Suriye'nin yeni hükümetinin karşılaştığı zorluklara değinen Sami Hamdi, halkın birliği ve İslam'ın kapsayıcı adalet anlayışının, ülkenin geleceğini inşa etmede kilit rol oynayacağını vurguladı.

Birleşik Krallık doğumlu gazeteci ve analist Sami Hamdi, "The Thinking Muslim" podcast'inde Muhammed Celal'in konuğu olarak Suriye'nin geleceği, bölgedeki yeni hükümetin zorlukları ve uluslararası dinamikler üzerine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesi üzerine 10 yılı aşkın tecrübesiyle bilinen Hamdi, Suriye’deki mevcut durumu detaylı bir şekilde ele alarak, ülkenin önündeki fırsatları ve tehditleri masaya yatırdı.

Screenshot 2025 01 03 142256

Röportajda, Suriye'nin yeni hükümetinin azınlıklarla ilişkileri, Batılı güçlerin müdahale ihtimalleri ve bölgesel aktörlerin stratejik hamleleri ön plana çıktı. Hamdi, hükümetin farklı etnik ve dini gruplara güven vermek için attığı adımları değerlendirirken, bu stratejilerin hem halkın birliğini sağlamak hem de uluslararası baskıları bertaraf etmek için kritik olduğunu vurguladı. Ayrıca Batı’nın "İslam’ın siyasetteki varlığına" dair duyduğu 'endişeleri' ve bu durumun bölge üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde analiz etti.

Batılı Güçler ve Suriye'nin Yeni Hükümeti

Sami Hamdi, röportajda Batılı devletlerin Suriye'yi zayıf ve parçalanmış bir yapıda tutmak için sergilediği politikalara dikkat çekti. Batılı güçlerin, azınlık hakları üzerinden bir baskı mekanizması oluşturduğunu ifade eden Hamdi, "Batı'nın gerçek endişesi insan hakları değil, Müslüman bir devletin bağımsızlığıdır" diyerek, bu politikaların tarihsel bağlamını aktardı. Ayrıca, Türkiye'nin Suriye üzerindeki rolünü ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreçte nasıl bir politika izlediğini de değerlendirdi. Hamdi Erdoğan'ı "Erdoğan, sınırlı imkanlar içinde manevra yapma konusunda bir üstad" olarak tanıttı.

Halk Desteği ve İslam’ın Adaleti

Hamdi'nin röportajdaki en dikkat çekici mesajlarından biri, halkın desteği olmadan kalıcı bir başarıya ulaşılamayacağı ve İslam'ın adalet anlayışının Suriye’nin yeni toplumsal sözleşmesinde belirleyici olması gerektiği yönündeydi. "Suriye’nin geleceği, halkın birliği ve İslam’ın kapsayıcı adaletiyle şekillenecek" diyen Hamdi, halk desteğinin uluslararası müdahalelere karşı en büyük güvence olduğunu belirtti.

Bölgesel Dinamikler ve Suriye’nin Geleceği

Röportajın bir diğer önemli başlığı ise Suriye'nin komşu ülkelerle ilişkileriydi. Hamdi, Türkiye’nin yeni hükümete verdiği desteği ve diğer bölgesel aktörlerin çekincelerini analiz etti. Türkiye’nin Suriye devrimindeki kritik rolüne değinen Hamdi, bu desteğin uluslararası arenada Suriye’nin meşruiyetine katkı sağladığını söyledi.

Sami Hamdi’nin açıklamaları, Suriye’nin yeni hükümetinin karşı karşıya olduğu zorlukları ve fırsatları anlamak için önemli bir perspektif sunuyor. Röportaj, yalnızca Suriye'nin geleceği hakkında değil, aynı zamanda İslam dünyasının bir bütün olarak nasıl yeniden şekillendiğine dair derin bir kavrayış sunuyor. Baran Haber okuyucularını bu detaylı analizi okumaya davet ediyoruz.

***

Batı Neden Yeni Suriye Devletini Yıkmak İstiyor?

Muhammad Celal: 2024 özetimizin bu ikinci oturumunda, Suriye'yi daha ayrıntılı olarak tartışmak üzere Sami Hamdi'yi tekrar programa davet ettik. Suriye, birçok açıdan bir umut ışığı ama aynı zamanda hepimiz için her türlü belirsizliği de beraberinde getiriyor. Devrim nasıl bir yol izleyecek? Culani ve hareketini nasıl değerlendireceğiz? Bölgesel ve küresel aktörlerin ideolojik ve diğer talepleri nelerdir? Ve Suriye, İsrail'in yeni hükümet ve onun İslami rengi hakkındaki endişelerini nasıl yönetecek? Sami, tekrar hoş geldin.

Sami Hamdi: Teşekkür ederim.

Muhammad Celal: Sami, en son konuştuğumuzda Gazze'ye ve Müslüman Ümmet'in 2024'te uğraşmak zorunda kaldığı bir dizi konuya baktık ve 2025 için bazı umut kırıntıları verdin sanırım. Bugün yapmak istediğim şey, özel olarak Suriye sorununa odaklanmak çünkü bence başlı başına bir programı hak ediyor. Şu anda isyan başlayalı bir buçuk ay ve fiilen Esad'ın Şam'dan ayrılmasından bu yana yaklaşık bir ay geçti ve şu anda HTŞ liderliğindeki yeni hükümet iktidarda. Ahmed eş-Şara'nın hükümetini veya geçici hükümetini ve üstlendiği bazı eylemleri şu ana kadar nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yeni Suriye Hükümetinin Öncelikleri

Sami Hamdi: Bence yeni Suriye hükümetinin aldığı kararlara, yeni Başbakan Muhammed el-Beşir ve diğerleri olsun, temsilcilerinden gelen açıklamalara baktığınızda, bence şu anda esas önceliğin, Suriye'deki azınlık grupları arasındaki gerilimleri, endişeleri veya kaygıları nasıl azaltılacağı olduğu açık. Yeni hükümet, yabancı güçlerin tepkisinin doğrudan askeri müdahale şeklinde olmayacağını düşünüyor. Bunun yerine, yabancı güçlerin azınlık gruplarındaki huzursuzluğu kullanarak Şam hükümetine yaptırım uygulamaya devam etmek, milisleri silahlandırmak veya hükümete baskı kurmak için bahane yaratacağını öngörüyor.

Bence bu hükümetin odak noktası, azınlıklara güvence vermek. Alevilere "İran'a gitmenize gerek yok, Esad'ın yaptıklarından dolayı sizden intikam almayacağız" diyorlar. Hıristiyanlara da "ABD'ye veya Rusya'ya gitmenize gerek yok, sizi koruyacağız, Noel'i kutlamanıza izin vereceğiz, hatta Batı'daki hükümetlerin bile yapmadığı şekilde Noel'i resmi tatil yapacağız" diyorlar. İngiltere'de Müslüman nüfusu daha fazla olmasına rağmen, İngiliz hükümeti Ramazan Bayramı'nı resmi tatil yapmıyor. Ahmed eş-Şara, azınlıklara zarar gelmeyeceği ve güvende olacakları konusunda güvence vermek için Batılı hükümetlerin dahi yapmadıklarını yapıyor. Noel ağaçlarının yakıldığına dair viral olan videoların bile sahte olduğu, aksine hükümet güçlerinin Hıristiyanların Noel'i kutlamaları için güvenlik sağladığına dair videoların olduğu ortaya çıktı. Bence Ahmed eş-Şara’nın bu konuya bu kadar önem vermesinin sebebi, Candace Owens gibi kişilerin Suriye hakkındaki ilk yorumlarının "Hıristiyanlar katledilecek" şeklinde olması. Yani, dış dünyanın olası tepkilerini yumuşatma çabası var.

9637 Suriyede Noel Resmi Tatil O

Şara'nın ilk endişesi Seyyide Zeynep Türbesi'nin zarar görmesiydi. Bu yüzden türbeyi korumak için asker gönderdi. İsrail, Kürtleri Şam'ın kontrolünden korumak için desteklememiz gerektiğini söylüyordu. Ahmed eş-Şara ise Kürtlere onlarla bir sorunu olmadığını belirtmek istiyor. SDG'nin (Suriye Demokratik Güçleri) silah bırakması gerektiğini düşünüyor. Aralarında görüşmeler yapıldığına dair haberler var. Erdoğan SDG'yi yok etmek istiyor ama Ahmed eş-Şara’nın asıl derdi şu: "Şu anki en büyük tehdit nedir?" Ahmed eş-Şara’ya göre en büyük tehdit azınlıklar değil, onları kendisine karşı kullanan dış güçler. Ahmed eş-Şara, Halep gibi yerlerdeki azınlıklara doğrudan ulaşıp "Sizinle ilgileneceğim, güvende olacaksınız, İslam'la ilgili korkularınızı anlıyorum, izleyeceğimiz politikalar size zarar vermeyecek." diyerek bu tehdidi engellemeye çalışıyor. Azınlık liderlerinin açıklamalarına bakılırsa, Ahmed eş-Şara’nın bu yaklaşımı işe yarıyor gibi görünüyor.

Azınlıklara Güvence ve Noel Tartışmaları: Ahmed eş-Şara'nın Stratejisi

Muhammed Celal: Yani, Ahmed eş-Şara eş-Şara akıllı mı davranıyor? Yoksa burada aşırı telafi ettiğini ve bunun biraz fazla olduğunu mu düşünüyorsun?

Sami Hamdi: Hz. Muhammed'i örnek alırsak - kendisini Suriye'deki liderlikle kıyaslamıyorum, sadece bir ilke olarak anlatıyorum - Mekke'ye girmeden önce, Kureyş'in lideri Ebu Süfyan'a güvence verdi. Evinde kalan ve Ebu Süfyan'ın evinde kalan herkesin güvende olacağını ilan etti. Ebu Süfyan, Mekke'nin teslimini görüşmek için Hz. Muhammed'le buluştuğunda, Ömer ve bazı diğer sahabeler Ebu Süfyan'ın öldürülmesini istemişti. Hz. Muhammed ise onun güvende olduğunu söylemişti. Savaş döneminin bittiğine dair halka güvence vermeye çalışmanın yanlış olduğunu düşünmüyorum. Şara, Şam'a 26-27 farklı gruptan oluşan bir çatı örgütün lideri olarak girdi. Ahmed eş-Şara’nın bu grupları birleştirmesi gerekiyor. Tunus ve Mısır'da, BAE ve Suudi Arabistan demokratik yollarla seçilmiş hükümetleri devirmeye çalıştı. Ahmed eş-Şara, "Bu gruplara nasıl güven verebilirim?" diye düşünüyor. Amacı, sorun yaratabilecek unsurları ortadan kaldırmak. Bazıları onu gereğinden fazla taviz vermekle suçluyor ama ben buna katılmıyorum. Hatta, bir benzetme yaparsak, Ahmed eş-Şara’nın Noel kutlamaları için bile güvenlik önlemleri aldığını görüyoruz. Hz. Muhammed döneminde de Yahudilerin bayramlarını kutladığı ve Hz. Muhammed'in onlara bunu sorduğu biliniyor. Aşure orucunun kökeni de bu olaya dayanır. Yahudiler, Hz. Musa'nın kurtuluşunu kutladıklarını söyleyince, Hz. Muhammed "Biz Musa'ya daha yakınız, bu günü oruç tutarak geçireceğiz" demiştir. Yani önemli olan, farklı inançların kutlamalarına saygı duyulmasıydı. Bence bunda bir yanlış yok.

Noel için fazladan bir resmi tatil eklenmesi, Batılı güçlerin yönetimde İslami unsurlara ve bunların etkisine karşı ne kadar hassas olduğunun bir göstergesi. Sudan'da, 1984'te, ABD elçisi Nimeiry'i tehdit etmişti. Nimeiry, daha önce şeriatı anayasaya eklemişti (zorla kabul ettirmedi, ekledi; zorlama ifadesi halkın bunu istemediği anlamına gelir). ABD elçisi, Nimeiry'e "Ya şeriatı kaldırırsın ya da seni deviririz" demişti. Nimeiry'nin danışmanlarından biri, onu bu haldeyken görmüş. Nimeiry, "Amerikalılar şeriatı kaldırmamı istiyor. Kaldırırsam halkım beni asar, kaldırmazsam Amerika beni asar. Ne yapsam bilemiyorum, mahvolacağım." demiş. Bugün Sudan'daki soykırımın sebeplerinden biri de, Amerikalıların iki yıllık geçiş döneminde İslam'ı anayasadan çıkarmak ve İsrail'le ilişkileri normalleştirmek için seçim yapılmasını engellemek istemesi.

Colani Camide

Ahmed eş-Şara'nın fazladan bir resmi tatil eklemesi tartışılıyor. Bu doğru mu yanlış mı, bu konumuzla alakalı değil. Şara, bu gruplara güven vermek için ekstra çaba göstermesi gerektiğini biliyor, çünkü onu istedikleri zaman görevden alabilirler. Bence bu sadece kurnazca bir plan değil, Ahmed eş-Şara gerçekten bu azınlıkları birleştirmek istiyor. Ama onu eleştirenler, Batılı güçlerin yönetimde İslam'a dair en ufak bir belirtiye bile ne kadar karşı olduğunu tam olarak anlamıyor olabilir. ABD temsilcisi Barbara Leaf'in Şam ziyaretinde, diğer bazı dışişleri bakanlarının aksine, Ahmed eş-Şara'le basın toplantısı yapmaması veya fotoğraf çektirmemesi önemli bir detay. Bu, Leaf'in geldiğinde Amerikalıların taleplerini ilettiğini ve sonra gittiğini gösteriyor. Şara’nın bu çabalarının işe yarayıp yaramayacağını zaman gösterecek. Tunus'ta Gannuşi de benzer bir şey yapmıştı ama Said onu devirdiğinde bu çabalar ona yardımcı olmamıştı.

