Tamer Karadağlı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne atandı. Atanır atanmaz her zamanki gibi büyük bir tartışma çıktı.  

Yaklaşık iki haftadır Disney’in Atatürk dizisi nedeniyle derin bir sessizlik içindeydi Atatürkçü- sanatçı tayfa. Cesurları, “Bilgim yok, bu konuda konuşmak istemiyorum, siz beni biliyorsunuz” diyerek vaziyeti örtbas ettiler. Bu kadar cesur olmayanlarsa (Tarkan gibi) tam siper yattılar! Pabucun pahalı olduğunu biliyorlardı.  

Disney için tam siper yatanlar, tiyatro atamasından sonra, hükümet için göğüslerini gere gere tencere çalmaya başladılar. Hükümete küfretmek kolay tabii, Disney’e zor. Çünkü Disney, bigboss... Bunların patronlarının, patronlarının, patronları....  

 **** 

Tamer Karadağlı atamasının bu kadar yaygara çıkarmasına bakmayın. Yaygara, bizim solcular kendilerini yaygaradan başka bir şeyle ifade edemedikleri için çıkıyor.  

Yoksa kurumun başına Tamer Karadağlı yerine mezarından kaldırıp BertoltBrecht’i getirsen ne olur?  

Bu solcu takımı bu tür şeylerde yaygarayı basıyorlar ki, konunun esası konuşulmasın. Sanki tek sorun genel müdürmüş gibi algılansın...Halbuki öyle değil!  

Konunun esası nedir peki?  

Şudur:  

Devlet tiyatroları denilen mekanizma kağşamıştır, sağlıksızdır, verimsizdir, yönsüzdür, sorunludur, reforma ihtiyaç duymaktadır. Ne ki, tiyatro ülkenin gündeminden uzak olduğu, sadece sınırlı bir kesimin ilgi alanına girdiği için, kurumsal sorunlar, çarpıklıklar görünmemektedir. Orada her şey yolundaymış gibi algılanmaktadır.  

Öncelikle, Devlet Tiyatroları devletindir. Sorunun başladığı yer burasıdır. Tiyatro teşekküllerini finanse eden bir yapıdan değil, bizzat devlete ait bir kurumdan bahsediyoruz. Yığınla sahnesi, binası, marangozu, elektrikçisi, makyözü, terzisi, oyuncusu, sekreteryası, hizmet araçları olan ve yanılmıyorsam 500 milyonluk bütçeye sahip, karmaşık kurumsallığa sahip bir müessese bu... 

Tabii tiyatro sanatçısı dediklerimiz, 657’ye tabi memurlar!  

Bilmiyorum Bilmiyorum

Bir ara “oyuncular emekli olmaz” diye bir motto uydurup her yere yazmışlardı. “Oyuncu emekli olmaz” yani “ölene kadar iyi maaş almaya devam eder” demek istiyorlardı. Çünkü, yaptıkları işin “yüceliğine” değil de piyasaya bakıldığında maaşları gayet iyiydi.  

Şimdi buna da “ama biz sanatçıyız” diye karşı çıkanlar olur.  

Zaten özellikle tiyatrocuların, yaptıklarını yüceltmek, olduğundan daha anlamlı göstermek gibi süregelen bir eğilimleri vardır. Yaptıklarını olması gerekenden fazla ciddiye alırlar. Tiyatroyla dünyayı değiştireceklerine inanırlar. Tiyatro, “sizin, bizim anladığımızdan çok daha üstün bir şeydir” onlara göre! 

O üstünlüğü de ancak Genco Erkal gibi sponsorlu muhalifler takdir edebilirler.  

(Sponsorluğa da, devletin tiyatrolara destek vermesine de karşı değilim, yanlış anlaşılmasın.) 

