Musikînin en ulvîden en süflîye kadar kolayca değerlendirilebilir eserleri yanında, onun dinleyene nisbetle iyi ve kötüye âlet olabilen mahiyeti nihayetinde onu vicdana âit bir mesele olarak gösteriyor. Her şahıs, hangi zamanda ve ne durumda ise, -iyi müzik için diyelim-, onu kötüye alet edip etmemesi yanında, bir mubahla karşı karşıyadır; dinleyip dinlememesinde kendi başına sevab veya günah olmayan... İslâmî açıdan, ölçü ve ölçülendirmelerin beyanından sonra, bu çerçevede herkesin öbürüne zorlamada bulunamayacağı şahsî görüşü olabilir. Bana yararlı olanın, başka bir bünyede zararlı olabileceği meselesi. Bu hususta, İslâmî tahassüse hizmet, zevki geliştirme, tefekkürü açma, sağlık, dinlenme, cihad şevki ve cihadta şevki arttırma gayeleri başlıca esas, fıkıh ve tasavvuf ehli tarafından ibadete karıştırılmaması ve ibadet zannedilmemesi şartlarıyla, makul görülmüştür. İnsan sesi, yahut âletle icra edileni ayırımı vesaire arasında farklar gözetilerek, şu, bu... Nakşiler, müzik hususunda, kayıtsızdırlar; ama bu, kötü görme yönünden değil de, yolun çizdiği mizaç hususiyetindendir. Lambur lumbur hüküm verme yok: Hayatında hiç sigara içmemiş olan Seyyid Fehim Hazretlerinin, sigaranın haramlığı hakkında konuşulan bir yerde, müridlerine bir paket sigara aldırarak yaktırmaları gibi. Üstadım, müzik bahsinin geçtiği bir konuşmamızda, şimdi pek dinlemediğini, ama bunun müzik keyfiyeti üstünde bir şey olduğunu söylemişti. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, yanık sesli Muhib Efendi'ye, ara sıra uzun hava söylettiğini biliyoruz. Hiçbir şeyle, o şey olarak ilgilenmeyen, sadece Allah’ın rızasını kollayan İRŞAD KUTBU’nun bu davranışı, bize ne söylemeli?
Müzik: (Müzik, kendini doğrudan ifade eden hangi işe âit olduğunu bildiğimiz bir kelime.
Bu apaçık bilgiden sonra, onu tarif eden vasıf ve unsurların üzerinde durmak, sair mevzularla ilgisi bakımından onu kaybedesiye bir durum doğursa da, hem hiçbir şeyin mücerredinin sonuna kadar halledilemeyeceği idrakını beslemek, hem de gidebileceğimiz kadar onda derinleşmek yolunu açar. İmâm-ı Gazali Hazretleri'nin, "İnsanın bildiğini incelemesinde mahzur yoktur!" diyerek, bildiğimizin teferruatında bizzat bildiğimiz üzerinde derinleşmeyi işaret eden hikmetinden bir çizgi...
Bizim, müzikte onun tâ kendi diye işaretleyeceğimiz vasf: Ahenk.): 83.
Mecla: Ayna. (Sıfır... Müzik, akla hitab şeklinde hiçbir şey anlatmaz; demek oluyor ki, bir şey anlatmaz. “Bu iş ne akılla olur, ne akılsız!" idrakinin altında olmak üzere, sanatın tarifine en uygun olmak bakımından, en saf sanattır... Onun sanda uyandırdığı, telkin ettiği şey, sanki ruh ve zamanın sadece tezahürlerinden bilinmesi gibi, zâtıyla meçhuldür. Bir şeyin tezahürleri, hele müzik gibi vesile rolüyle olursa, o şeyin tarifine girmez. Hatıralara ilişik olarak dinlenmesinde ise, sadece ona ilişiktir, doğrudan kendisiyle -müzikle- ilgili bir durum yoktur. Materyalist açıdan izâhını yapamadığı için müzik dinlemeyi bırakan, müzik tutkunu ünlü bir fizikçiden bahsi hatırlıyoruz. İmânın yerini tutabilecek kadar tehlikeli bir şeydir müzik. Gerçek var olma ve varoluş bakımından, "idrakin aczini idrak bir ilimdir"e âit bir vecd ve aşka mukabil, bunun antitezi ve en süfliliğe kadar inebilen "kendi kendinden ibaret kendinden geçmelerin" en netamelisine mevzu olabilir müzik.): 83.