Mursi, Mısır'da benzer bir şey yapmıştı ama Hillary Clinton, Sisi'nin darbesini hemen tanıdı ve Mursi'nin çabalarını görmezden geldi. Bence Amerikalılar, İslam'ın siyasette var olmamasını sağlamakla, azınlık hakları veya Noel tatilleriyle ilgilendiklerinden daha fazla ilgileniyorlar. Burada asıl soru şu: Hristiyan nüfus oranı benzer olan İngiltere ve ABD'nin Ramazan Bayramı için yapmadığı bir şeyi, yani Noel için iki resmi tatil eklemek ne kadar doğru? İngiltere'de Müslüman nüfus oranı daha yüksek bile olsa, İngiliz hükümeti bunu yapmıyor. Yapmalı demiyorum ama İngiltere, Müslüman azınlığın endişelerini gidermek için böyle bir zorunluluk hissetmiyor. Çoğu Müslüman da bunu talep etmiyor. Bugün İngiltere'de okullara bayram olduğunu söylediğinizde, size izin veriyorlar ve bayramı kutlayabiliyorsunuz. Birçok Müslüman bundan şikayetçi değil. Peki, İngiltere bir azınlık için bunu gerekli görmezken, çoğunluğu Müslüman bir ülkenin lideri olan Ahmed eş-Şara, neden bunu İngiltere ve ABD'deki gibi isteğe bağlı bir tatil yapmak yerine resmi tatil yapıyor? Bence bu, Ahmed eş-Şara’nın bir şeyleri yapma zorunluluğu hissetmesinden çok, korkularını yansıtıyor.

Batı'nın Baskısı ve Suriye Hükümetinin Endişeleri

Muhammed Celal: Açık konuşalım. Buradaki korku azınlıkların kendisiyle ilgili değil. Asıl korku, Batı'nın bu yeni hükümete nasıl bakacağı. Eğer Batı, azınlıklara yapılan muameleyi bahane ederek hükümete karşı harekete geçerse, bu durum Suriye hükümetini ve devletini zayıflatabilir. Bazı izleyiciler, "Batı'nın ne düşündüğünü neden umursayalım? Sonuçta hükümet sizde. Onların ne düşündüğü önemli değil, bizi yok etmek istiyorlar. Örneklerle de bunu gösterdiniz. Neden rest çekip şeriatı uygulamıyoruz? Bakalım Batı en fazla ne yapabilecek?" diye sorabilir.

Sami Hamdi: Bu soruya biraz farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Yapılanların şeriata aykırı olduğuna dair bir fikir birliği olduğunu düşünmüyorum. Hz. Muhammed Medine'ye girdiğinde, Medine Sözleşmesi'ni oradaki azınlıklarla, yani Yahudiler ve Hristiyanlarla yaptı. Bu sözleşmeye göre, devleti, azınlıklara zulmetmek isteyenlere karşı korumakla yükümlüdür. Ayrıca devlet, azınlıkların kendi inançlarına göre yaşamalarına izin vermek zorundadır. Bu, Hz. Muhammed'in Müslümanlara yüklediği bir sorumluluktur. Soruyu korku açısından yanıtladım ama Suriye hükümetinin gözettiğine inandığım başka bir nokta daha var: Batılı devletlerin oluşturduğu riskin yanı sıra, İslami açıdan da bir Hristiyan Noel'i kutlamak istiyorsa, İslam'da bir Müslümanın ona "kutlayamazsın" diyebileceğine dair bir örnek yok. Aynı şekilde bir Yahudi Roş Aşana'yı veya başka bir bayramı kutlamak isterse, İslam'da devletin bunu engellediğine dair bir örnek yok, özellikle de kendi bölgelerinde kutluyorlarsa. Endülüs'te, Hristiyan ve Yahudilerin kendi mahallelerinde bayramlarını kutladıkları bilinirdi. Bu, o mahallelerde sadece Hristiyanların veya Yahudilerin yaşadığı anlamına gelmez. Bu, Hristiyan ve Yahudi bayramlarının orada kutlandığı anlamına gelir. Devlet bunu özellikle emrettiği için değil, Hristiyanların ve Yahudilerin geleneksel olarak toplandıkları yerler olduğu için böyleydi. Yani devlet, azınlıklara bu tür toplanma alanları sağlamayı bir yükümlülük olarak görüyordu. Bu nedenle, yapılanların İslami olup olmadığı tartışması yersiz. İngiltere örneğini vermemin sebebi, Ahmed eş-Şara’nın İslam'a aykırı bir şey yaptığını söylemek değil. Ahmed eş-Şara’nın, azınlık hakları konusunda Batılı devletlerden bile daha ileri gittiğini vurgulamak. Bunu yaparken, Ramazan Bayramı ve Noel örneğini veriyorum. Bazı Müslüman çevrelerde, “Bakın, bu devletin İslami doğasını baltalıyor” diyen bazı tartışmalar gördüm. Ama bunun zorunlu olarak böyle olduğunu düşünmüyorum.

Muhammed Celal: Ben bunu savunmuyorum. İslami açıdan bakıldığında bunun bir sorun olmadığını görebiliyorum. Benim sorum daha çok şuydu: En başta Batı'nın ne düşündüğünü neden umursuyoruz?

Sami Hamdi: Şöyle açıklayayım: Ahmed eş-Şara, 27 farklı gruptan oluşan bir gücü yönetiyor. Suriye hükümeti de 27 farklı gruptan oluşan bir güce liderlik ediyor. Bu gruplar, Esad'a karşı tek bir güç olarak birleşemedi. 27 ayrı grup olarak kaldılar, bir araya gelme anlaşmalarında bile tek bir güç olarak değil, bir çatı altında hareket etme konusunda anlaştılar. Ahmed eş-Şara’nın başardığı önemli şeylerden biri, bu grupların çoğunu dağılıp orduya katılmaya ikna edebilmesi. Şimdi konuyu tersine çevirelim ve taraf değiştirelim. Diyelim ki biz, Jake Sullivan ve Brett McGurk gibi isimlerle görüşen Amerikalı politika yapıcılarız. Suriye'nin özgürlüğünden rahatsızız ve Suriyelilerin özgür bir Suriye'ye sahip olmalarını istemiyoruz. İlk ne yaparız? ABD ordusunu göndermeyiz. Bu grupların bazı liderleriyle, Kürt milislerle, İran ve İran destekli milislerle görüşmek üzere heyetler göndeririz. Onlara, "Ahmed eş-Şara ve hükümeti, Suriyelileri tek bir çatı altında birleştirebilir. Bu, Ahmed eş-Şara’ya İsrail'i tehdit edebilecek, Suriye'yi 1950'ler ve 60'larda Nasır döneminde olduğu gibi, Kral Faysal gibi isimlerin ortaya çıktığı dönemde olduğu gibi bize sorun çıkarabilecek bağımsız bir güce dönüştürebilecek bir bağımsızlık verir. Bunu istemiyoruz. Ama ABD'deki kamuoyu asker göndermemize izin vermiyor. Donald Trump da iktidara geliyor ve muhtemelen o da Amerikan askerlerinin gelmesine izin vermeyecek. O zaman kime gideriz? Kürt ayrılıkçılara gideriz. Gruplara gidip 'Ahmed eş-Şara neden Halep valiliğini sana değil de şuna verdi?' deriz. 'Hükümette daha fazla temsil edilmenizi istiyoruz, sizi destekliyoruz. Sivil toplumunuzu güçlendirmek istiyoruz. Kuruluşlarınızı ABD üniversitelerine göndermenizi, böylece geri dönüp onlara doğru yolu gösterebilmenizi istiyoruz. Sokaklara çıkıp daha fazla laik hak talep etmenizi, laik devlet pankartları açmanızı istiyoruz. Halkın ayaklanmasını istiyoruz. Düşünce kuruluşlarının, Ahmed eş-Şara’nın yönetiminin azınlık hakları konusunda nasıl sorunlar çıkarabileceğini tartışmasını istiyoruz. Sosyal medyada, azınlıkların geçmişte nasıl ezildiğine dair kampanyalar yapılmasını istiyoruz.' deriz. Böylece, bu azınlıklardan birine mensup, korkmak için hiçbir sebebi olmayan masum bir Suriyeli, yaratılan bu algı nedeniyle korkmaya başlar. Bir protesto çıktığında, biri ateş açtığında ve güvenlik güçleri karşılık verdiğinde, medya da bunu "şiddet kullanımı" olarak haberleştirir. Ardından, azınlık hakları için değil, güvenlik güçlerinin protestolara güç kullanmasına karşı başka bir protesto başlar. Güvenlik güçleri de hükümet de ne yapacağını bilemez ve olaylar, yeni bir krize dönüşene kadar tırmanır. Ahmed eş-Şara’nın endişesi bu olayların tırmanması. Tunus'ta da böyle olmuştu; dışarıdan finanse edilen "sivil toplum" büyüdü, yeni düşünce kuruluşları, STK'lar, yardım kuruluşları ortaya çıktı, halkın düşüncelerini yansıtmayan, hükümete oy veren halkın düşüncelerini yansıtmayan yeni akımlar desteklendi. Mısır'da da sivil toplumun bu şekilde finanse edildiğini gördük. Ahmed eş-Şara, bu belirsizliğin ve güvensizliğin hakim olduğu, yeni ve hassas dönemde bu durumdan endişe duyuyor.

1200X675 Cmsv2 9E3C06D1 7F2E 529

Şu anki hedef, müdahale etmek istemeyen Batı'yı, Suriye'ye odaklanırken nasıl uzak tutabilirim olmalı. Batı'nın bölgedeki hükümetleri devirme gücünü küçümsememek gerek. Bu güç, askeri gücünden değil, Müslüman toplumlardaki endişeleri kullanma yeteneğinden geliyor. Bir işbirlikçi bulma, masum görünen birini ikna edebilecek bir argüman sunma yeteneğine dayanıyor. Örneğin, birine "Sünni Suriyeli arkadaşın bugün senin arkadaşın, evet. Ama çoğunluk olduklarını biliyor muydun? Bir gün hepsi sana karşı dönerse, sen Şii olarak tehlikede olursun." diyebilirler. Sonra İran, "Bu durumu engelleyebiliriz. Al sana silah, al sana para. Kum'a gel, Suriye'ye dön, bir milis kur. Al sana bayraklar." diyebilir. İnsanlar genellikle kötülüğe doğrudan başlamazlar, zamanla kötü bir yola sürüklenirler. Ahmed eş-Şara’nın en büyük endişesi bu. Daha iyi bir örnek vereyim: Irak ve Suriye'de katliam yapan Şii milisler gerçeğine baktığımızda, Şiiler "Ama Saddam bize neler yaptı, bunlar bize neler yaptı bakın." diyorlar. Tamam ama Sünniler de bu yapılanları kınıyor. Bu, milislerin yaptığı yanlışı haklı çıkarmaz. Üçüncü bir yol olmalı. Ahmed eş-Şara ve Suriye hükümeti, Batılı güçlerin, temelsiz de olsa anlaşılabilir korkuları kullanmasını engellemek, bu korkular üzerinden oyun oynamalarını engellemek ve Suriye toplumuna "Ben buraya kimseyi öldürmeye, kimseye zulmetmeye, Hristiyanları veya Yahudileri yok etmeye gelmedim." demek istiyor. İslam imparatorluğu yayıldığında Hristiyanlar yok edilmedi, nüfuslarının azalması Müslüman olmalarından kaynaklandı. Müslümanlar, şehirlere girip katliam yapan Haçlılar, yerli Kızılderilileri öldüren Kristof Kolomb, Endülüs'e girip Yahudileri ve Müslümanları kovan Katolik Isabella değildir. Müslüman mirası, bu hakları korumayanların Allah tarafından cezalandırılacağını söyler. Bu da önemli bir neden. Sadece Batı korkusu değil, aynı zamanda Müslümanlara öğretilen modelde, İslam'ın temelinde bir çoğulculuk olduğu ve bu toplumların kendi dini bayramlarını ve haklarını İslam çerçevesinde yaşayabildiği öğretilir.

Şeriat, Toplumsal Uzlaşı ve Batılı Çifte Standartlar

Muhammed Celal: O zaman size Şeriat ve Şeriat'ın çerçevesi hakkında bir soru sorabilir miyim? İlginçtir ki, BBC muhabiri Jeremy Bowen'ın sorduğu ilk sorulardan biri, Suriye'de alkol tüketiminin ve satışının serbest olup olmayacağıydı. Ahmed eş-Şara bu soruya net bir cevap vermekten kaçındı, "Bağımsız bir anayasa komitemiz olacak ve bu tür büyük meselelere onlar karar verecek. Bu benim keyfi olarak vereceğim bir karar değil." Dedi ama Şeriat'ta Hristiyanların ve Yahudilerin kendi bölgelerinde alkol içmelerine ve üretmelerine izin verildiğini biliyoruz. Yani, İslami bir toplumda bile alkol tamamen yasaklanmış değil. Sadece Müslümanlara yasak, değil mi? Sanırım bazıları bu cevabı abartarak "İşte, şimdiden Şeriat'tan taviz verdi." dediler. Sadece bu noktaya değinmek istedim. Ama konuyu genişleterek soruyorum: Şimdiye kadar söylediklerinize, Sudan'daki Nimeiry örneğine ve Batı'nın Şeriat'a asla müsamaha göstermeyeceği gerçeğine dayanarak, tavsiyeniz "Şeriat konusunda güçlü olun" mu olurdu?

Hamdi: Bence Jeremy Bowen'ın bu soruyu sormasının asıl nedeni, sorunun kendisiyle alakalı değil. Bowen bu soruları alkol veya kadın hakları için gerçek bir endişeden sormadı. Esad on binlerce Suriyeli kadını katletti, Bowen önce onlar hakkında soru sormadı. İsrail Filistin'de binlerce Müslüman ve Hristiyan kadını katlediyor, kimse bu kadınların haklarıyla ilgilenmiyor. ABD Irak'a girdiğinde Iraklı kadınları katletti ve onlara tecavüz etti, o zaman da kimse kadın haklarını sormadı. Ben Ali Tunus'ta başörtüsünü yasakladığında, kimse kadınların başörtüsü takma hakkını savunmadı, aksine bunu kadınların özgürleşmesi olarak gördüler. Fransızlar sömürgecilik döneminde Cezayirli kadınları sıraya dizip başörtülerini yırttılar ve "artık özgürsünüz" diyerek başörtüsü takma özgürlüğünü ihlal ettiler. Kimse kadın haklarını umursamadı. Aslında Bowen, peşinde olduğu fetişi tatmin etmek için Suriyeli kadınları açık bir şekilde göremeyecek olmasından endişeli. Washington'daki Doğa Tarihi Müzesi'nde (İngiltere'de de benzeri var) Orta Doğu'daki kadınların çizimlerine bakarsanız, hepsinin cinsel açıdan kışkırtıcı bir şekilde, sanki sömürgecinin fethettiği nesnelermiş gibi çizildiğini görürsünüz. Onların kadınlar için öngördüğü vizyon bu. Kadının örtünmesi fikri onlara ters geliyor çünkü kadınları açık bir şekilde görmeye alışkınlar. Bir kadının, bir erkeğe "bana bakamazsın" deme hakkına sahip olması fikrinden hoşlanmıyorlar. Bir erkeğin bir kadını nesneleştirememesi onlar için kabul edilemez bir durum. Bowen'ın derdi bu.

