Seküler-Batıcı hayat tarzı, toplumları kendilerine özgü din, dil, kültür, ahlak anlayışından kopardı. İnsanı bireysel, kendi içine dönük, hissiz, düşüncesiz bir hale soktu. Dini kuralları hayatlarından çıkardıkları gibi bunlara bir de izafilik addederek insanı kendi “özgürlüğüne” terk etti. Böylece dinden ve ahlaktan uzaklaşmış bir şekilde kendi kafasına göre “yaşayan” bir anlayış peyda etti. 

Sadece Batı toplumları değil, İslam toplumları da içinden çıkılamaz bir hale düştü. Şimdi, İslam'ı hayatlarından çıkarmanın cezasını çekiyor. 

Dinden uzaklaşılırken, herkesin kendisine bir din vazettiği de aşikar. 

Sabah'ın köşe yazarlarından Cem Sancar, "Dinden uzaklaşanalar" başlıklı yazısında bu meseleye değiniyor. Sancar, Batı'nın da İslam aleminin de hızla dinden uzaklaştığını anlatıyor, bütün mecraların din dışı hayatı vazettiğini söylüyor. 

Cem Sancar'ın "peki hani din" sorusunun cevabı ise şu:

Batı dünyası dinden koptuğu gibi çareyi ancak İslam'da bulabilir. İslam dünyasının ise yeni bir anlayışa ihtiyacı var. O da İslama muhatap anlayış olan Büyük Doğu-İbda.

Üstad Necip Fazıl ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu-İbda ile hem gelenekle bağımızı kuruyor hem de çağımızın meselelerine çözümler sunarak yepyeni bir sistem inşa ediyor. Böylece Ehl-i sünnet anlayışına ve tasavvuf yoluna sımsıkı bağlı, çağımızın sapkın anlayışlarına karşı da İslama muhatap anlayış sunuyor. Yani bu sistem, İslâm’ı hayata tatbik için gereken fikri sunuyor insanlığa. 

İşte Sancar'ın yazısı

Batı hızla dinden uzaklaşıyor, diye yazıyor kitaplar. Tamam da hangi dinden sorusunu nedense hep es geçiyorlar. Kısa cevap Tanrıdan. E hangi tanrıdan?

Öyle karışmış ki kafalar. Bir peygamberi tanrının oğlu yapıp özünü boşaltanlar ya da peygambersiz suskun bir tanrının yanına başka plastik tanrılar koyanlar gırla kıyamet...

Bilim kilisesinin zaferini ilan ediyorlar. Tabii bilimciler "su tesisatçısı seviyesindeki" eski pozitivist delirmeyi aştılar. Artık masada yoga-astroloji-kişisel gelişim şeyleri ve bir miktar deforme edilmiş kuantum, ille de paralel boyutlar var.

Pazar günleri kiliseye gitseler ne olur, gitmeseler ne olur? Bütün filmlerinde bir kilise görünse ne olur? Rahipleri, papazları, rahibeleri dedektif filan rolüne çıkartıp görünür kılsalar ne olur?

Hepsi artık folklorik öğelerdir o kadar. Bütün dizilerinde şu cümle mutlaka geçer: "Herhalde tanrıya inanacak kadar saftirik değilsin değil mi?" Ya da seri katillerin gaipten bir ses duydukları ve günahkâr kadınları çatır çatır kestikleri lâdini sahneler çekilir durur.

İş öyle bir raddeye gelmiştir ki herhangi bir din inancı olan hafiften kafayı sıyırmış olarak görülür. E zaten biliyorsunuz, en tepeye yazarlar: "Merhamet şehveti öldürür!"

***
Dinden uzaklaşıyorlarmış, artık yeni kuşaklar "insan merkezli" düşünüyorlarmış, böyle diyorlar. Bak sen şu işe!
Nasıl bir insan merkezlilikse artık. Küçük çocukların pedofillere pazarlandığı, sahipsiz kadınların kargoyla alınıp satıldığı, kaçak işçilerin ünlü markaları diken atölyelerde köle zinciriyle çalıştırıldığı, Akdeniz'de yüzbinlerce göçmen cesedinin vurduğu kıyılarda gey-orji partilerinin düzenlendiği, ağır kimyasalların etkisinde ayakkabısını bağlamaktan aciz geç ergenlerin pop idol olarak ünlendiği bir dünyada ne acayip bir insan merkezlilikmiş bu?

Bütün dijital mecralar, bütün oyunlar dindışı bir hayatı vazediyor. Onu biliyoruz.

Çoluk çocuğun elindeki ekranlar onları takır takır formatlıyor. Bütün bu gidişatın karşısındaysa asık suratlı, alev bakışlı, kıvrık kaşlı birtakım hocalar, vaizler. Ehli hiddet tayfası...

Öte yandan İsrail'in uydurulmuş faşist dini Filistin'i yakıp yıkıyor. Yani bu mânâda rahman ve rahim olandan sıyrılmış bir "din" hiç de eskimiyor! O ortada, yaşıyor. 100 yıl öncesinin barışık Osmanlı topraklarında, Gazze'de, ithal bir neo-Nazi katliamı tam teşkilat sürüyor.

Demek ki hangi din sorusu önemli. Bir hakikatin üstünü örtme, onu görünmez kılma çabası var. Ayıptır söylemesi 'Kâfir' bu demek zaten. Gerçeği örten, hayvansılığa tapınan. Daha çok yemek daha çok eğlenmek daha çok çiftleşmek için dört ayak üstünde koşanların gergedan dini...

***

Yaşayan ölünün romanı Yaşayan ölünün romanı

Batı cephesi böyle de Müslüman coğrafyası nasıl? Hemen hemen aynı. Beyni dağılmış bir coğrafya bu. Petrol zenginlerinde şaşalı hayatlar, çarşafta Paris esintisi, sakalda New York sosyetesi. Post-selefi tıngırtılar. Bilekte Rolex, denizler altında rezidans. Altın varak...

Ya da dipsiz fakirlik açlık. İç savaş, darbeler. İşgal. Ölmüş, öldürülmüş milyonlarca gariban Müslüman. Sallanan ekonomiler. Langır lungur bir zihinsel ortam, âlimlerin âriflerin ortadan kaybolduğu haritalar. Sekter kafalı bir çöküş...

Din adına parmak sallayanların, had bildirenlerin, bir Fatiha suresini yedi türlü tefsir edebilen Somuncu Baba'ları arka bahçelerine gömen ezberci cemaatlerin gürültüsü. Zapturapt, holding şeyhleri, mal mülk kavgası, bin türlü magazin...

Evet, orada burada her yerde yeni nesil hızla dinden uzaklaşmakta. Böyle analiz ediyor gözlemciler. Ama sorduğumuz soru yerinde hâlâ: İyi de hangi din bu?

İnsana, zübde-i âlemsin, gözbebeğimsin diyen bir din mi? "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni," diye seslenen mi?

Ya da 72 millete bir göz ile bakmayan bizden değildir, diyen Anadolu Erenlerinin anlattığı din mi?

Hangisi?..