyorum!.. (63)
4 Şubat 1990
Hayran Hanım’la Şer’i nikâhı kıydık… (64)
24 Mart 1990
Ben, Kaya Balaban ve Semra Hanım benim arabada, Harun Yüksel’in kiralık arabasında da o, Neclâ ve Ömer, gece 2’de Bursa’ya geldik… Ben yatana kadar saat 5 oldu… 9’da herkes kalktı, tabiî ben de; nikâhım var ya!.. Babamın arabada da annem ile Nezihe Hanım, Eskişehir’e yollandık ve saat 14-14.30’da eve vardık… Sonra Nikâh dairesine… Akşam da, “bir zamanlar kartal” olduğum Eskişehir’in o suboyunda dolaştık: Ben, (İngilizce hocası) Hayran Hanım, Kaya, Semra Hanım ve İsmail Erdal… Belki isim ve cisimlerinin uyandıracağı tedaîler olabilir diye, nikâha gelen birkaç ismi de not edeyim: Aynur Hoca, Nazlı Hoca, Gül Hanım, bir Singapurlu hanım hoca, Amerikalı genç bir erkek hoca ve Amerikalı genç bir hanım hoca!.. (65)
Şerife Neslihan’ın tarafımızdan bilindiği gün… Soy, boy… 12 Kasım 1990!.. (66)
1 Temmuz, kızım Neslihan’ın, dayısı İbrahim’in ve anneannesinin doğum günü!.. (67)
Ayşe Elif’in doğumu… 6 Ocak 1993 (68)
“Biz Bu Davanın Enayisiyiz!”
1 Şubat’ın mânâsı, bende 1990, derken 1991 ve sonra 1992’de meydana gelen olaylarla… En iyisi kuru tesbit: 1 Şubat 1983, Üstadım’ın İstikbâl İslâmındır isimli eserimi tamam hâlde istediği ve bana ikinci defa mühlet tanıyarak iade ettiği gün… O kadar silik bir gün ki, hatıramda sadece tamamladığım esere mühlet verişi kaldı… 1990 ise, hayatımın dönüm noktalarından; özel hayatımın… 1991, Taraf dergisinin çıkışına vesile olan ve onun nitelemesiyle “Panik Operasyonu”… 1992, Miraç gecesi… Güneydoğu’da çığ düşmesi sonucu 150 askerin telef olması!..
Şiirin ince ve gizli mânâlarını çıkaran “hâlden anlar”, 1 Şubat 1991’de Cuma günü “öğleden sonra” başıma gelen hâlden de aynı şiir idrakıyla çok şey anlar!..
“1 Şubat 1991… Günlerden Cuma… Sabahtan yağan kar tutmuş… Pencereden baktıkça canım sıkılıyor… Canım sıkılıyor, çünkü bugün gelecek olan misafirlerimi karşılamak üzere garaja gitmem lazım; oysa yağan kardan dolayı arabamı bahçeden çıkarıp çıkaramayacağım meçhul… Ayrıca, bir-iki aydan beri görmediğim anne ve babamın, akşam Bursa’dan kızkardeşime, yani Avukat Harun Yüksel’in evine geldiğini haber aldığım için, onlara da uğramam lazım… Kendimi, iki ayağı bir pabuçta hissediyorum… İlk iş, arabayı çıkarabilmekte… Önce anne ve babamı görmeye giderim, ardından da Harem’e misafirleri karşılamaya; böyle kararlaştırıyorum… Hazır Harun Yüksellere gittiğime göre, yeni aldığımız ocak ve fırının ambalaj tahtalarını ve mukavvalarını da götüreyim, sobada yaksınlar… İlk iş arabayı çıkarabilmekte…”
“Saat 14.00… Birkaç başarısız denemeden sonra, arabayı bahçeden çıkarıyorum… Eve dönüp, karton ve tahtaları alıp, arabanın bagajına… Tekrar eve dönüp çantamı alıyorum… Dışarı çıktığımda, benim arabanın arkasına bir arabanın yanaştığı ve sonra ayrıldığını gösteren, karda teker izleri, tuhaf bir şekilde dikkatimi çekiyor… İzler, anayola çıkan köşede duran beyaz bir arabaya ait.”