Bowen'ın, Suriyelilerin alkol içip içmeme özgürlüğü konusunda endişelendiğini de sanmıyorum. Çünkü Kudüs'teki Hristiyanlar alkol içiyor ama bu onların İsrailliler tarafından öldürülmesini engellemedi. Aynı şekilde, Iraklı Hristiyanların, laik Kürtlerin ve laik Suriyelilerin Esad tarafından öldürülmesini de engellemedi. Bence bu sorular, Gazze'den sonra iyice belirginleşen bir ikiyüzlülüğü gizliyor. Onların derdi insan hakları veya demokrasi değil. Suriye nüfusunun %85'inden fazlası Müslüman, hatta çoğunluğu Sünni Müslüman. Esad azınlık bir gruptan gelmesine rağmen, azınlıkları koruma bahanesiyle çoğunluğa zulmederken, ABD ve bölgesel güçler, laik bir azınlığın yönetiminin çoğunluğun yönetmesinden daha iyi olduğunu savunarak Esad'ın kalmasını istediler. Bowen'ın asıl sorusu şuydu: "İngiltere'de çoğunluk yönetimi var ama Allah korusun, Suriye'de olmasın. ABD'de çoğunluk yönetimi var, Trump seçilirse başkan oluyor, ama sizin böyle bir yönetiminiz olmasını istemiyoruz çünkü Trump alkole ve pornografiye izin veriyor, siz Suriye'de buna izin vermeyebilirsiniz." Müslümanlar "Ahmed eş-Şara taviz veriyor mu?" diye sorduğunda, ben de onlara Ahmed eş-Şara’nın cevabına bakın diyorum. "Bu konuyu bir anayasa komitesine bırakmak istiyorum." dedi. Yani, İslam bir devlette alkolü tamamen yasaklamaz, Müslümanlar için yasaklar. Nerede ve nasıl servis edileceğine anayasa komitesinin, Suriye halkıyla birlikte karar vermesini istiyor. Ahmed eş-Şara aslında şunu demek istedi: "Bana gelip Suriye'nin nasıl yönetilmesi gerektiğini söyleyemezsin. Bunu Suriyelilerle tartışacağım." Ahmed eş-Şara röportajda "Bu şu an için öncelikli bir konu değil." derken, Bowen'a "Senin derdin alkol ve Suriyeli kadınların bedeni. Ben ise yeni serbest bıraktığım mahkumlarla, evlerine dönüp yakınlarını arayan ailelerle, evleri İran destekli milisler ve İran'ın getirdiği yabancı savaşçılar tarafından işgal edilenlerle ilgileniyorum. Bu evlerin gerçek sahiplerine geri verilmesini istiyorum." demek istedi.

Suriye Islam

Benim için önemli olan, SDG'nin yaptıklarından dolayı intikam alacağımızı düşünen Kürtlere güvence vermek, onlara Suriye'nin bir parçası olduklarını anlatmak. Önemli olan, Hristiyan rahiplere gidip, Candice Owen'ın videosunu izlememelerini, Hristiyanlara zarar vermeyeceğimizi söylemek. Jeremy Bowen eğlence ve Suriyeli kadınlarla görüşüp görüşemeyeceği konusunda endişelenirken, ben hayatın bütünlüğü konusunda endişeliyim. Ahmed eş-Şara’nın cevabı da buydu. Bu cevabı bağlamından koparanlar, bence, duymak istediklerini duyuyorlar. Ahmed eş-Şara’nın cevabı gayet açıktı. Jeremy Bowen'ın abarttığı konuları bu kadar büyütmemek gerek. Suriye zorlu bir savaştan, diktatörlükten, duvarların kulaklarının, hapishanelerin yerin üç kat altında olduğu bir dönemden çıktı. Milyonlarca insan Suriye'den sürüldü, Batılı devletlerin insafına bırakıldı. Şu anda Suriye'de olanlar için alkol, bikini plajları ve benzeri şeyler en son düşünecekleri şeyler. Ahmed eş-Şara’nın önceliği, mülklerin gerçek sahiplerine iade edilmesi, toplumsal huzurun sağlanması ve insanları bir araya getirerek gelecekteki toplumsal sözleşmeyi tartışmaları olmalı. Şu anda birçok Suriyeli Ahmed eş-Şara’nın veya bu yeni hükümetin meşruiyetini sorgulamıyor. Bunu sorgulayanlar, Suriye'de bir fikir birliğinin oluşmasından endişe duyanlar. "Ahmed eş-Şara’ya ne tavsiye edersin?" diye sorulduğunda, "Hiçbir şey." diyorum. Bırakın Suriyeliler kendi meselelerini kendileri halletsin. Yakın tarihte, Suriyelilere ne istediklerini sorma şansı verilmedi. Fransa, Suriye'yi böldü, Lübnan'ı ayrı bir devlet yaptı, sınırları çizdi ve yönetti, sonra da iktidarı Müslüman çoğunluklu bir devlet olmasın diye bir azınlığa devretti. ABD gelip Suriye'yi bombaladı. Obama, "İslam'a yönelebilecek özgür bir Suriye ile laik bir tiran olan Esad arasında seçim yapmam gerekirse, Esad'ı seçerim." dedi. Şimdi anayasada İslam'ın rolünü tartışanlar Suriyeliler değil, Esad'ı kabul eden ama şimdi İslam'ın rolünü sorgulayan İran yanlısı gruplar. İran anayasasında cumhurbaşkanının sadece Müslüman değil, aynı zamanda Şii olması gerektiği yazıyor. İran bunu kendisi için uygularken, Suriye'de benzer bir şeye karşı çıkıyor. Suriye'de de böyle olmalı demiyorum, çifte standarda dikkat çekiyorum. BAE büyükelçisi 2017'de, BAE'nin Suriye için idealinin, zayıf bir başkan, yetkileri azaltılmış bir başkanlık (ki bunu Ben Zaid asla kabul etmez, kendi yetkilerini kısıtlamaz) olduğunu söyledi. BAE büyükelçisi, parlamentoda azınlıkların orantısız bir şekilde temsil edilmesini istediklerini (ki Ben Zaid BAE'de bir parlamentoyu, hele azınlık temsilini asla kabul etmez), kendi ifadesiyle, laik bir demokrasi kurmak için bunu istediklerini söyledi. Yine kendi ifadesiyle, Lübnan'da yaptıkları gibi, işlevsiz bir devlet yaratmak istediklerini belirtti. Suriye'nin işlevsiz bir devlet olmasını istiyorlar. Alkol ve benzeri konuları açanlar... Bunlar önemli değil demiyorum ama 13 yıldır kayıp oğlunu arayan bir anneye, "Ama teyze, alkol, ama teyze, bikini" diyemezsiniz. İran'da İslam Devrimi öncesi çekilen, kadınların kısa etekli olduğu fotoğrafları gösteriyorlar, bu da nasıl bir vizyon istediklerini gösteriyor. 30 yıldır kayıp oğlunu arayan ve "Oğlumu gördünüz mü, hapisten çıktı mı?" diye soran bir babaya, "Ama Hacı, alkol konusundaki sözlerini duymadın mı?" diyemezsiniz. Bizi bir yere götürmeyecek bu tür tartışmalara girmekten kaçınmalıyız. Suriye'nin, toplumsal uzlaşıya ihtiyacı var. Şu an Suriye'de İslam'ın durumu beni endişelendirmiyor. Anayasaya girip girmeyeceği konusu değil, eminim girecek ve Suriyeliler bunu değerlendirecek. Aksi halde, Mısır ve Tunus ile aynı kaderi paylaşabilirler. Batılı devletlerin Suriye'den ne istediğini düşünürken, Suriyelilerin, dış etkenlerden bağımsız olarak kendi kaderlerini ne kadar belirleyebileceğini görmek ilginç olacak.

Türkiye'nin Suriye Devrimindeki Rolü ve Stratejik Yaklaşımları

Muhammed Celal: Türkiye'nin rolü hakkında bir şey sorabilir miyim? Suriye hakkında en son detaylı bir şekilde konuştuğumuzda, Türkiye'nin, Esad'ın ve Şam'ın düşüşüne yol açan ilk devrimde rol oynayıp oynamadığına dair bir tartışma vardı. Ve sanırım cevabınız, Türkiye'nin o sırada bunu desteklemek için yeterli bilgiye sahip olmadığı, yani Türkiye'nin ilk isyanın arkasında olmadığı yönündeydi. Ancak Türkiye'nin hazırlık aşamasında bir rolü vardı ama zamanlamayı bilmiyordu. O zamandan beri, Türk yetkililer ile bu yeni filizlenen hükümet arasında oldukça üst düzey toplantılar yapıldı. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ı gördük. İstihbarat Şefi İbrahim Kalın'ın ziyaret ettiğini ve Gilani tarafından gezdirildiğini gördük. Ve Trump'ın temelde bunun bir Türk darbesi olduğunu söylediği bir basın toplantısı oldu. Türkiye'nin bu devrimin arkasındaki güç olmadığına hâlâ ikna mısınız?

Sami Hamdi: Ben hâlâ Türkiye'nin ilk aşamalarda Şam'ın düşeceğine inanmadığını düşünüyorum. Sadece bir veya iki ay önce, Erdoğan'ın, Beşar Esad'ın Ankara'ya gelmesi, Ankara ile görüşmesi ve Esad'ı Ankara'ya getirmesi için Rusya'ya lobi yapması konusunda ısrar ettiğini hatırlamak önemli bence. Erdoğan, ülke içinde Suriyelilerin kendisi için çok zor bir siyasi duruma neden olduğuna inanıyordu. 2019'da İstanbul seçimlerini Suriyeliler yüzünden kaybediyor. Çünkü Türk nüfusu arasında Suriyeli mültecilere karşı artan bir düşmanlık var. "Ne zaman eve gidiyorlar?" sorusu sürekli soruluyor. Evet, daha sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Suriye en önemli konulardan biri haline geliyor ve Kılıçdaroğlu bunu ana noktalarından biri yapıyor: "O Suriyelileri evlerine göndereceğim." diyor. Muhalefet lideri bu vaadi dile getiriyor. Erdoğan ise bir nevi ortada duruyor ve tam sonunda, "Hayır, onları dışarı atmak insanlık dışı." diyor. Bazı Suriyelileri alıp Suriye'ye geri sınır dışı ettiğine ve ayrıca ikamet izinlerinin veya yenilemelerinin ertelendiğine dair raporlar olmasına rağmen, Erdoğan böyle bir tavır sergiliyor.

Erdoğan Suriye Bayraklarıyla

Bence Erdoğan'ın planı şuydu: Şam düşmeyecek, öyleyse Beşar Esad ile konuşmaya çalışayım, onunla bir anlaşmaya varayım ve sonra bu Suriyeli mültecilerin, Esad'ın hâlâ Şam'da olduğu bir Suriye'ye geri dönmelerini sağlayayım. Ama kuzeyde onlar için güvenli bir sığınak yaratmayı başardık ve bu şekilde bana kızgın olan Türkler sakinleşecek ve bu nedenle üzerimdeki siyasi baskıyı hafifletebileceğim diye düşündü. Bence Beşar Esad'a baskı uygulamanın bir parçası olarak, Türkler, Ahmed eş-Şara ve müttefikleri olan koalisyon gruplarının bir saldırı başlatmak istediklerinin farkındaydılar. Ve bu ilk kez bir saldırı başlatmaları olmayacaktı. Daha önce bir kez bir saldırı başlatmışlardı ve bir zamanlar Türk insansız hava araçlarının yardımıyla Serakib'e kadar ulaşmışlardı. Ve sonra Türkiye belki de daha fazla ileri gidemeyeceklerini hissetti. Türk insansız hava araçları geri çekildi, Hizbullah mobilize oldu ve gruplar Serakib'den geri püskürtüldü.

Türkiye'nin geçmişinde, "Esad'a yeterince baskı yapmak istiyorum ama Şam'ı devirme kapasitesine inanmıyorum." düşüncesi var. İlk raporlar, Erdoğan'ın gruplardan saldırılarını ekim ayına kadar ertelemelerini istediğini öne sürdü. "Hâlâ Beşar Esad ile konuşmak istiyorum. Hâlâ Beşar Esad ile bir anlaşmaya varmak istiyorum." diyordu. Unutmayın, BAE zaten Beşar Esad'ı rehabilite ediyordu. Bin Selman, Arap Zirvesi'nde Riyad'da Beşar Esad'ı ağırlamıştı. Beşar Esad ile görüşen başka bölgesel liderler de var. İran Dışişleri Bakanı, saldırıdan 19 gün önce Beşar Esad ile birlikteydi.

Bence Ahmed eş-Şara ve grubu tek taraflı olarak saldırıyı başlatmaya karar verdiğinde -ki üç hafta önce Esad İdlib'i bombalıyordu, Rusya İdlib'i bombalıyordu ve Esad'ın İdlib'e bir girişimde daha bulunabileceğine dair bir işaret vardı- gruplar, "Hadi gidelim. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Hazırız. Herkesi şaşırtacak bir önleyici saldırı yapalım." diye düşündüler. Bence bazen bu grupların da inisiyatif sahibi olduğunu unutuyoruz. Kendi başlarına hareket edebiliyorlar ve bence başlangıçta kendi başlarına hareket ettiler. Halep'e vardıklarında, "Halep'i alabilirler mi, alamazlar mı? Rusya nerede?" gibi sorular gündeme geldi. Bence bu noktada Erdoğan, Ruslarla görüşmeye gidiyor ve onlara, "Buraya müdahale etmeniz sizin çıkarınıza değil." diyor. Rusya zaten Ukrayna'da zor durumda ve Suriye'ye pek dikkat etmiyor. Türklere burada neler olduğunu soruyorlar ve Türkler muhtemelen Ruslara bunun sadece sınırlı bir operasyon olduğunu söylüyorlar. Putin, "Tamam, geri dönüp asıl sorunum olan ve uğraştığım Ukrayna'ya odaklanayım." diyor.

