Ayasofya, sadece İstanbul’un bir fetih sembolü değil, aynı zamanda Lozan anlaşmasının gizli bir maddesine mevzu teşkil etmek bakımından, “bağımsızlık sembolü”dür de; yâni biz, Ayasofya’nın ibadete açılmasını isterken, gerçek bağımsızlık mücadelesinin müşahhas bir remzi olarak görüyoruz onu... Bu, sadece İslâmcılar için değil, İslâm dışı çevreler açısından da aslında böyle olmak gerekir... Şöyle söyleyeyim: Bir Süleymaniye Camii bugün müze hâline çevrilse, neticede İslâmcıların mahkûmiyeti tescil edilse de, bir hükümet icraatı ve kanun işi hâlinde dışa karşı kendilerini bir tevil tarafı olur... Oysa Ayasofya, Lozan’ın gizli maddesine mevzu teşkil etmek bakımından, bugünkü müze hâliyle, bağımsız olmayışımızın remzidir; ve her türlü palavradan bağımsızlık edebiyatı bir yana, Batı dünyasının tepkisinden korkulduğu için ona dokunulamamaktadır... Açıkça ifâde edeyim: Bizim için Ayasofya mücadelesi, İslâmî mücadeleyi motive edici bir vesiledir... Solcular ise, “bağımsızlık” ilkesinde müştereklik bakımından bunu desteklemelidir; çünkü havada bağımsızlık mücadelesi olmaz... Önce bağımsızlığın tescili halinde Ayasofya’nın ibadete açılması mücadelesine katılsınlar, devlet plânında bağımsızlık irademiz görünsün, ondan sonra isterlerse bütün camilerin müze hâline getirilmesi için mücadele etsinler!..
Şimdi, Mimarlar Odası’nın komik bir değerlendirmesi üzerinde durayım... “Ayasofya, müze hâline getirilerek, evrensel bir değer hâlinde Türkiye’ye emanet edilmiş bir anlam kazanmıştır!” yollu bir lâf... Sözün gelişinden gidişinden hikmeti andıran bir cazibe arkasında, kendi kendini kandırmak gibi bir mânâ... Bu mevzuda, Boğazlar Sözleşmesi’ne bir göz atmak yeter... 1936’da Montreux Konferansı’nda, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndaki Lozan Sözleşmesi gereği olan asker bulunduramama durumumuza itirazımız... Bu konferans öncesi bir toplantıda Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın verdiği nutuktan birkaç cümleyi işaretleyeyim:
-“Bu bölgeyle ilgili askerî hükümler, Türkiye’nin kıyı savunmasına ve ülkesinin iki kesimi arasında geçiş ve taşıma güvenliğine ağır bir zarar vermektedir. Üstelik bu durum, sözkonusu hükümlerin kabulünü etkileyen şartlarda meydana gelen derin değişikliklere ve bu şartların daha da uğrayabileceği temel değişikliklere aldırmadan, varlığını sürdürmektedir... Bu mevzuda, şu noktayı açıkça ortaya koymak isterim: Yürürlükteki antlaşmaların tesbit ettiği durumda değişiklikler olursa, Türkiye kendisini, Boğazların askerî rejiminde, bu değişikliklerin sonucu olarak değerlendirmeler yapma zorunda görecektir!”
Neticede, askersizleştirme rejimi kalkmıştır... Meseleye Ayasofya hakkındaki çarpık muhakeme ile bakılsaydı:
-“Lozan Sözleşmesi ile evrensel bir kullanım değeri olarak silâhsızlaştırılan boğazlar, evrensel bir mânâ halinde Türkiye’ye emanet edilerek anlam kazanmıştır!”
Komikliği anladınız değil mi?.. Kısaca, o çarpık muhakemenin Ayasofya’ya biçtiği mânâ şudur: Evimize hırsız giriyor ve bizden çaldığı malların bekçiliğini de bize yaptırıyor... Bir zındana kilitleniyoruz ve dışarı çıkmamak üzere anahtarı da bize emanet ediliyor!..