“Çok yakın mesafede birbirini takip eden arabalar… Arkamdaki gri-siyah bir araba, birkaç keredir beni sollamaya çalışıyor… Oysa, mecburi istikamet olarak asıl ana caddeye çıkacağımız yolun köşe yerinden dolayı, zaten dur-kalk ilerliyoruz ve beni sollamasının bir manası yok… “Salak herif!” diye düşünüyorum… Nihayet beni solladı ve muradına erdi… Yanımdan geçerken, salak herifin arabasında kendinden başka iki kişi daha olduğunu gördüm… Hissimin tercümanı halinde, belli belirsiz bir düdük sesiyle protesto ediyorum… Araba önüme geçer geçmez, şoförün yanındaki hızla kapıdan fırladı ve silahını çekerek 4-5 metre mesafede, ayakları nişan alma vaziyetinde yana açık, sol eliyle silah bulunan sağ elinin bileğini kavramış, tam karşımda dikildi… Hiddetten çok, korku ve heyecan taşıyan bir insanın telaşeli suratı… İlk anda aklıma gelen şey, benim düdük çalmamın kabadayılığına dokunduğu bir tip olması… Beni vurmak isteyen bir örgüt elemanı da olabilir… Kuzu kuzu vurulmaktansa, onu ezmek için şansımı deneyeyim mi?.. Hafif sakallı, meşin ceketli, şişmanca iri ve yuvarlakça suratlı tip, bir yandan “in aşağı!” diye bağırırken, öte yandan elindeki silahla işaret ediyor… Acaba bu, protestom cakasına dokunan bir sivil polis mi?.. Belki 5-10 saniye içinde cereyan eden bu sahneye, birden arabamın kapısının açılması, arkadan gelmiş üç dört adamın beni arabadan dışarı çekmesi ekleniyor… Müthiş bir telaş içindeler. “Kimsiniz siz?” diyorum ve yarı mukavemet ediyorum… “Yakasını tut, paçasını tut!” gibi bir heyecan içinde, üstümde silah araması yapıyorlar… O arada “Silah ihbarı var!” diye bir laf… Demek bunlar polis… “Polis misiniz siz?”… İçlerinden biri “polis!” deyip kimlik gösterse, mesele tamam. Oysa benle güreşir gibi bir halleri var ve o anda korkudan beni vurabileceklerini düşünüyorum… “Kim olduğumuzu görürsün!” diye bir söz sırıtıyor gürültü arasında… “Beni kaçırmak isteyen bir örgüt olmasın?..” Kafamdan şimşek gibi geçen bu ihtimal üzerine, “kimsiniz ulan siz orospu çocukları!” diye bir küfürle ümitsiz bir mücadeleye giriyorum… Biri benim altımda ve arabanın kaportasının üstünde… Kafama inen tabanca kabzası… “Polise mukavemet ha!” diye sesler… Karga tulumba, evin orada gördüğüm arabanın içine sokulurken, birkaç kişi de benim arabamın arkasındaki bu arabanın arkasındaki arabaya binmek üzere koşuyor… “Demek bunlar polis!”… Arabanın arka koltuğundayım; sağımda ve solumda, silahlarını kafama dayamış iki kişi… Sırtımdaki paltoyu kafama geçirdiler ve öndeki iki koltuk arasına doğru eğdiler… İçimde bir kurt; bunlar gerçekten polis mi?… Arabayı kullanana saldırıp, bir yere çarpmasını sağlamak veya en azından arabanın yalpalamasından çevrenin dikkatini çekeceğini düşünüyorum; çünkü, eğer kaçırılıyorsam, nasıl olsa beni öldürecekler… “Polisseniz kimlik gösterin!” diyorum. Şoför telsizi gösteriyor ve açıp konuşmaya başlıyor;
-“Emaneti aldık, tamam!”
Hududunu aşan her şeyin tersine inkılap etmesi gibi, hadise boyunca duyduğum korku ve heyecan, yerini “her şey olacağına varır!” ve “inceldiği yerden kopsun” hissinin umursamazlığına bırakıyor… O anda kendimi değil de evdeki eşimin bana ne olduğunu bilmemesinin telaşesini, kendisini karşılayacağım misafirlerin yanında bizim evin adresinin olup olmadığını düşünüyorum… Acaba içlerinde insani bir duygu kıvılcımı varmı ümidiyle, yaralı kekliğin kendini yakalayan köpeklerin merhametine hitabetmesi şeklinde sesleniyorum:
-“Şuradan eve bir telefon edin, sonra nereye götürürseniz götürün!”