Sonra Halep'i alıyorlar. Halep'i aldıklarında, bence Türkler, "Tamam, Halep'i oldukça hızlı aldınız." diyor. Ama Ahmed eş-Şara zaten Humus'a veya Hama'ya doğru ilerliyor. Hama'ya doğru ilerlerken, bence bu noktada Türkler, "Tamam, Halep'i aldı. Bu, müzakere masasında elimizi güçlendiriyor. Hama'ya gitmesine izin vermekte bir sakınca yok çünkü Putin şu anda bunun ciddi bir şey olduğuna inanmıyor. Putin hâlâ Ukrayna'ya odaklanmış, bu yüzden uçaklar onları bombalayıp yok etmek için gelmiyor ve ben Esad'ı müzakere masasına gelmeye zorlayabilirim." diyor. Hama düştüğünde ve Humus'a yürümeye başladıklarında, Erdoğan ortaya çıkıyor ve "Şam düşecek." diyor. Bence Türklerin, "Aslında Şam düşebilir." demeye başladıkları nokta bu. Ve bence bu noktada Erdoğan, Rusların zorunlu olarak müdahale etmeyeceğine inanıyor.

Bence Türkler şaşırdılar ama çok çabuk adapte oldular. Sorunuzu sorduğunuzda, "Ama Türkler birincil faydalanıcılar gibi görünüyor." diyorsunuz. İlk önce onlar oradalar. İlk Şam'dalar. Hakan Fidan ilk Şam'da. Erdoğan bu kayıttan sonraki hafta ziyaret etmeyi planlıyor. Bence Türkiye'nin önceliğe sahip olmasının nedeni şu: Sonu, Türkiye'de ırkçılık ve yabancı düşmanlığının yükselişi ve Suriyeli mültecilere yönelik saldırılar açısından biraz acı olsa bile, Erdoğan'ın belki de Suriye devriminin bu kadar uzun süre hayatta kalmasının birincil nedenlerinden biri olduğunu söylemek abartı olmaz. Erdoğan bu mültecileri içeri aldı. Türklerin bu konuda ona çok kızgın olmasına rağmen, Erdoğan, bu Suriyeli mültecileri entegre eden ve onlara eğitim sistemine, sağlık sistemine, konut ve benzeri şeylere erişim sağlayan kişidir. Onlara Türkiye'de bir sığınak verdi. Aslında, yeni hükümetin yeni Dışişleri Bakanı İstanbul Üniversitesi'nde doktorasını yapıyordu.

Bence Erdoğan bunu iki nedenden dolayı yaptı. Erdoğan, BAE gibi davranıp Beşar Esad ile hızla bağ kurabilir, Suudi Arabistan gibi yapabilir, diğer komşu ülkelerin çoğu gibi yapabilirdi ama yapmadı. Bence yapmamasının nedenlerinden biri, Erdoğan'ın Suriye devriminin meşruiyetine bir şekilde inanmasıydı ve bu nedenle, kendi pozisyonuna getirdiği bir miktar siyasi maliyete rağmen, bu Suriye devrimini desteklemeye devam etti. Ne zaman Esad İdlib'i alacak gibi görünse, Türkiye müdahale ederdi. Türkiye, gruplar arasında arabuluculuk yaptı. Batılı güçler, Gilani'yi daha önce El Kaide ile birlikte olduğu ve ardından El Kaide'den ayrıldığı için tanımadığında, müdahale eden ve "Onları terk edip Beşar Esad'a gitmek yerine, yurt dışında pazarlanabilecek bir Suriye Ulusal Ordusu kurayım. Henüz bu devrime olan inancımı kaybetmeyeceğim." diyen Erdoğan'dı. Şimdi, elbette, kuzey Suriye'deki PKK tehdidinden kurtulmak istediği için kendi çıkarı vardı ve bu nedenle kuzey Suriye'de kazanılmış bir çıkarı vardı. Ancak bu niyetler; pragmatizm, Müslüman yakınlığı, Suriye halkına sempati ve Kürt ayrılıkçılığına nefretin karışık bir sonucu olsa bile, bence tüm bunların bir araya gelmesi, Ahmed eş-Şara’nın bu kadar uzun süre dayanabilmesini sağladı.

Ve Ahmed eş-Şara bunun farkında, bu yüzden aldığı ilk heyet Erdoğan'ınki. Ve bu yüzden Erdoğan, şimdi bu grupları nihayet Şam'da gördüğünde, Suriye Ulusal Ordusu'nun toprakları Şam'a geri vermeye başlamasını sağlayan kişi Erdoğan'dır. BAE'nin vermek istemediği bu yeni hükümete hemen uluslararası meşruiyet kazandırmak için Dışişleri Bakanı'nı gönderiyor. BAE gelmek için çok yavaş. Abdullah bin Zaid, sanırım yeni hükümetle 20 günden fazla bir süre sonra temasa geçti. Yeni hükümetle konuşmak istemedi. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman da yine aynı şekilde, yeni hükümetle muhatap olmakta çok tereddütlü. Erdoğan ise doğrudan içeri giriyor ve uluslararası bir dışişleri bakanının Suriye'deki yeni hükümetle görüştüğünü gösteren bu yüksek profilli fotoğraflar çekildiği anda, AB heyetini gönderiyor ve ardından Erdoğan'a, "Suriye'nin bir parçası olmak istiyoruz. Bu yeni hükümetle nasıl konuşabiliriz?" demek için Ankara'ya gidiyor. Erdoğan ona, "Şam'a gidin." diyor. Şam'a gidiyorlar. Ardından Erdoğan, onlar adına ABD ile konuşuyor ve ABD de Barbara Leaf'i de konuşmak için Şam'a gönderiyor.

Bence Türkiye, Şam'ın düşeceğini bilmiyordu ama bence bu kadar uzun süre -zaman zaman biraz sallantılı olsa bile- tutarlı bir şekilde Suriyelilerin birincil desteği oldukları göz önüne alındığında ve Erdoğan'ın -Türklerin değil, Erdoğan'ın- desteğinin bu kadar uzun süre bu kadar güçlü olması göz önüne alındığında, birincil faydalanıcı olması mantıklı. Katar Dışişleri Bakanı da oraya gitti ve o da şimdi finansman teklif ediyor. Hakan Fidan da BAE'ye gitti ve Bin Zaid'e, "Dinle, bak, ne yaptığını biliyorum; Tunus'ta, Mısır'da, Libya'da, Sudan'da... Bu yeni hükümetten korkacak hiçbir şeyin yok. Sakin ol, saldırganlaşma. Daha önce yaptıklarını yapma." demeye çalıştı. Bin Zaid'in, Türk Dışişleri Bakanı'nın argümanlarına ikna olduğunu sanmıyorum ama kesinlikle bence Erdoğan'ın Suriye devrimini desteklemedeki önceliği; Suriye'ye erişimde bir önceliğe, Suriye için potansiyel müttefikler arasında bir önceliğe, ekonomik sözleşmelerde bir önceliğe ve yeniden inşada bir önceliğe dönüştü.

Fidan Şara Ile El Sıkışıyor

Ve bence Ahmed eş-Şara’ya, Türkiye tarafından PR konusunda bile tavsiye veriliyor. Bence Ahmed eş-Şara’nın, Gannuşi'de olmayan avantajı şu: Gannuşi'nin müttefiki veya komşu ülkesi Cezayir ondan çok şüpheleniyordu. Mısır'da da komşu ülkeler çok şüpheliydi. Bence Ahmed eş-Şara’nın, Arap Baharı'ndan sonra sahip olmadığı avantajı, sınırının ötesinde, başarılı olması gerektiğine ve çıkarlarının mükemmel bir şekilde uyumlu olduğuna gerçekten inanan çok güçlü bir müttefiki olması. Bir dizi argümanla karşılaştım...

Erdoğan ve Türkiye'nin Suriye Politikası: Gerçekler ve Algılar

Muhammed Celal: Bunu şimdilik komplo teorileri arasına koyalım. Ancak burada gelişen durumun Amerikan dış politikasıyla büyük ölçüde uyumlu olduğunu öne süren bir dizi argüman var. Bu argümanların her birini tek tek ele alacağım. Duyduğum ilk şey şu: Eğer bu işin arkasındaki beyin Türkiye ise -ki siz tam olarak arkasındaki beyin olmadığını, ancak şu anda yeni hükümet üzerinde en büyük etkiye sahip olduğunu öne sürdünüz- ama eğer Türkiye'nin böyle bir etkisi varsa ve bunu söylemek biraz saçma olacak ama Türkiye bir NATO üyesi. Dolayısıyla, buradan hareketle, bir NATO üyesi olarak Türkiye'nin büyük ölçüde Amerikan kontrolü altında olduğu söyleniyor. Yani Amerika, bu devrimi Türkiye ve onun yeni hükümet üzerinde sahip olduğu etkin kontrolü aracılığıyla yönetiyor. Buna nasıl cevap verirsiniz?

Sami Hamdi: Bence birçok insan, aslında yalnızca Allah'a ait olan "her şeye gücü yetme" özelliğini ABD'ye atfediyor. Evet, bence Allah'ın sıfatlarını Amerika'ya yakıştırıyorlar. Allah her şeyi görendir, Amerika her şeyi görendir. Allah en iyisidir, planı her zaman başarılı olan planlayıcıların en iyisidir; Amerika'nın planı her zaman başarılıdır, evet. Allah, hükümdarlık verendir; Amerika, insanları iktidara taşıyandır. Ve Allah, hükümdarlığı alandır. Onlar ise Amerika'nın aldığını söylüyorlar. "Allah'ım, gücü dilediğine verirsin ve dilediğinden alırsın." ayetinde geçen Allah'ın yerine Amerika'yı koydular ve bunu mükemmel bir şekilde uydurdular. Onlara göre, Erdoğan'ın Amerikan etkisinin dışında hareket etme ve hatta belki de Amerikalıları, 2016'daki darbe girişiminde Erdoğan'ı devirmek isteyecekleri kadar öfkelendirme yetkisine sahip olması imkansız. Amerikalıların aslında seçimlerde Erdoğan'ı yenmek istemiş olabileceğini ve Erdoğan'ın kazanmasını istemediklerini düşünmek zor onlara göre.

Biden iktidara geldiğinde veya seçimler sırasında, "Erdoğan'ı ortadan kaldırmak için muhalefetle çalışmamız gerekiyor." şeklinde o ünlü açıklamayı yapmıştı. Gazeteciler bu konuyu gündeme getirdiğinde ise, "Bir NATO müttefikinden bahsediyor. Barışçıl, demokratik, yollarla." diyerek geçiştirdi. Tüm bu Amerikalılar, Erdoğan'ı tek taraflı eylemleri nedeniyle tehdit ediyor: Ruslardan S-400'leri satın aldığında, Akdeniz'de ve Libya'da ABD çıkarlarına karşı hareket ettiğinde, müdahalesinden memnun olmadıklarında, John Bolton, Hafter'e Trablus'u alması için yeşil ışık yaktığında... Erdoğan ise Hafter'in Trablus'u almasını engellemek için devreye giriyor. Bence bu çok basite indirgenmiş, siyah-beyaz bir yaklaşım.

Ben Erdoğan'ın Amerikalılar için bir araç olduğunu düşünmüyorum. Bence o, Amerikalılar için bir hayal kırıklığı kaynağı. Bence bu argümanın bu kadar taraftar toplamasının nedeni, Erdoğan'ın Gazze konusundaki tutumu. Raporlara göre, İsrail petrolünün yaklaşık %40'ı Azerbaycan'dan Ceyhan boru hattı yoluyla, yani Türkiye üzerinden geliyor. Erdoğan bu akışı durdurabilir ama yapmamayı tercih ediyor çünkü Amerikalıların tepkisinden ve bu tepki sonucu Türklerin onu devirme ihtimalinden endişe ediyor. Şöyle ki, Amerikan yaptırımları ekonominin kötüleşmesine yol açar. Türkler, kötüleşen ekonomi ve yaptırımlar için Amerikalıları değil, Erdoğan'ı suçlayacak; kendi deyimleriyle, petrolü kesecek kadar "aptal" olmakla suçlayacaklar. "O bir aptal. Filistin için bile olsa bunu yapmamalıydı çünkü şimdi açız. Taksim Meydanı'nda yemek yiyemiyoruz. Erdoğan'ı devireceğiz ve iktidarı başkasına vereceğiz." diyecekler. Erdoğan ise, "Bu, riske girmeye değmez." diyor. Ben mazeret üretmiyorum, onun yaptığı hesabı anlatmaya çalışıyorum.

Bu argümanın taraftar toplamasının bir diğer nedeni de, Erdoğan'ın, Gazze'deki soykırım devam ederken bile İsraillilerle iyi ilişkiler sürdürmekte ısrar etmesi. Erdoğan, elindeki gücü kullanmadı. İsraillilerle ticarete devam etti. Bu durum basına sızdığında, İsraillilerle gizlice ticaret yapmaya devam etti. Bu da basına sızınca, göstermelik bir yasak ilan etti ama tam bir yasak değildi ve bir sürü yasal boşluk vardı. Bunu anlıyorum. Ancak bence onun İsrail'e yaklaşımı, Suriye'ye yaklaşımından farklı. İsrail politikasında bir felaketin yaklaştığını görüyor ve "Eğer İsraillilere karşı ciddi bir adım atarsam, benim için son olur. Bu, Amerikan birliklerinin bir işgali şeklinde olmaz, Türklerin bana karşı dönmesini sağlarlar." diye düşünüyor. Bu yüzden ben hep şunu savunuyorum: Erdoğan'ın Gazze konusunda kendini sınırlı hissetmesinin nedeni, Amerikalılar değil, Türk halkının, Filistin'i savunduğu için zor zamanlarda ona destek olacağına inanmaması. Bu, toplumsal uzlaşının temel meselelerinden biri.Cumhurbaskani Erdogan Kudusteki

Ama her halükarda, Erdoğan'ın bir şekilde NATO'nun veya benzeri bir yapının aracı olduğu fikrine gelince; bence Suriye'de olup bitenlere ve İsrail'in gidip tüm askeri tesislere hemen bomba yağdırması gerçeğine baktığınızda, İsrail'in, Beşar Esad yönetimindeki Suriye ordusunun durumundan memnun olduğunu görüyorsunuz. Beşar Esad iktidardayken Suriye ordusundan korkuları yoktu ama Türkiye'nin müttefikleri Şam'dayken ve askeri güçten sorumlu olabileceklerinden korkuyorlar. Bu nedenle askeri kapasitelerini yok etmeliyiz çünkü Esad'ın onları asla kullanmayacağını biliyorduk. Türkiye ve müttefikleri ise bunları kullanabilirler. Ve bu yüzden bence bu çok önemli bir nokta.