Tamer Karadağlı’nın genel müdür olarak atanması zannedildiği kadar mühim bir durum değildir. Ama böyle değildir diye, Genco Erkal’ı kurumun başına geçirip kendisine hakaret mi ettirseydi iktidar. Bunu hiçbir iktidar yaptırmaz. Hem parayı verecek hem küfrü yiyecek! Yine dua etsinler, istedikleri oyunu repertuara alıp diledikleri gibi sahneleyebiliyorlar, ya erken cumhuriyet döneminde yaşamış olsalardı ne yapacaklardı? Siparişle çalışacaklardı! 

Mustafa Kemal ile Muhsin Ertuğrul arasında geçen ve Cemal Granda’nın hatıratına aldığı konuşmaları hatırlayın... Yeni yönetim tıpkı bir elbise gibi oyun sipariş ediyor Ertuğrul’a. Piyesi yapınca da Ertuğrul “memleketin en büyük sanatkarı” ilan ediliyor. Bu biat mı değil mi? Sanat özgür mü, değil mi? Muhalifler söylesin... 

Sadece bu değil elbette. Faruk Nafiz Çamlıbel’e “Akın” ve “Kahraman” piyesleri sipariş ediliyor bizzat Atatürk tarafından. Sanatın diğer dallarından olduğu gibi tiyatrodan da yeni rejimin sözcülüğünü yapması isteniyor ve de bekleniyor.  

Yeni rejim sanatın her branşını, ideolojisini anlatmak için araçsallaştırıyor. Yani tiyatro, uluslaşma çabasının bir aparatı olarak kullanılıyor. Tiyatrocular devlet politikasının pazarlamacı memurları olarak vazifelendiriliyorlar, tıpkı öğretmenler gibi. Seçme şansları yok. İtiraz hakları yok. “Başımıza o değil, bu gelsin”, deme lüksleri yok.  

Kimsenin rejimin dikta ettiği dışında bir yol izlemeye, söylenmesi istenilen şeyin dışında bir şey söylemeye gücü de cesareti de yok o dönem. Yahu yediden yetmişe, beşikten mezara, herkesin dinlediği Türk musikisini yasaklamış bir yönetim, tiyatrocunun gözünün yaşına bakar mı?  

**** 

Tam burada, Cumhuriyet yazarı Ersan Öymen’in yazısında altını çizdiği bir bölümü paylaşayım sizlerle. Diyor ki:  “Dinci odakların kendi kişisel ve öznel “milli ve manevi değerlerini” ve kendi yaşam tarzlarını, toplumun tamamına dayatmaları, faşizmdir, despotizmdir, diktatörlüktür.” 

Sayın Öymen, şayet “kişisel değerlerin dayatılması faşizm, despotizm ve diktatörlükse”, cumhuriyet dönemi yönetiminin yaptıkları nedir?  

Bugünkü iktidara gelince, “sanat özgür olmalı”, o günün iktidarına gelince “elbette tepeden inme olacaktı, başka nasıl olabilirdi ki?” demekle; bugünküne “zorbalık” o günküne “devrim” demekle meseleleri halledemiyoruz.  

Bu iktidar yanlıları için de, muhalifleri için de, geçerli. Meselemiz daha derin ve girift. Bu “devletçi” anlayışla da çözülecek gibi durmuyor.   

**** 

Devlet Tiyatrolarına müdür atanması tartışması bir kayıkçı kavgasıdır. Yararsızdır, gereksizdir; sonucu değiştirmeyecek, sanıldığı gibi kültürel iktidar meselesine zerre katkıda bulunmayacaktır. 

Kültürel iktidar Disney ve benzerleridir. Kültürel İktidar Atatürk gibi ulusal bir simgenin filmini Disney’in yapması ve tüm dünyada aynı anda gösterebilecek donanıma sahip olmasıdır. Kültürel İktidar Disney’in doğduğu topraklardan binlerce kilometre ötede bile insanların Disney’i eleştirmekten köşe bucak kaçmasıdır. Kültürel İktidarın bir tank gibi içimizden nasıl geçtiğini anlamazsak genel müdür şu mu olsun, bu mu olsun diye daha çok tartışırız.  

Ali Osman Aydın, Yeni Akit