-“Merak etme, kolay iş!”
Arabanın içine kafamdan kan damlıyor… Dilimde, düşüncemde ve kalbimde, “La havle”den başka bir mana mevcut değil… Allah’tan başka davranış ve kuvvet sahibi yoktur!..
Araba duruyor ve iniyoruz… Paltom, etrafımı göremeyeceğim şekilde kafama örtülü… Ve beni yere eğik vaziyette tutuyorlar… Sağımda ve solumda kollarımdan tutan iki adam ve bir kişi de ensemden bastırıyor… Karşılayan bir takım adamların sesleri… Beni yakalayanlardan biri, belki yaptıkları işi mühimsetmek ve mühim bir işi başarıyla gerçekleştirdiklerinin takdirini devşirmek üzere şöyle diyor:
-“Hayret yahu!… Ne kadar soğukkanlı adam!… Herifin umurunda değil!”
Bir diğeri onu destekliyor:
-“Helal olsun!.. Delikanlı adammış!”
Ortadan söyleniyormuş gibi serdedilen bu laflardan, karşılayıcılarım arasında amirlerinin olduğu neticesini çıkarıyorum… Gözlerimi bağlıyorlar.”
Gözlerimi bağlıyorlar… Ve MİT’te başlayan, Siyasî Şube’de devam eden işkence maceram… O hikâye de, bir vehim, bir hayal, bir misâl sırasında varolana döndü!.. (69)
Sene 1987… Ademe mahkûm edilmeye çalışıldığım dönem… Şimdi 1991… Gerisini işkencehâneden nakletmek lâzım!..
MİT’teki sorgulama gibi, Siyasî Şube’deki sorgulamada da hazır bulunan «Hoca» damdan düşercesine ve güya beni kıpırdıyamamacasına sıkıştırmış bir hakikati ifâde edercesine haykırıyor:
– «Senin üstünde kim var, senin üstünde olanın adını söyle!»
– «Benim üstümde hiç kimse yok!»
Hayvanî bir ses tonuyla bağrıyor:
– «Yalan söyleme! Senin üstünde Saddam var!.. Ondan emir alıyorsun!»
Irak Devlet Başkanı’ndan emir almam gibi ahmakça bir irtibat kuruş karşısında insan ne diyebilir ki?.. Sözün, bu hıyar keyfiyeti karşısında büsbütün âciz kalacağını gördüğüm için, ses çıkarmıyorum… Seninki büsbütün coşuyor:
– «Susuyorsun değil mi?.. Bilmiyoruz sandın!»
– «Ne söyleyebilirim ki?»
– «Yalan söyleme!.. Doğrudan doğruya ondan emir aldığını itiraf et!.. Ne yapmanı istiyordu, söyle!»
– «Ben bütün hayatım boyunca Üstadım’dan başka kimseye bağlı olmadım!»
Onun ahmaklığına mukabil Davut, biraz yontulmuş ve haberdar olduğunu gösterici şekilde araya giriyor:
– «Necip Fazıl ölünce, tek başına sen kaldın!.. Peki o senin ne yapmanı isterdi?»
O ânda da Üstadım’la sarmaş dolaş bir muhasebe içinde olduğumu, ondan cesaret ve mukavemetini dilediğimi anlayabilir miydi acaba?
«Hoca», benim «Tilki Günlüğü» isimli eserimdeki «İbda’nın Şark cephesini örgütleme» cümlesi etrafında perendeler atıyor… Tutturmuş, «E’den bahset, E’den» diyor… Ne E’si?..
– «Neyi kastetdiğinizi anlamıyorum?»
– «Bal gibi anlıyorsun!.. Sen anlatacaksın!»
Ivır zıvır tuzakların avladığı abur cubur lâflardan sonra, benim söylemediğimi(!) o söylüyor:
– «Erzurum, Erzurum!… Erzurum’u merkez almadınız mı?.. Doğu’daki olayları sen tertiplemedin mi?»
– «Nasıl ben tertipledim?»
– «Soru sorma!.. Herşeyi açıkça anlat!.. Batman olaylarını sen tertipledin; senin adamların yaptı!»