Erdoğan, Şam düştükten sonra parlamentoda ayağa kalkıp şiir okumaya başladı, tüm bu dini söylemi kullanmaya başladı. Hükümetteki milliyetçi müttefiki ortaya çıkıp, "Kudüs yakında bizim olacak." diyor. Bunu gerçekleştireceklerini söylüyorlar. İstanbul'dan Şam'a Hicaz demiryolunun ilanı yapılıyor. Bence Erdoğan, sınırlı imkanlar içinde manevra yapma konusunda bir üstad. Kendisi bir NATO üyesi ama bunu kendi lehine kullanıyor. Amerikan halkının artık savaşma isteği kalmadığında ve bu nedenle hükümetinden askerleri eve getirmesini talep ettiğinde, Erdoğan ortaya çıkıp, "Ben bir NATO müttefikiyim, oraya Türk birlikleri yerleştireyim." diyor. Ve bence ABD birlikleri ile Türk birliklerini karşılaştırırsak, Suriyeliler hangisini tercih eder? Seçmek zorunda kalsalar, tabii ki Suriyeliler kendi birliklerini tercih ederler. Ama hangisini tercih ederlerdi? Bana Türk birliği ile ABD birliğinin eşdeğer olduğunu mu söylüyorsun? Ben BAE birliği ile Amerikan birliğinin aynı olduğunu kabul ediyorum, buna katılıyorum. Ama Türk birliği ile ABD birliğinin aynı olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu noktayı savunmakta çok zorlanırsınız.

İşte bu yüzden bence Şam'daki bu yeni hükümetle birlikte İsrail endişeli ve bu nedenle Kürt ayrılıkçılara yardım etmekten bahsediyor. ABD endişeli ve bu yüzden bence Barbara Leaf, Ahmed eş-Şara ile bir basın toplantısı yapmadı çünkü işlerin gidişatından memnun değil. ABD ise, "Ödülü kaldıracağız ama yaptırımları kaldırmayacağız." diyerek bekliyor. Ve bence Erdoğan, "Bakın, ben İsraillilere karşı bir şey yapmıyorum. Ben bir NATO müttefikiyim. Ben sizin dostunuzum. Bırakın Şam'ı yönetsinler." diyerek etrafta koşturan kişi. Ve bence İsrailliler, iki gün önce gördüğümüz gibi, Ahmed eş-Şara’nın bir gösteri yaptığını, ılımlı bir yüz sergilediğini ama kalbinde kendilerini yok etme arzusu barındırdığını söylüyorlar. Ve muhtemelen haklılar da. Bence İsrailliler bunu Amerikalılara anlatmaya çalışıyor ve Amerikalılar da bunun farkında. Ama bence Amerikalılar, "O hâlâ bir NATO müttefiki." diyorlar. Erdoğan çok fazla bir şey yapamaz, yarın Tel Aviv'e yürüyecek hali yok. Bizim Suriye'de kalma imkanımız yok. Erdoğan, İran'dan iyidir. Suriyeliler, Suriye'de bir İsrail varlığını asla kabul etmeyecekler. Sahip olduğumuz kötü seçeneklerin en iyisi, bırakalım Erdoğan yönetsin. Ve bence NATO müttefikliğinin avantaj sağladığı nokta da burası.

Bunu söyledikten sonra, evet, bence birçok insan Erdoğan'ın bu konudaki oyunlarının bedelini ödüyor. Bu yüzden ben her zaman şunu söylerim: Erdoğan iyi zamanlarda Müslüman, kötü zamanlarda ise Türk'tür. Kötü zamanlarda koyu bir Türk milliyetçisi, iyi zamanlarda ise çok Müslüman bir liderdir. Ama genel olarak, bence bu argüman, Erdoğan ile ABD arasındaki ilişkinin doğasına bakıldığında tutarlı değil. Vereceğim son örnek de şu: Eğer Erdoğan Müslüman olmasaydı, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler bu kadar gergin olur muydu? Eğer laik biri olsaydı, Amerikalılarla ilişkilerinde Erdoğan kadar başı ağrır mıydı? Sanmıyorum. Bu da meselenin doğrudan Erdoğan'ın kendisiyle ilgili olduğunu gösteriyor.

Bence birçok insan idealist ve Erdoğan'ın bir şekilde Fatih Sultan Mehmed'in zırhını giyip, davulları çalarak Kudüs'e gireceğine dair bir ütopyaya inanıyor. Ancak bence Suriye örneği şunu gösteriyor: Erdoğan bir konuda, Gazze konusunda büyük hayal kırıklığı yarattıysa da bu, bir şeyler yapabileceğini hissettiği diğer meselelerden vazgeçtiği anlamına gelmez. Yani Erdoğan, bir şey yapamayacağını hissettiğinde, Gazze'de olduğu gibi, hayal kırıklığı yaratıyor. Ama bence Suriye'nin gösterdiği şey şu: Erdoğan kendi zihninde Müslümanların inisiyatifine, bağımsızlığına ve özgürlüğüne inanıyor. Oysa BAE'nin, Beşar Esad'la ve İsraillilerle normalleşmesi, Müslüman yönetimi fikrine karşı İsraillilerle lobi faaliyetleri yürütmesi, Müslüman çoğunluğun Müslüman yönetim talebini bastırmak için laik rejimlere destek vermesi gibi icraatlarına bakıldığında, bence bunlar birbirinden çok farklı yaklaşımlar. BAE'nin durumu iyi ve yaptıklarına bakın. İşte bu yüzden bu ikisi arasındaki karşılaştırma, Erdoğan'ın diğer bazı liderlerle aynı kategoride olmadığını gösteriyor.

Trump Yönetiminin Dönüşü: Erdoğan İçin Bir Fırsat mı, Zorluk mu?

Muhammed Celal: Peki, Trump başkanlığının, yeni bir Trump yönetiminin, Erdoğan için daha iyi olacağını düşünüyor musunuz? Malum, ilk Trump döneminde Erdoğan çok daha fazla özerkliğe sahipti. Hatta Kuzeydoğu Suriye ve Kürtlerin Rojava devleti konusunda büyük bir kriz yaşanmıştı. Trump bir bakıma Erdoğan'ın tezini kabul etmiş ve asker sayısını radikal bir şekilde 500'e düşürmüştü, sanırım. Ve General Kelly istifa etmek zorunda kalmıştı. Yani Erdoğan bir bakıma ikinci Trump dönemini iple mi çekiyor?

Sami Hamdi: Al-Monitor'da çok güzel bir makale var sanırım, James Jeffrey ile yapılmış bir röportaj. Daha önce de bahsetmiştim ama tekrar bahsetmekte fayda var. Kendisi ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi'ydi ve ona Obama yönetimi ile Trump yönetimi arasındaki fark sorulmuştu. Obama döneminde Suriye politikasının genellikle CENTCOM'daki generallere devredildiğini söylemişti. Evet. Ancak Trump iktidara geldiğinde, bize neredeyse her gün "Suriye'de ne yapıyoruz, neden oradayız?" diye soruyordu. Erdoğan telefonda benimle konuşuyor ve Türk askerlerinin bu işi halledebileceğini söylüyor. Neden Erdoğan bizim müttefikimiz? Neden Erdoğan'ın hoşlanmadığı PKK'yı destekliyoruz? Neden bir NATO müttefikinin hoşlanmadığı birini destekliyoruz?" diyordu. Ayrıca, Trump'ın sürekli olarak ABD askerlerinin geri çekilmesi için bastırdığını ve orada olmamamız gerektiğini söylediğini iddia ediyordu. Afganistan ile yapılan müzakereleri hatırlarsınız. Trump kelimenin tam anlamıyla içeri girdi, ABD'nin Afganistan'ı sömürgeleştirme politikasını rafa kaldırdı ve "Halkım askerlerin eve dönmesini istiyor, askerlerimi eve götürüyorum." dedi. Onları Doha'ya götürdü ve Eşref Gani'ye, "Üzgünüm, artık size destek yok." dedi ve Taliban'ın Kabil'e girmesine göz yumdu.Erdoğan Trumo

James Jeffrey, Trump'ın; Biden, Obama ve diğerleri gibi düzenin bir parçası olmadığı izlenimini veriyordu. Trump, Obama ve Biden'ın yaptığı gibi çizgiyi takip etmek yerine, bilinmeyen ve kestirilemeyen bir kişiliğe sahip. Ve bence BAE'nin, Trump'ın ilk döneminde diğer ülkelerden daha hızlı fark ettiği şey şuydu: Trump döneminde ABD politikasını etkilemek istiyorsanız, geleneksel kanalları kullanmıyorsunuz; ya Jared Kushner üzerinden ya da doğrudan Trump'a gidiyorsunuz. Bence Erdoğan bunu geç fark etti. Bu yüzden Trump döneminin sonlarına doğru Trump, Erdoğan'ın lehine olacak şekilde askerleri geri çekmeye başladı ve Erdoğan'ın harekete geçmesine izin verdi. John Kelly ise öfkeyle, "ABD politikasını bu konuda neden mahvediyoruz?" diyerek istifa etti. Bence Trump'ın dönüşüyle birlikte, Şam'ın düşüşü, Trump'ın iktidara gelme ihtimali olmasaydı imkansız olurdu.

Muhammed Celal: Doğru.

Sami Hamdi: Bence Trump'ın olaya karışmama yaklaşımı ve daha az ideolojik tutumu, Erdoğan'ın işine yarayacak. Trump'ın "Neden müdahil oluyoruz?" anlayışını düşünüyorum. Hani bir videoda, "Neden onların ülkelerine gidip onlara peçe takmamalarını söylüyoruz? Onlar peçe takmak istiyorlar, bırakalım taksınlar." demişti. "Kim oluyoruz da onlara gidip 'Peçe takmayın.' diyoruz?" diye sormuştu. Trump'ın, "Eğer bir konuda çıkarım yoksa, neden o işe karışayım ki?" şeklindeki politikası, bence Erdoğan'ın işine yarayacak.

Geçenlerde Trump'ın kabinesinden birini, Savunma Bakanı adayını gördüm, adını unuttum. Her neyse, çıktı ve "Çok fazla savaşa dahil oluyoruz. Askerlerimizin tüm bu farklı meselelere karışmasına gerek yok. Amerikan askerlerinin orada koşturmasına ihtiyacımız yok." dedi. Bu, Trump'ın politikasını yansıtıyor. Ve bence Erdoğan'ın kazançlı çıkacağı nokta şurası: Trump, askerleri geri çekmeye karar verdiğinde -eğer geri çekerse- CENTCOM'u ve diğerlerini yatıştırmak için bu askerlerin yerine birilerini koyması gerekecek. Bu durumda, herkesin eleştirdiği NATO müttefiki Erdoğan'a güvenmek zorunda kalacak. Bu da Erdoğan'ın, Marksist, solcu, ayrılıkçı bir devleti önleme konusunda istediğini yapabileceği anlamına geliyor. ABD'nin Marksist bir hareketi desteklemesi ne ironik!

Her halükarda, Erdoğan istediğini yapacak ve ABD ile İsrail'in kurmak istediği o kuzeydoğudaki özerk, petrol zengini, Marksist, solcu Kürt devletini engelleyecek. Trump, "Benim ilgimi çekmiyor, Erdoğan sen git hallet." diyebilir ve Erdoğan oradaki barış gücü olur. Bence Erdoğan, Trump'tan, Biden'dan daha fazla kazançlı çıkacak. Ve bence şimdiden Katarlılar ve Türkler -BAE daha önce bir adım öndeyken- Trump'la görüşüyorlar, onunla iletişim halindeler ve ona, "İşte burası sizin çıkarınıza, ABD'nin çıkarına olan yer." diyorlar. "Biden ideolojik yaklaşımıyla tüm bölgeyi yaktı. Demokratlar tüm bölgeyi yaktı. John Kirby, Jake Sullivan, Brett McGurk tüm bölgeyi ateşe verdi." diyorlar.

Eğer raporlar doğruysa, Biden ile Trump arasındaki fark şu: Times of Israel'in haberine göre, Trump, Netanyahu'ya Gazze'de ne yapıyorsa bitirmesi için 20 Ocak'a kadar süre vermiş. 20 Ocak, Trump'ın Beyaz Saray'a gireceği tarih. Yani Trump, "Bu işler benim yönetimim altında olamaz. Dünyanın, 'Trump, Biden'ın bozduğunu düzeltti.' demesini istiyorum." diyordu. Times of Israel bunu ilk yazdığında inanmamıştım ama Katar Başbakanı Muhammed bin Abdurrahman El Sani'nin Reuters'e verdiği bir röportajda, Trump'ın Netanyahu'yu arayıp ona 20 Ocak'a kadar süresi olduğunu söylediğini doğruladığını gördüm. Sanırım Times of Israel, Trump'ın İsrailli yetkililere özel olarak Batı Şeria'nın ilhakının masadan kalktığını bildirdiğini de yazmıştı. Daha önce bunu yapacağını söylüyorlardı. Trump'ın bunları gerçekten yapacağını söylemiyorum ama Biden'ın bunları kesinlikle yapacağını söylüyorum. Trump ise belki yapar. Ve bence bu "belki" bile, Erdoğan'ın istediğini elde etmesi için yeterli, özellikle de şu noktayı göz önünde bulundurursak -ki bununla bitireceğim-: Trump Orta Doğu ile ilgilenmiyor. Trump'ın asıl odak noktası her zaman Çin olmuştur. Bu yüzden gümrük vergilerinden bahsediyor, Çin ile rekabetten bahsediyor. Trump'ın Orta Doğu'yla ilgilendiği yok.