Konuşmamı son bir nükteyle tamamlamak istiyorum... Basiret, feraset, keşif, ilhâm, bedahat mânâlarını tek yekûn üzerinde toplayan bir kararla, 1990 senesine hazırlanmamız gerektiğini 1984’de ifâde ettim... O zaman, Büyük Sahra çölünde bir Kutub tasviri gibi gelen bu hedef ve gaye tayinim, bütün dünyayı altüst eden oluşumlarla 1989-1990 yıllarında, hem bizim ve hem de dünya ülkelerindeki olağanüstülüklerle görüldü!..
Bundan sonra?
Allah Kerim!..
Biraz uzun oldu söylediklerim... Kesmek zorundayım... Kısa kısa birkaç nükte: Bir İslâm büyüğü, “gaibi hissedilir hâle getirmek, muhabbetin hassasıdır!” buyuruyor... Zaten “Kusto”nun mânâlarından biri de, “istikbâli tahmin etmek”... Tahmin etmek... Şimdi bir ibiş çıkıp da, “Gaibi Allah’tan başka kimse bilmez” mutlak doğrusunu olur olmaz kullanırsa, Allah’a iftira etmiş olur ve bu yüzden o söz onda Allah’ın olmaktan çıkar... Nahiv ilminde bir tir: Söz, hâl ve makama uygun olmalıdır!.. Hakikati kendi alçaklığına âlet etmeye kalktın mı, basiret, feraset, ilhâm, bedahet, ihtimal hesabı ve tahmin çerçevesinde serdedilen bir sözü, “kehanet satmak” diye çarpıtabilir ve sahibini de “ölçüye aykırı olmak” diye hasedine uygun bir şekilde karalamaya çalışabilirsin... Şimdi size, kaderini paylaştığım adamdan, Üstadım’dan bir misâl vereyim... 1983’te Erkekçe isimli bir dergi, onunla mülâkat yaptı... Erkekçe:
-“Sizin bir de kâhin diye nitelendirildiğiniz dönem var... Çerçeve başlığı ile yazdığınız yazılarda özellikle İkinci Dünya Harbinin gelişimi mevzuundaki yorumlarınız, o yılarda çevrenizde bir hale oluşturacak kadar isabetliymiş...”
-“Kehanet diye birşey İslâm’da yok. Allah’ın verdiği akl-ı selimle, selim duyguyla bazı isabetler olabilir. Meselâ Almanlar Mısır’a tecavüz ettiklerinde bir yazı yazmıştım. Harbi Almanlar’ın kaybedeceğine dair muhtelif yazılarımdan sonra bu işgal olunca, “orası Mısır ise, ben de musırrım, yâni ısrarlıyım!” diye yazmıştım ve yazdıklarım aynen tahakkuk etmişti...”
İncelik şurada... Bu işin üzerinde, “İslâm’da siyaset, ferasettir” hikmetince duruyorum... Hiç kimse, kendinden, gaibi bilmek iddiasında bulunamaz; Allah bildirince de, herkes bilir... Bilmenin de usûlü var: Meteorolojinin hava tahmininden, siyasete kadar... Gaibi bilmek Allah’a mahsustur; ve gaibi bilmekten kasdı çeken bazı harikalıklarda, bunun, “Allah’ın bildirdiği kadarıyla bilir!” hududu içinde bulunduğunu idrak etmek lâzım... Allah’ın nebîleriyle velîlerinden tecelli eden hâllerde, onların “Allah’ın iradesi iradeleri olmuş insanlar” olduğunu... Bu yüzden, gözle görür gibi bildikleri hususlarda bile, ya hiç belirtmezler veya remzle ve üstü kapalı; yahut da bildirilmesi Allah’ın iradesi olduğu için bildirirler... Hep Allah’ın muradına bakan göz!..
Ötesi... Basirettir, ferasettir, tahmindir, ileri görüştür... Ben de bundan pay sahibi olduğumu sanıyorum!..
Ve... Hepinizi gerçek İslâm dostluğu duygularıyla selâmlıyorum!..
Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, s. 156-159.