Vay canına!… İş, şakadan kakaya dönüyordu ve bu adamların meslekî başarı uğruna yapmayacağı şey yoktu… Benim, “neye dayandırarak bunu söylüyorsunuz?” sözüme, Davut hışımla cevap verdi:
– «Fikri sen üflüyorsun, ajite ediyorsun; ondan sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kenara çekilip seyrediyorsun!.. Sen bir hâinsin, devlet düşmanısın!»
Ne garip bir durum!.. Dışarıda, fethettiğim alanda fatihçilik oynayan ve ittifak hâlinde “yediği çanağa sıçan soyu” olarak benim inkârıma giden lüpçü ve parsacılara karşılık, burada “davadaki telif hakkım” tescil ediliyor ve dışarıda o türlü, MİT ve Şube’de de bu türlü işkenceye maruz kalıyorum… Üstadım bir “Noktalama”sında şöyle diyordu:
-“Söyledik de söylenecek ne varsa, – Bize seyretmek düştü, elâleme parsa!”
Ve bana söylediği şu söz:
-“Biz bu davanın enayisiyiz!”
“Enayi” lâfı üzerine gayr-ı ihtiyarî “estağfurullah efendim!” deyince, hemen şu cevabı yapıştırmıştı:
-“Allah’a şükrederim!”
İt ve MİT’in birbirine aykırı yollardan beni tüketmek bahsinde birlik oluşlarına ve bütün bunlara rağmen, yetişmelerinde büyük pay sahibi olduğum bugünkü aksiyoncu gençliğin tezahürü karşısında ben ne demeliyim?.. (70)
12 Nisan 1991… Ben, Mevlût Koç, Harun Yüksel, Süleyman Dal, Ali Osman Zor Ve Bilâl Saylak’ın, “Şartlı Tahliye” hükümlerinden yararlanarak Bayrampaşa Cezaevi’nden çıktığımız gün… Cuma günü!..
1 Şubat Cuma günü yakalandım… Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığına çıkmam gereken gün Cuma iken, kanun ihlâli ile, arkadaşlarımla beraber Cumartesi günü çıktım ve 6 arkadaş tutuklandık… 12 Nisan Cuma günü tahliye olduk… Ve Körfez Savaşı’nda Amerikan domuzunu protesto gösterilerinin Cuma günleri macerası, bu şekilde ve arkası pek bereketli gelecek şekilde noktalandı!..
Perişan bir gün geçirdim… Af kanunu 5’te (1) nisbetiyle kısmî bir mahiyet arzedince, içeriden çıkmamız kesin, fakat arkasından benim askerî mahkeme davam başlayacak… Onun ardından da Vatan görevi (!)… Kaç gündür bu sıkıntı içinde iken, mahkemeye çıkacağımız günün gecesi de, her zaman olduğu gibi sabahladım… Ali Osman Zor’un parlak (!) teklifi:
– “Eğer bugün tahliye olursak, askerlik işi için gelse gelse bir-iki polis gelir, Cezaevi çıkışında onlara bir girişsek, Kumandan en az 100 metre mesafe alır; onu yakalayamazlar!”