Biden, Orta Doğu ile ilgilenmediğini iddia etmişti ama sonra Siyonizme, o boğucu Siyonizme kendini kaptırdı ve bu da çok fazla zamanını aldı. Sonunda da Siyonizmi desteklediği için seçimi kaybetti. Bence Trump, "Ne olmuş yani? Erdoğan bir NATO müttefiki. Onun birliklerine güveniriz, bırakalım Suriye'ye girsin. Bu işler de neyin nesi? İsrail neden Filistin'i bombalamaya devam etsin ki? Bırakalım Suudi Arabistan İsrail'le normalleşsin ve herkes barışı korusun." diye düşünecek. Normalleşmenin iyi bir şey olduğunu söylemiyorum, sadece Trump'ın bakış açısından bunun bir öncelik olmadığını söylüyorum. Ve bence Erdoğan, Trump döneminde, Biden dönemine kıyasla istediklerini elde etmek için daha fazla güce sahip olacak.

Bunu söyledikten sonra, Erdoğan'a yaptırım uygulayanın Trump olduğunu da hatırlatmak isterim. Erdoğan, papaz Brunson'ı -sanırım adı buydu- serbest bırakmayı reddettiğinde, ona ekonomik olarak ağır baskı uygulayan Trump'tı. Erdoğan, Trump'ı kızdıran bir dizi konuda tek taraflı adımlar atmakla tehdit ettiğinde de aynı şeyi yaptı. Yani Trump, Erdoğan'a fayda sağlayabileceği gibi, ona zarar da verebilir. Ve Şam'ın düşüşünden sonra, Abu Dabi'dekilerin Şam'da olanlardan pek memnun olduğunu sanmıyorum. Riyad'ın da pek memnun olduğunu düşünmüyorum. Riyad çok hızlı bir şekilde bir dizi mahkumu serbest bıraktı. Mısır ise şu anda halkla ilişkiler konusunda tam gaz çalışıyor. Sisi çıkıp, "Ben Esad gibi değilim. Elimde kan yok ve kimsenin parasını çalmadım." dedi. Rejime yakınlığıyla bilinen medya organlarından İbrahim İsa ise, "Mısır'da partilerin daha fazla temsil edilmesine ihtiyacımız var ve bazı siyasi mahkumları serbest bırakmaya başlamalıyız." dedi. İbrahim İsa, yukarıdan yeşil ışık yakılmadıkça böyle bir şey söylemez. Sisi, tüm üst düzey askeri yetkilileri bir araya getirerek, Şam'da yaşananların Mısır'da da olabileceğinden derin endişe duyduğunu gösterdi. Bu liderlerin Şam'da yaşananlardan pek memnun olduğunu sanmıyorum.

İşte Erdoğan'ın bir diğer zorluğu da burada yatıyor. Donald Trump'ın bir kulağına o konuşurken, diğer kulağına üç-dört başka Müslüman lider fısıldayacak ve ona, "Erdoğan sana İsrail'i incitmek istemediğini söylüyor ama aslında istiyor. Erdoğan sana bu insanların İslami olmasını istemediğini söylüyor ama aslında yaptığı şey bu. Türkiye'de yaptıklarına bir bak." diyecekler. Bence Erdoğan'ın en büyük zorluğu Trump'tan değil, bu yerel bölge liderlerinden gelecek.

Yeni Suriye Hükümetinin Tanınması: Batı'nın Hızlı Tepkisi Ne Anlama Geliyor?

Muhammed Celal: Yeni hükümetle ilgili teorilere geri döndüğüm için özür dilerim. Ancak Gazze'nin ve Afganistan gibi bazı diğer özgürlük mücadelelerinin aksine, Suriye hakkında çok fazla komplo teorisi var gibi görünüyor. Bazı insanların öne sürdüğü argümanlardan biri de şu: "Batı, bu yeni hükümeti tanımakta neden bu kadar hızlı davrandı? Nasıl olur da bu kadar çabuk hareket edebildiler?" Büyükelçilerini gönderdiler, Alman Büyükelçiliği'ni, Fransız Büyükelçiliği'ni, İngiliz Büyükelçiliği'ni açtılar. Amerikalılar geçen hafta ziyaret etti, İngilizler geldi. Hükümeti tanımaya hazır Batılılardan oluşan bir kuyruk var. Oysa Taliban, Batı tarafından zar zor tanındı ve Batı, bazı temel diplomatik adımlar atılmadan ve yaptırımlar hafifletilebilmeden önce hala onlara bir sürü ağır şart koşuyor. Yani Batı'nın bu yeni Suriye hükümetine, Afgan hükümetine davrandığından farklı davrandığı görülüyor. Bunu biraz açıklayabilir misiniz lütfen?

Sami Hamdi: Bence önce, Batılı hükümetlerin Şam'daki yeni hükümeti tanıma hızının, aslında onu desteklediklerini gösterdiği iddiasını ele alalım. Evet, Bin Ali Tunus'ta Arap Baharı'nda devrildiğinde, kimse onun düşeceğini beklemiyordu. Babam, Buazizi'nin kendini yaktığı Sidi Bu Zeyd'den. Kimse protestoların pazartesi gününden itibaren, yani Buazizi'nin kendini yakıp devrimi başlattığı 17 Aralık'tan 14 Ocak'a kadar büyüyeceğini beklemiyordu. Bin Ali düşene kadar, Tunus'taki protestocular da dahil olmak üzere, kimse onun düşeceğini düşünmüyordu. Amerika, Bin Ali'yi kurtaramadı. Amerika, onun düşmesini beklemiyordu, Mübarek'in düşmesini de beklemiyorlardı. Ama yine de yeni hükümetle ilk görüşenler Amerikalılar oldu. Çünkü Amerika yerinde sayan bir ülke değil. Amerika hemen devreye girdi ve "Tamam, bir şeyler oldu ama biz resmin dışında kalmak istemiyoruz. Hemen işe koyulalım ve burada neler olup bittiğine bakalım. Kim bu insanlar?" dedi. Hillary Clinton, Mursi ile görüştü ve sonunda onu deviren darbeyi de destekledi. Yani siz bana, Hillary Clinton'ın Mursi'yi bir yıllığına iktidara getirip sonra orduyu tekrar geri getirdiğini mi söylüyorsunuz? İşte Amerikalılara atfedilen "sınırsız güç" kavramıyla bunu kastetmiştim.

Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta ise, bence Şam'ı bu kadar hızlı tanımalarının sebebi, Suriye'nin bölgedeki her türlü ajandaya karşı oluşturduğu tehdit. Şam hızlı ve ani bir şekilde düştü. Amerikalıların bunu desteklediği iddiası ise bence doğru değil çünkü bölgedeki herkes Beşar Esad ile normalleşmeye hazırlanıyordu. ABD Kongresi, Esad'a yönelik yaptırımların kaldırılmasını görüşüyordu. BAE, Esad'a yönelik yaptırımların kaldırılması için lobi faaliyeti yürütüyordu. Erdoğan, Esad'ı Ankara'ya davet edip onunla barışmaya çalışıyordu. Bin Selman, Esad'ı biri İslam İşbirliği Teşkilatı, diğeri Arap Birliği toplantısı olmak üzere iki, hatta üç kez ağırlamıştı. Suriye hakkında kullanılan tüm dil ve söylem, "Beşar Esad kalıcı." şeklindeydi. ABD'nin onu devirdiği iddiası, herkesin onun kalıcı olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Bölgedeki herkes onunla uzlaşıyordu, herkes onu rehabilite ediyordu ve hiç kimse Amerika'nın onu devireceğine dair bir düşünceye sahip değildi.

1200X675 Cmsv2 Aa2436D2 0178 57E

Üçüncü nokta ise şu: İsrail, Beşar Esad'dan ne gibi bir tehdit görmüş olabilir ki onu devirmek istesin? Silahlar, İranlıların kurduğu Şii hilali aracılığıyla Hizbullah'a gidiyordu, tamam. Ama Şam'ı ele geçirdiklerinde ortaya çıkan belgeler, Esad'ın İsraillilere İran'ın mevzilerini verdiğini ve böylece İsraillilerin o mevzileri vurabileceğini gösterdi. Çünkü Esad, İranlıların, kendisini kendi halkından kurtardıkları için ondan giderek daha fazla para talep etmelerinden dolayı onlara karşı giderek daha fazla öfke duyuyordu. İsrailliler, bu yeni hükümet iş başına geldiğinde son iki haftada yaptıkları gibi, askeri tesisleri daha önce hiç bu şekilde yok etmemişlerdi çünkü Beşar Esad'ın Suriye'sinden korkmuyorlardı. Beşar Esad'ın Suriye'sinden korkmamalarının nedeni ise, Esad yönetimindeki Suriye'nin felçli bir halde olduğuna inanmalarıydı. Esad yönetiminde, rejime karşı bir halk vardı ve halk ile rejim arasındaki bu mücadele, Suriye'nin gerçekten hiçbir şey yapamayacağı anlamına geliyordu. Yani İsrail'in ideal senaryosu şuydu: "Türkler kuzeybatı Suriye'de kalsın, Kürtlerin kuzeydoğu Suriye'de özerk bir bölgesi olsun, güneyde Alevi Şiilere veya İranlıların güneyden Sünnileri çıkarıp Şiileri onların evlerine yerleştirmeleriyle oluşan yeni demografik yapıya ait ayrı bir özerk bölge olsun ve Şam'ı, Suriye'nin geri kalanını kontrol edemeyen, felçli, güçsüz bir hükümet olarak bırakalım. Burada Esad ya İranlıların ya da Rusların kuklasıdır ya da belki de onu kendileri için bir kukla olarak tutabilecek Emirliklere ve BAE'ye katılmaya ikna edilebilir." İsrail'in ideal durumu, Esad'ın iktidarda kalmasıydı. ABD'nin ideal durumu ise, Esad'ın iktidarda kalmasını gerektiren, İsrail'in korunmasıydı.

Dolayısıyla, Esad'ın düşüş hızı, bence Batılıların Şam'ı ele geçirmede hareketi veya isyancıları desteklediğini göstermiyor. Bence bu durum, Suriye'de herkesin, Esad'ın kazandığını kesin gözüyle gördüğü için artık kimsenin Suriye'ye dikkat etmediği, büyük bir rehavetin olduğunu gösteriyor. Rusya Ukrayna'ya odaklanmıştı, ABD Gazze'deki soykırıma ve Çin'e odaklanmıştı. Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu için yaptığı aşırı harcamalar sonucu azalan hazine fonlarına odaklanmıştı. BAE ise Beşar Esad ile uzlaşmaya, Sudan'da soykırım yapmaya ve Libya'nın yeniden birleşmesini engellemek için Hafter'e destek vermeye odaklanmıştı. Kimse Suriye'ye bakmıyordu çünkü Suriye'nin işinin bittiğini düşünüyorlardı. "Esad ve Şam meselesi tamam, artık sadece Türkiye, Rusya, Esad ve İran'ın aralarında anlaşmasını bekliyoruz." diyorlardı.

Dikkat edilmesi gereken beşinci nokta ise şu: İnsanlar, Batılıların bu kadar hızlı hareket etmesinin ve Avrupa ülkelerinin Şam'da sıraya girmesinin, onları bir şekilde desteklediklerini gösterdiğini söylüyorlar. Ama aynı şeyi Taliban için yapmadılar. Taliban ilk başta basın toplantısı yaptığında -hatırlarsınız- Zabihullah basın toplantısı yaparken, Batı medyasının birçoğu ne demeye başlamıştı? "Bu yeni bir dil, yeni bir söylem, daha ılımlı. Bu, Kabil'e girip devlet başkanını pazar meydanında asan ve ardından bir dizi lideri idam eden 1996'daki Taliban'a benzemiyor. Bu farklı. İçeri girdiler, kan dökmediler, 'Havaya ateş etmeyin.' dediler." Tıpkı Ahmed eş-Şara Şah'ın bu insanlara havaya ateş etmemelerini söylediği gibi. Bazıları, çok iyi İngilizce konuşan Avustralyalı bir Afgan'ı getirdiler ve insanlar, "Bir dakika, bu yeni bir Taliban olabilir." demeye başladılar.

Peki sonra Taliban ne yaptı? Kızlara eğitim yok dedi. Bu bir hediye gibiydi. Siz Noel'den bahsediyordunuz ve alkol konusunu bir anayasa komitesine bırakacaklarını söylüyordunuz. Taliban ise, "Kızlar hiç eğitim almamalı." dedi. Eğitim sisteminin nasıl olacağına bakana kadar eğitim almamaları gerektiğini söylemediler. Eğitim sistemini reforme etme kısmı ise Taliban'ın tutumunu savunmak isteyenlerden geldi. Yani Taliban, "Hayır, kızlara eğitim yok." dedi. İmran Han çıkıp, "Bu adamlar bizi rezil edecek, kamuoyu önünde küçük düşürecekler." diyor ve bir grup alim toplayıp, onlarla konuşmaları için Taliban'a göndermek istiyor. İmran Han'ın tepesi atıyor ve bu bambaşka bir mesele haline geliyor. Sonrasında da İmran Han'ı hapse atıyorlar.

Ancak Taliban, Zabihullah'ın başlattığı yolda devam etmek yerine, tüm propagandalarını kızların eğitimi üzerine kurdu. Sonra herkes, "Durun bakalım, bu konuyla ilgileneceklerdir." dedi. Bazı Taliban yetkilileri çıkıp, "Bunu görüşeceğiz." dediler. Bazıları, Taliban'ın yapmak istediğinin eğitim müfredatını değiştirmek olduğunu çünkü Batı tarzı eğitimin ahlaksızlık ve yozlaşma ürettiğini, utanç verici şeyler ortaya çıkardığını savundu. Birçok Müslüman, "Tamam, buna katılabilirim." dedi. Çünkü en azından kadın doğum eğitimi hala devam ediyordu. Bir kadın doktora görünmek istediğinde, ne tür bir doktor görmek ister? Erkek mi kadın mı? Tabii ki bir kadın doktor görmek ister. Sonra Taliban çıkıp, "Kadın doğum eğitimini bile durduracağız." dedi.

Eğer siz bir Alman Dışişleri Bakanı olsaydınız ve Taliban'la görüşmek için Kabil'e gidiyor olsaydınız, Alman basınının size soracağı ilk şey ne olurdu? Size orada ne konuştuklarını mı sorarlardı? "Kızların eğitimi konusunu gündeme getirdiniz mi?" diye sorarlardı. Taliban, uluslararası tanınma konusunda kendi ayağına sıktı. Ve kendilerini nasıl bir çıkmaza soktuklarının kanıtı, bugün en büyük müttefiklerinin, İsrail ile normalleşen BAE olması. Yani, zamanında savaşan Taliban'ın bugünkü en büyük müttefikleri, kendileri de İsrail'i destekleyen Arap Siyonistleri. Üstelik, aslında hiç de gerek yokken, kendi başlarına açtıkları bir bela yüzünden bunu yapıyorlar. Çünkü İslami açıdan bile, hiçbir Müslüman bir kadının eğitim almaması gerektiğini savunamaz. Çünkü evde çocukları asıl eğiten kişi kadındır. Çocuklarınıza evde olup bitenler hakkında cahil birinin eğitim vermesini istemezsiniz.