Panzde(h): Onbeş. (Davud Aleyhisselâm'ın sesi, ismi en yüksek ses tonuna isim olacak kadar güzel ve meşhur. Zebur'u okurken, insan ve cinden ölenler olduğu rivayet edilir... Güzel sesin sihrini gösteren en çarpıcı misâllerden biri de, yolumun hususiyetinde musikiye ilgisizlik olan bir velinin, düzeltmek için çıktığı evinin çatısında işittiği bir musikînin nağmelerine dayanamayıp ölecek hâle gelmesi ve sonra, Yarabbi nasıl da dinleyebiliyorlar!" diye hayretini izhar etmesidir.
Bu misâlde, telkin gücü kadar, telkin alanın istidadına da dikkat... Üstadım'ın bir nüktesine gösterdiğim anlayış ifâdesi karşısında, iltifat olarak bana söylediği hikmet: Yalnız odundan cereyan geçmez... Davud: 15: Hud.. Hud Aleyhisselâm'da tecelli eden hikmet, EHADI-Bir'e âit, Bir ile ilgili.): 69.
***
Müzik - musikî davasını Büyük Doğu Mimarı'nın ölçülendirmeleriyle gösterelim... Musikî, resim ve heykel gibi, bunların müşahhas suret taklidi şeklindeki plastik sanatların İslâm ruhuna uygun düşmemesine Ve ancak bellibaşlı şartlar altında caiz olmasına karşılık, tezyinî sanatlar ve hat misâli mücerret sanatlar cümlesinden olup, esas ta sevimli, fakat tatbikatta tazı, hususiyet ve istidatları sebebiyle harama kadar gidecek cepheleri olan bir sanattır; mücerretliğiyle İslâm’a yakın, fakat vesile olabileceği nefs kabarışları bakımından son derece tehlikeli ve dolayısiyle şüpheli... Öyle bir su ki, kabının renk ve şekline göre renklenir ve şekillenir ve bunların iyisi de iyi, kötüsü de kötü olur... Musikî bahsinde zâhir ehliyle bâtın erbabı arasında bazı ihtilâflar olmuştur; bunlardan zâhir ehlinin bir kısmı, «mutlaka haram» fetvasını basarken, öbür sınıftan da, «mutlaka helâl!» hükmünü vermişler, belki iki taraf da kasıtlarına göre doğruyu söylemiş, yahut da üstün hakikat önünde beraberce hataya düşmüşlerdir... Bâtın kahramanlığı içinde zâhir ölçülerinden de birşey feda etmeyen Nakşiler ise, hakikati biraz evvel belirttiğimiz şekilde tesbit etmişlerdir... Onlar için bilhassa insan sesi, -âlet sesi daima şüpheli- ilâhî tefekküre vesile olduğu nisbette makbul, günaha yardımcı olduğu kadar da yasaktır; fakat Nakşîler umumiyetle şüpheli ve her tarafa çekilmesi mümkün şeyleri sevmezler ve Mevlevîlikte olduğu gibi ona kucak açmadıkları hâlde inkârına da gitmezler... Sadece, şöyle demekle yetinirler: «Bu bir mizaç işidir; bizim mizacımızda çeng-ü çigane yoktur!»... Böyle musikiyi, sınırları bilinmek ve korunmak şartiyle İslâm’ın mücerret ruhuna uygun bir sanat olarak kaydettikten ve onun birçoklarınca tam bilinmeyen dinî kıymet ve hükmünü tespit ettikten sonra, şimdi saf sanat tarafına yöneltelim: Batıda ve Rönesans sonrasında tam manâsıyla tahlili bir mahiyet kazanan mûsikî, bizde, 18. asır sonu ve 19. asır başlarında Dede'ler ve Itrîlerin elinde derinliğine ve üstün keyfiyetli bir kıymet kazanmışken, sonraları adî bir goy-goy ve meyhane nârası seviyesine kadar düşmüştür... Şu var ki, aynı musikî Batı âleminde de ruh hastası lûgatçesine kadar düşürülürken, «klâsik» değerini muhafaza etmeyi ve ayrı bir seviyede yaşatmayı bilmiştir... Bizse, büyük ruh kaybımızın neticesi olarak her şubede ortada ve muallâkta kalışımıza eş olarak, ne Batı musikisini bünyemize uydurabiliyor, ne de eski şâhane alaturkayı sarhoşlara dilencilik seviyesine düşmekten koruyabiliyoruz!..
Ölüm Odası, s. 766, 767, 768, 770
Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 198, 199