Her neyse… Uykuyu alamadan uyandık… Dışarıdaki güneşe aldanıp ince giyindiğim için, Cezaevi arabasına binmek üzere dışarı çıkarıldığımızda üşümeye başladım… Ali Osman Zor ile ben, Harun Yüksel ile Mevlüt Koç, Süleyman Dal ile Bilâl Saylak, ikişer ikişer birbirimize kelepçeliyiz… Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin önüne geldiğimizde, polis otobüsleri, Askerî cemseler, bir sürü polis ve asker arabaları… Ve tabiî ki hâlis gençlik ve halk… Heyecan verici bir manzara… Bizi telâş içinde yan kapıdan eskiden morg olan Mahkeme binasının alt katına sokuyorlar… Alt katta, önünde parmaklıklı demirler olan hücre… Hücrenin demir parmaklıklardan yapılma kapısını, kilitledikten sonra bir de zincirle kilitliyorlar… Merdivenlerde asker ve polisler… Hücrenin önündeki küçük bir oda büyüklüğündeki yerde birkaç asker… Bahçeye açılan kapı önünde, bahçede asker ve polis… Biz, birbirimize zincirli olarak bu tuhaflığı-komediyi seyrederken, merdivenlerden 15-20 kişilik bir asker grubu silâhlarıyla takviye (!) geldi… Kıpırdamaya yer olmayan boşlukta birkaç dakika dikildikten sonra mecburen, üç-beş’i içerde kaldı, gerisi bahçe kapısı önüne… Arkadaşlar içinde en zor durumda olan benim; 163. Madde kaldırıldığı için, zaten ortada dava mevzuu kalmıyor… Ben, Ali Osman, Bilâl ve Süleyman’ın, ruhsatsız silâh davası kalıyor ki, zaten içerde yattığımız müddet onu karşılıyor… Fakat benim askerlik davam?.. Cezaevindeyken hep askerî savcılıktan ifâdeye çağrılacağım endişesinde idim… Eğer bugün (12 Nisan) tahliye olmazsak, Kanunun Resmi Gazete’de yayınlanmasına kadar geçen müddet içinde Askerî Mahkeme davası çıkabilir ki, Cezaevi’nde kurbanlık koyun gibi beklemektesin… O gün… Eskiden morg olan binanın alt katındaki hücrede, merdiven altına yakın olması hasebiyle, müthiş ceryanın da ayrıca etkilemesiyle, çok üşüdüm ve kafam resmen dondu… Bizden önce mahkemeye giren iki komünistin davası uzayınca, benim de çektiğim işkence uzadı… Nihayet, en az iki saatlik gecikmeyle mahkemeye çıktık… Yerimize geçtik… İki dakika sonra dinlemeye gelenler de içeri doldu… Yer kalmadığı için itiş-kakışlar, içeri giremeyenler vesaire… Ben mahkemeye gelirken hiçbir savunma hazırlamadım ve duruma göre konuşmaya veya konuşmamaya karar verdim… İçeride o güzelim gençler kalabalığını görünce, kendim için değil de onlar adına davamın şah duruşu zaruretini yerine getirmem icab ettiği karanı verdim… Ki hitabet bir yana, böyle durumlarda göze alamayacağım çılgınlık yoktur… Mahkeme başlıyor; aslında bir takım adamların müslümanları sorgulaması, sorgulayabilmeleri ne utandırıcı… Rabbim inşaallah karşımızda köpekler gibi titreşerek hesap verecekleri günleri de gösterecek… Her neyse; her şeyiyle ruhuma giran gelen ve beni unufak eden bir manzara… Hâkim, Savcı’nın iddianamesinden sonra, ne diyeceğimi soruyor… İşte tam o ânda hârika meydana geliyor!.. Bu, milimi milimine bir zamanlama ile ruhaniyet âleminden gelen bir imdattır!.. Savcıya, Ankara’dan faksla geçilen, af kanununun Resmî gazetede yayınlandığı haberi… Hademe bunu Savcıya iletirken, bizim avukatlardan, eski Adalet Bakanlarından İsmail Müftüoğlu Bey, harika bir çıkışla Hâkimi uyarıyor… Savcı da ona destek vermekte… Zaten kelek bir tipi olmayan Hâkim de bunu nazara alıyor… Karar için ara veriliyor, dışarı çıkarılıyoruz… Karar açıklanıyor: 163’ten yargılama iptâl, silâhlar için de Asliye Mahkemesi bakacak… Böylece, şayet on dakika önce bizim mahkeme neticelense idi, biz bir dahaki mahkemeye veya bayram ertesine kadar Cezaevinde kalacak ve bahsettiğim tehlikeye çatacak yerde, böyle bir lütfû İlâhî ile kurtuluyorduk… Daha doğrusu kurtuluyordum!..
Benim durumum, iki ucu pisli değnek değil de, her tarafı pisli değnek… İçerideyken, Askerî Ceza Kanunu’na göre 5 ile 10 yıl arası hapis isteğiyle dava açılacağını zannediyoruz… Hafifletici sebep filân, 7 sene olsa, af kanununa göre cezanın 5’te (1) oranı yatılacağına göre, eder 1,5 yıl civarı… Silâh davasından açılacak davada cezayı paraya çevirttirebilirsek, içeride yattığımız müddet bunun (1) senesini karşılar… Ama ondan sonra 20 ay askerlik… Olmaz işler içindeyim!..