Bence Ahmed eş-Şara, yaptığı açıklamalarla, bu insanların kendisini tanıması, onunla görüşmesi ve büyükelçilik kurması için bir kapı araladı. Bunu söyledikten sonra, sorunuz Suriye hükümetinin tanındığı izlenimini veriyor ama aslında tanınmadı. ABD, Ahmed eş-Şara’nın başındaki ödülü kaldırdı ama yaptırımları kaldırmayı reddettiler. "Açıklamaların ötesinde somut bir ilerleme görene kadar yaptırımları kaldırmayacağız." dediler. Belki de Taliban'ın argümanı şuydu: "Bu adamların bizi zaten hiçbir zaman tanımayacaklarını biliyorduk. Bunun için çok daha farklı bir şey gerekiyordu." vs.

Bence Suriye hükümetinin, tanınma sürecinin hızlı ilerlemesi nedeniyle Batılılar tarafından desteklendiği iddiası, doğru olmayan ve gerçeği yansıtmayan, genelleyici bir ifade. Şu ana kadar Ahmed eş-Şara'i, onun hükümetini ve Muhammed'in hükümetini tanıyan tek ülkeler Türkiye ve Katar. BAE henüz emin değil, Abdullah bin Zaid sadece bir telefon görüşmesi yaptı. Suudi Arabistan da henüz emin değil. Mısır, Dışişleri Bakanı'nı bile göndermedi. Ürdün de emin değil. Bölge ülkeleri henüz net bir tavır almış değil. Ve bence Avrupalılar devreye girdiklerinde, "Bu işte bizim de bir rolümüz olsun istiyoruz." dediler. Türkler ise, "Önce bizimle görüşmek ve bu rolde nasıl yer alacağınızı konuşmak için Ankara'ya gelin." diyor. Ama bence bu, abartılı bir karşılaştırma.

Suriye’nin Geleceği: Toplumsal Sözleşme ve Yeni Devlet Kimliği

Muhammed Celal: Size son iki sorum var. Müslümanlar, diyelim ki önümüzdeki yıl, Suriye'de olanlar konusunda ne kadar affedici olmalı? Demek istediğim, siz de resmediyorsunuz ve bu doğru, çok zor ve çetin bir durumdalar. Her türlü düşman ve rakiple savaşıyorlar. İdeolojik rakipleri var, iç sorunları var. Ülkelerinin yarısı savaş yüzünden harap olmuş durumda. Ülkelerini yeniden inşa etmek zorundalar. İsrail kapılarında ve eski askeri tesislerin bazı kısımlarını bombalıyor. Ülkede hala iki Rus üssü var. Tüm bu sorunlar dizisi mevcut. Ve sonra, sizin de ima ettiğiniz gibi, onlara karşı komplo kuruyor olması gereken BAE ve Suudi Arabistan var. Cevlani, Beşir veya hükümetin önümüzdeki yıl atacağı, diyelim ki stratejik adımlar konusunda ne kadar affedici olmalıyız ve siz ne kadar affedicısınız?

Sami Hamdi: Bunun bizim affedici olup olmamamızla ya da benim affedici olup olmamamla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bir durumun gerçekliği ve bir dizi seçenek var. Ve mesele, Suriyelilerin bu seçeneklerden en iyi şekilde nasıl yararlanabileceği. Bence herkes yedek kulübesindeyken bir dahi kesilir. Yedek kulübesinde oturup maçı izlerken, "Şuraya pas vermeliydi, şuraya gitmeliydiler, şuraya şut çekmeliydiler." demek kolaydır. Ama sahaya çıkıp gerçekten oynamaya başlayınca, o seçenekleri görmenin çok daha zor olduğunu fark edersiniz. Bence ilk nokta bu.

Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta ise, hangi açıdan affedici olmak? Suriye'yi özgürleştirmek için 13 yıl boyunca savaşan siz değilsiniz. Beşar Esad protestocuları vurup Suriyelileri katlettiğinde protestolara katılan siz değilsiniz. Kendinizi tehlikeye atan siz değilsiniz. O işkence dolu Sincaya hapishanelerine atılıp 30 yıl boyunca ailesini görmeden kaybolan siz değilsiniz. O hapishanelerden çıkıp evine gitmek, yüzünüzü tanımakta zorlanan kız kardeşinize gidip, "Evet, benim. Evet, benim." diye açıklamak zorunda kalan siz değilsiniz. Eve gidip kapısını çalan, 30 yıl sonra annesinin hala aynı adreste yaşayıp yaşamadığını merak eden, çünkü insanların kim olduğunuzu bile tanımadığı ve kapıyı çalıp, "Beni tanıyor musun? Beni tanıyor musun?" diye soran siz değilsiniz. Şehri Ruslar ve Suriye savaş uçakları tarafından bombalanıp yerle bir edilen siz değilsiniz. İran destekli Şii milislerin, "Hüseyin'in intikamını alıyoruz." yazılı bayraklarla evinizi basıp, sizi evinizden atıp, başkalarını getirip sizin evinizde yaşamaya zorlayan da siz değilsiniz. Şimdi Ahmed eş-Şara’nın yaptığı gibi, gidip kapınızı çaldığınızda, evinizde yaşayan başka bir aile buluyorsunuz ve onlardan kibarca evi terk etmelerini rica etmek zorunda kalıyorsunuz. Neyi affediyoruz? Klavye başında ahkam kesen ve bize nasıl yapmamız gerektiğini söyleyenlerin bu haddi kendilerinde bulmaları nasıl bir cüret? Bu zorlukların tam olarak farkında değiliz veya orada oturup gerçekleşen bu konuşmaları dinlemiyoruz. Analiz yapamayacağımızı söylemiyorum. Sorunun öncülünün -ve bunu diğer birçok insanın da dile getirmeye çalıştığı şekilde dile getirdiğinizi anlıyorum- sorunun öncülünün bir kibirden kaynaklandığını söylüyorum. Cihadı ben yapmadım ama nasıl yapılması gerektiğini ben söyleyeceğim. Doğru olan için savaşı ben vermedim. Evde oturdum ve Suriye'yi unuttum. Bir podcast'te, sanırım bir profesör, adını hatırlayamadım, "Bunu aşmanız gerekiyor. Esad kalıcı." demişti. Bunu aşmanız gerektiğini söylemişti, Esad'ın kalıcı olduğunu vurgulamıştı. Bugün Şam hakkında konuşan birçok Müslüman, birisi "Suriye devrimi" dediğinde alaycı bir şekilde gözlerine bakıp, "Hangi devrim? Bu saçmalık hakkında nasıl hala konuşabiliyorsun?" diyenler arasındaydı. Ve bugün Şam'ın ne yapması veya yapmaması gerektiği konusunda en çok bağıranlar onlar.

Bence gerçek şu ki, mesele affedici olup olmamanız değil. Mesele, Suriyelilerin davalarını ilerletmelerine yardımcı olmak için ne yapabileceğiniz? Uzlaşmayı sağlamak için ne yapabilirsiniz? Suriyelilere yardım etmek ve onları desteklemek için ne yapabilirsiniz? Suriyelilerin neye ihtiyacı var ve siz onlara ne sunabilirsiniz? Tekrar ayaklarının üzerinde durmalarına yardımcı olmak için ne yapabilirsiniz? Mezhep gerilimlerini iyileştirmek için ne yapabilirsiniz? Etnik gerilimleri iyileştirmek için ne yapabilirsiniz? Ne tür anlatılar yayabilirsiniz? Ne tür hikayeler anlatabilirsiniz? Örneğin, "Evet, İranlı milisler Şiilik adına öldürdü ama biz Sünnilik adına öldürmeyeceğiz. Tek söylemek istediğimiz, bir araya gelip ilerlemek. Öldürmeyi bırakın, o defter kapandı, bitti. Artık ilerleyelim ve bunu aşalım." diyebilmek önemli. Ve bu, İranlılar şu anda hala Suriye'yi açıkça tehdit ediyor ve bu konuda çok öfkeli olsalar bile, mevcut hükümetin ana politikalarından biri olmuştur. Ama burada asıl söylemek istediğim nokta şu: Kendini beğenmişlikten sakının -sizin için söylemiyorum, genel olarak insanlara söylüyorum- Suriye için gerçek bir endişeden kaynaklandığına inandığınız ama aslında, tepede elinizde çayınızla, hayatta kalmak, var olmak ve Allah'ın sizi lütfettiği ama bu insanların uğruna savaşmak zorunda kaldığı bir özgürlük için çabalayan insanları izlerken oturduğunuz yerden ahkam kesme kibrinden kaynaklanan kendini beğenmişlikten sakının.

People Gather In Idlib City To C

İkinci önemli nokta ise bence Suriye'nin geleceğiyle ilgili endişenin, yeni Suriye devletinin kimliğinin ne olacağı sorusunda yatması. Suriye'nin %85'inden fazlası Sünni Müslüman. BAE, çoğunluk yönetiminin olmaması gerektiğini savunuyor. Birleşik Krallık'ta nispi temsil sistemi yok. "İlk gelen alır" (first-past-the-post) sistemi var. Bölgede kim kazanırsa parlamentoya o gidiyor ve bunun bir nedeni var. Nispi temsil olursa, hükümetin felç olacağına ve hiçbir şeyin yapılamayacağına inanıyorlar. Bir partinin bir şeyler yapabilmesi için yeterli zamana sahip olması amacıyla, dört yıl boyunca çoğunluk yönetimi ve ardından dört yıl sonra bu çoğunluğun değiştirilmesini tercih ediyorlar. Yani, Birleşik Krallık'ta kimse azınlığın mutlaka temsil edilmesi gerekip gerekmediği hakkında konuşmuyor. Bunu sadece parti içinde görüş çeşitliliği olması gerektiği ölçüde konuşuyorlar. Ancak parti, dört yıl boyunca tek başına çoğunlukla yönetmeli ve ondan sonra halk, başka bir parti isteyip istemediğine karar vermeli. Ve bu gayet normal. Buradaki soru şu: Batılı devletler bunu neden Suriye için kabul etmek istemiyorlar? Demokrasiye ve parlamentoya izin vermeyen, sadece Muhammed bin Zaid'in tek adam yönetimi ve Al Nahyan ailesinin yönetimi olan BAE neden bunu savunuyor? Muhammed bin Zaid neden Dubai'yi, Abu Dabi'yi ve BAE'yi inşa ediyor ve bunların ne kadar harika yerler olduğuyla, kendisinin ne kadar harika bir iş çıkardığıyla övünüyor? BAE'nin neden demokrasiye ve azınlıkların aşırı temsiline ihtiyacı olmadığını söylüyor? Neden Bengallilerin vatandaşlığa sahip olmaması gerektiğine ve BAE toplumunun bel kemiği olan Pakistanlıların da vatandaş olmaması gerektiğine inanıyor? Pakistanlıların parlamentoda veya başka bir yerde herhangi bir temsile sahip olmaması gerektiğine inanıyor. Neden Suriye'ye gidip azınlıkların aşırı temsilini talep ediyor? Bir Pakistanlının tüm hayatı boyunca Suudi Arabistan'da yaşayıp asla vatandaşlık alamadığı, bir Somalilinin orada yaşayıp, ikamet iznini (iqama) yenilemek için bazen para ödemek zorunda kaldığı, orada doğup tüm hayatını orada geçirmiş ama asla vatandaşlık alamamış çocukları olabileceği Suudiler, neden Suriye'de çoğunluk yönetimi olmamasını savunuyor? Suudiler, "Burası bizim ülkemiz." diyecekler. Onları eleştirmiyorum, sadece yönetim biçimi olarak buna inandıklarını söylüyorum. Peki, nasıl oluyor da Suriye'ye gidip çoğunluk yönetiminin olmamasını talep edebiliyorlar? Suudiler kendi ülkelerinde çoğunluk yönetimine sahipler, Emirlikler %90'ı aşan gurbetçi nüfusa rağmen azınlık yönetimine sahip ama kendi ülkelerinde uyguladıkları sistem bu. Nasıl olur da Suriye'ye gidip, Suriye'de çoğunluk yönetiminin olmamasını talep edebiliyorlar?

Buradaki korku şu: Suriyeliler belli bir yönetim şekli istiyorlar ve bunun için bir çoğunluğa sahipler. Dünya onlara, "Siz çoğunluk olarak zincire vurulmalısınız, biz ise bu grupları yükselteceğiz." diyecek. Ve bence hükümetin karşılaşacağı zorluk da bu. Ve bu bir tavsiye değil, daha önce yaşananlardan bir gözlem. Tunus'ta Gannuşi iktidara geldiğinde, Nahda Partisi seçimlerde birinci olmuştu ve bir İslamcı çoğunluk hükümeti kurabilirlerdi, Müslüman çoğunluğu oluşturabilirlerdi. Çok az bir farkla çoğunluğu kaçırmışlardı, sanırım 15 sandalye kadar eksikleri vardı. Üçüncü sırada ise 28 sandalyeye sahip olan CPR (Cumhuriyet için Kongre) gelmişti. Birlikte bir çoğunluk oluşturabilirlerdi. Bu çoğunluk, Nahda'ya İslamcı bir parti olduğu için değil, "Yeni Tunus devleti, Bin Ali'nin başörtüsünü yasakladığı bir devlet olmamalı. Burgiba'nın, ekonominin üretkenlik düşüşünü kaldıramayacağını söyleyerek 1970'lerde Ramazan ayında portakal suyu içtiği ve 'Ramazan'da oruç tutmayabilirsiniz çünkü Tunus'ta bir şeyler inşa etmemiz gerekiyor.' dediği bir devlet olmamalı." dedikleri için Nahda'ya oy veren Tunusluların çoğunluk iradesinin doğru bir yansıması olurdu. Tunuslular, "Çoğunluğu Müslüman olan halka karşı bir savaş istemiyoruz. Çoğunluğu Müslüman olan nüfusu yansıtan bir devlet istiyoruz." dediler.