12 Nisan… Cezaevinden tahliye oluyoruz… Dışarıda gazeteciler ordusu… Cezaevinden çıkana kadar hep Askerlik davası… Neyse… Cezaevi çıkışında karakola “buyur” edilmiyorum… Zaten aksi olsa, arbede çıkardı… İşkenceci tosunlar ise, dikizlemeye bile gelemediler… Mehmet Fazıl, Muş’tan hiç durmamasıya gelmesi için 6 kişiyle otobüs kaldırdıklarını söylediği arkadaşların ve Konya, Bursa gibi vilayetlerden gelenlerin, tabiî ki yakın çevremizdeki gençlerin ve bir takım gönüldaşların hatırını ileri sürerek, yakındaki bir lokantada iftar yemeğinden bahsediyor… Oysa ben kafamı taşıyamıyorum ve bir ân önce eve gidip yatmayı düşünüyorum… Ama mecburen Fazıl’ın ve arkadaşların isteği oluyor!..
Aradan birkaç ay geçiyor… Eve gelen polis… Kapıyı açmıyorum… Bir kağıt bırakıyor… Askerlik maceram yeniden başlıyor!
Ben firardayım… Eve uğradığımda kapıcının verdiği bir tomar karakola davet kağıtları… İçinde silâh için mahkeme davası da var… Ve Aziz Demirci de benim adresten aranıyor… Ve cebren ihraz tezkereleri!..
Asliye mahkemesindeki silâh davasına arkadaşlar gidiyor, ben yokum… Mahkeme savsaklanıyor… Ve Hasan Ölçer’den müjde: “Ateşli silâhlarla ilgili kanun değişikliği bilmem neyinden, dava düşüyor… Hâkim benim için şöyle söylemiş.
– “DGM’den afla kurtuldu… Bu adam gelip hiç ifâde de vermedi, bu işten de kurtuldu… Herhâlde Allah öbür dünyada da küçük günahlarını affedecek!”
1992’nin başlarında çıktığını zannettiğim o kanundan sonra, 1992’nin bir diğer ve asıl güzelliği de, 40 yaşını geçenlerin bedel ödeyerek askerlikten kurtulabilmesi imkânının doğması… Bundan yararlanabilmem için, firarı bırakmam lâzım… Neticede askerlikten kurtuldum… Tutuklanma ihtimâli çok zayıf ve en geç bir hafta sonra da mahkemeye çıkarılacağım kaydıyla gittiğim, Sivas’ta, başka bir vartaya düşüyordum… Kendi ayağımla gittim, tutuklandım ve bir hafta ile en fazla bir sene ceza alacağım ve bunu da Bayrampaşa’da yattığım süre karşılayacağı kaydına güvenmişken, hakimin hamaratlığı ile 20 ay ceza aldım… Ve 15-20 gün daha yatacağım kalmış olarak ve temyize başvurma hakkıyla tahliye oldum… Temyiz, cezayı lehte bozdu ve bu iş bitti… Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki o harika oluşun ardından, sıkıntılı fakat her seferinde bir harika ile sıyrılmış olmanın sırrı ile nihâî hükmüm şudur:
– “Gaibi Allah’tan başka kimse bilemez… Ama olan bitenden, olacak ve bitecek olana doğru feraset nuruyla bakmayı kuluna bağışlayan da Allah… Beni erken tutuklama gafını yapan Kemalist rejim, ardından gelişen hadiseler boyunca kendi kuyusunu kazmış, Allah’ın vereceği takatle bize de onu kuyuya atmak kalmıştır!”
Velhasıl… 12 Nisan 1991’deki, Allah’ın ve Resûlü’nün izniyle büyüklerin ruhaniyeti imdadımıza yetişmiş, bizden 10 dakika önce mahkeme olanlar Cezaevi’nin yolunu tutarken, biz ilk tahliye olan siyasî mahkûmlar olarak işin içinden sıyrılmışız… Sıyrıldık!.. (71)
Bizzat Turgut Özal’ın emriyle yapılan meşhur operasyon… Neticesi: 71 gün Bayrampaşa Cezaevi ve 29 gün Sivas Temeltepe Askerî Cezaevi… Toplam 100 günlük bilgisayar kursum!.. (72)