Gannuşi'nin -ya da Nahda'nın- politikası şuydu: "Eğer Tunus'taki çoğunluğa güvenirsek, ABD ve Batı gelip 'Devlette İslam ya da Şeriat istemiyoruz.' dediklerinde, bizi onlara karşı korumaları için bu çoğunluğa güvenemeyiz." Bu yüzden Gannuşi, Amerikalılara ve Avrupalılara bir jest olarak, "Hükümette İslami eğilimli bir çoğunluk oluşturmayacağım. Devlette Şeriat fikrinden nefret eden Merzuki'yi ve bundan daha da çok nefret eden Mustafa bin Cafer'i getireceğim." dedi. Her iki parti de seçimlerde pek başarılı olamamıştı ama Gannuşi onları hükümete alıp bir koalisyon kurdu. Sonra da gidip ABD'ye, "Filistin bizim davamız değil, bizim için merkezi bir öneme sahip değil." dedi. Ardından Batılı düşünce kuruluşlarına, "Şeriat bir toplum için önemli değil." dedi.

Allah onu hapisten kurtarsın inşallah, Selman el-Avde'nin kanalında Gannuşi ile bir röportaj yapıldı. Sunucu çekinerek, "Şeriatın toplum için önemli olmadığını söylediniz." dedi. Gannuşi ise, "Hayır, Şeriat toplum için çok önemli." diye cevap verdi. Gannuşi her iki tarafı da idare etmesi gerektiğini düşünüyordu. Tıpkı Suriye'nin de her iki tarafı idare etmeye çalışabileceğine dair endişenin olması gibi. Gannuşi, "Zorluklar nedeniyle her iki tarafı da idare etmeliyim." diye düşünüyordu. Peki, bu zorluklar nelerdi? "Amerika beni derin devlet aracılığıyla ya da bu laik partilerden biri aracılığıyla devirebilir. Bu yüzden barışı korumam ve onlara gerçek bir gerekçe vermemem gerekiyor." diye düşünüyordu. Halkın güvenini kazanmalarına izin vermeyin. Ben generallerin solcu sivil partilerle, seçimlerde asla çoğunluğu kazanamayacak azınlık partileriyle anlaşmasını istiyorum. Anlaşma şartlarının onlara Parlamentoda %69 çoğunluk vermesini istiyorum. Sanırım, biz yaptık, bununla ilgili bir "Düşünen Müslüman" podcast'i yaptık. Parlamentonun atanan üyelerine, seçilmiş değil, atanmış, %69'unu verdiler. Anayasayı seçimlere gitmek zorunda kalmadan değiştirebilmeleri için %69. Ve bu iki yıl içinde, Şeriatı kaldırmak, İslam'ı ortadan kaldırmak ve İsraillilerle ilişkileri normalleştirmek için Sudan halkını devre dışı bıraktılar. Amerikalıların peşinde olduğu şey bu. Sudan'a baskı yaptıkları şey bu. Sudan'ın yolsuzluk hikayeleri vardı. Kötü yönetim sorunları var. Sorunları var. Beşir'in yaptığı yanlış şeyler açısından kendine ait bir hikayesi var. Ama Amerika'nın Beşir'e karşı olmamasının nedeni bu değildi, çünkü o Sudanlıları önemsiyordu. Avrupa, Beşir'e karşı değildi çünkü Sudanlılar için endişeleniyordu. Sudan halkını zerre kadar umursamadılar. İstemiyorlar. Müslüman devletler ve uluslar konusunda bir travma var. Osmanlı İmparatorluğu'nun hatırası hala taze. Selahaddin Eyyubi'nin hatırası hala taze. 1400 yıl süren ve yok edilemeyen bir medeniyetin hatırası hala taze. Değerlerini terk etmeyi reddeden bir ümmetin varlığı hala orada, gözlerinin önünde duruyor. Asimile olmuyor. Batı'yı da kurtarabilecek alternatif bir yaşam biçimi olarak meşruiyetinde ısrar ediyor, bu yüzden en hızlı büyüyen dinlerden biri.

Suriye'de hükümet, yabancı çıkarları yönetirken, Suriye'nin halkına ait olduğu gerçeğini gözden kaçırmamalı. Washington'a ait değil. Suriye, halkına aittir. Abu Dabi'ye ait değil. Riyad'a ait değil. Erdoğan dost bir müttefik olsa bile Ankara'ya bile ait değil. Müslümanlara ait. Suriyelilere ait. Ve tarihinde azınlıklar, Hıristiyanlar ve Yahudiler gelişti. Müslümanlar yönettiğinde geliştiler ve Müslümanlar yönetmediğinde ezildiler ve bastırıldılar. Ve bu yüzden her zaman şunu savunuyorum, Suriye hakkında ne zaman konuşsak, asıl soruya geri dönersek -bu noktada bitireceğime söz veriyorum- affedici olup olmamamız gerektiğine dair gösterge kesinlikle alakasız. Onları affedip affetmemeniz önemli değil. Önemli olan, burada gördüklerimizden, Tunus'ta gördüklerimizden, Libya'da gördüklerimizden, Sudan'da gördüklerimizden ve diğer yerlerde gördüklerimizden deneyim çıkarmamız gerektiğidir. Halkı yanında olan kraldır. Halkı yanında olan yenilmezdir. Halkı kendileriyle birlikte yürümeye ikna edebilen kişi yenilmezdir ve hiçbir F-16 onları ortadan kaldıramaz. Hz. Muhammed (s.a.v.) ashabıyla otururken, Ebu Süfyan Kureyş'e liderlik ediyordu. Bir işbirlikçi bulmak için Medine'ye birini gönderdiler. Medine'ye gittiklerinde, o kişi geri döndü ve "Onlardan bir teki bile, ne kadar para verirsen ver, seni satmaz." dedi. Tek bir kişi bile Hz. Muhammed'i (s.a.v.) satmayacaktı. Ve bunun nedeni, Hz. Muhammed (s.a.v.) insanları İslam'a davet ettiğinde, sıradan insanları yüceltmesi ve onlara da toplumun elitlerine verdiği kadar değer vermesiydi. Böylece herkes kendisini bu toplumun bir parçası olarak hissetti.

Bu hükümet için asıl zorluk, Suriye'deki yeni toplumsal sözleşmenin ne olacağı? Tarihi baskı unsuru olan laik bir yönetim mi olacak? Suriye'yi felç eden, Batı tarzı, Batı'nın arzuladığı bir sistem mi olacak? Yoksa ümmete ait, kendine özgü, benzersiz bir Suriye yönetimi, benzersiz bir Suriye gücü mü olacak? Ve bu bana bahsetmek istediğim bir şeyi hatırlatıyor. Darbeden sonra, Nahda Partisi, Kays Said'e karşı lobi faaliyeti yürütüyor. Kays Said, anayasayı yasadışı bir şekilde yırttıktan sonra, anayasasını yazmaları için iki laik liberali görevlendiriyor. Bu iki laik liberal, tüm ağlara gidip, "Devletin dini olarak İslam'ı kaldıracağız ve anayasadan çıkaracağız. Çünkü modern anayasalarda din yok. İçinde yer alan bu İslam nedir?" diyorlar. Tunuslular öfkelenmeye ve protesto etmeye başlıyorlar. İnternet ortamında bu konuda çok üzülmeye başlıyorlar. Kays Said, yükselen tepkiyi hissetmeye başlıyor. Anayasayı ilan etmesi gereken gün, onların anayasasını yırtıp atıyor ve sıfırdan yeni bir anayasa yazıyor. İlk maddede, İslam'ı devletin dini olmaktan çıkarıyor ve Tunus'un Arap ümmetine ve daha geniş Müslüman ümmetine ait olduğunu yazıyor. Beşinci maddede ise, devletin tek amacının İslam'ın getirdiği her şeyi başarmak olduğunu yazıyor ki bu yasal olarak son derece güçlü bir ifadedir. Bir an için diktatör veya darbe yaptığını unutun, ama yasal olarak çok güçlü bir ifade bu. Nahda'nın danışmanlarından biri, Kays Said'in darbesine karşı uluslararası destek arayışıyla bir makale yazdı. Yazdığı argümanlar arasında, Kays Said'in muhalefeti hapse attığını, yasaları ihlal ettiğini ve bir darbe yaptığını yazdı. Ve ABD ile Birleşik Krallık'ın neden müdahale etmesi gerektiğini açıklarken, Kays Said'in yeni anayasasının, İslam'ı ve dini sağlamlaştırarak devletin sivil doğasını tehdit ettiğini söyledi.

Hemedti, Sudan'da soykırım yapan ve Hartum'u ele geçiremeyip uluslararası yardım arayışına giren kişi. Danışmanını, BAE tarafından organize edilen İsrail televizyonuna gönderdi. Hemedti'nin danışmanı, İsrail televizyonuna, ABD, Avrupa ve İsrail'in neden Hemedti'nin Hartum'u ele geçirme ve Sudan'ı ele geçirme girişimini desteklemesi gerektiğine dair şu argümanı sundu: "Çünkü biz Sudan'da savaşıyoruz," dedi, "İsrail'in Filistin'de savaştığı İslamcı terörist tehditle aynı tehdide karşı savaşıyoruz." Tam olarak şu sözleri kullandı: "İsrail'in Filistinli gruplara karşı savaştığı tehdidin aynısıyla savaşıyoruz." Şimdi düşündüğünüzde, Hemedti'nin danışmanı neden bu argümanı kullandı? Çünkü bu argümanın Batı başkentlerinde yankı bulacağına inanıyor. Peki, Batı başkentlerinde yankı bulduğunu nereden biliyor? Bunu biliyor çünkü 2019'dan itibaren, hükümette iki numara olduğunda, tüm BM elçileriyle, tüm ABD elçileriyle, tüm Birleşik Krallık elçileriyle ve tüm Avrupalı elçilerle görüştü. Ve bu elçilerle geçirdiği dört yıl boyunca, bugün keyfini sürdüğü Sudan'daki soykırımına destek arayışı açısından, halkla ilişkiler stratejisini oluşturan ortak bir mesaj buldu. Ve öne sürebileceği en güçlü argüman, devletin yozlaşmış olması, insan hakları ihlalleri yapması veya gizli hapishanelerinin olması değildi. En güçlü argümanı şuydu: "Beni desteklemelisiniz çünkü bu Müslümanlar Şeriat istiyor. Beni desteklemelisiniz çünkü yapmazsanız, İslam burada, Sudan'da ana yönetim biçimi olacak ve Sudan halkı da bunu destekleyebilir." Yani ABD, durdurabilecekleri bir noktada, "Devam edin." dedi. Sudan'la ilgili sorunların Kongre'de gündeme geldiği her yerde, Biden görmezden geldi çünkü BAE, İsrail ile normalleşti ve şimdi lobicilik yapıyorlar. İsrail ile bu normalleşme sayesinde, Kongre'deki en güçlü kişiler konumundalar.

İnsanlar İslam'ın, ABD'nin bölgedeki dış politikasının merkezinde olduğunu duyduklarında, bu bir komplo teorisi gibi geliyor. Ama komplo teorisi gibi gelmesinin nedeni, ümmetimizin, ümmetimizin diğer uzuvlarının hatıralarını miras almamış olması. Süfrajetler hakkında öğrendiğimiz gibi Sudan hakkında bir şey öğrenmiyoruz. George Washington ve Amerikan İç Savaşı hakkında öğrendiğimiz gibi Cezayir hakkında bir şey öğrenmiyoruz. Suriye'nin tarihi hakkında bir şey öğrenmiyoruz. 1997'de nasıl kazandığını öğrendiğimiz Tony Blair hakkında öğrendiğimiz gibi öğrenmiyoruz bunları. Bu hatıraları öğrenmiyoruz. Bölgeyi sömürgeleştirenlerin hatıralarını öğreniyoruz. Bu hatıraları öğreniyoruz ve bu nedenle dünyayı bu merceklerden ve öğrendiğimiz sınırlı İslam, sınırlı Müslüman hatıraları ile sömürgecilerden miras aldığımız hatıraların bir karışımı olan bir mercekten görüyoruz. Ve bu yüzden BAE bugün, BAE büyükelçisi ve belki de bunun bağlantısını bulabilirsiniz, kendi anayasasına göre Şeriata dayalı olsa bile, bir kumarhane kuruyor olsalar bile, "Biz BAE'de, Suriye'de dini grupların parlamentoda temsil edilmesine izin vermemeliyiz." dediğinde, şunu söylüyor: "Suriye'de demokrasiye izin vermenin riski, dini grupların çoğunluğu elde etmesi anlamına gelir." Ne diyor? "Suriye'de demokrasi olursa, dini gruplar çoğunluğu elde eder." diyor. Ve bunu Washington'da CSIS düşünce kuruluşuna söylüyor. Onlara, "Bunu siz de istemiyorsunuz, ben de istemiyorum. Ve Suriyelilerin kendi istediklerini yapmalarına izin vermemeliyiz. Suriyelilerin özgürce seçim yapmalarına izin vermeyin. Kaderlerini belirlemelerine izin vermeyin çünkü İslam'ı seçecekler. Ve eğer İslam'ı seçerlerse, bu sizin için bir felaket olur. Bu yüzden," diyor, "Lübnan'ı yarattığınız gibi yaratmak, onu felçli bırakmak daha iyidir." Evet. Ve bu, burada yapmak istediğim son nokta.

Suriyeliler, bazılarının deyimiyle, "İslam burada bir öncelik değil. Bunu bir mesele haline getiriyorsunuz ama aslında hiçbir şey değil." diyebilirler. Gannuşi de aynısını söyledi. Bakın o nereye vardı. Mısır'da da aynısını söylediler. Bakın onlar nereye vardı. Şimdi bile, babamla Sultan arasında bir diyalog vardı. Sultan, Mısır'da önde gelen bir yazar. Yani şu anda Arapların çoğu Suriye'nin nasıl ilerlemesi gerektiği hakkında tweet atıyor. Bu yüzden babam, deneyimlerine dayanarak, "Devletin Müslüman kimliğini koruyun, onu koruyun çünkü bu, halkı sizinle birlikte tutacaktır. Halk da İslam'ı istiyor." dedi. Sultan ise, "Bu şeyler şu anda önemli değil. Bu İslam şu anda önemli değil. Önemli olan devleti düzene sokması." diye cevap veriyor. Neden bizim için önemli değil ama ABD bunu, İslam'ın anayasa olmaması gerektiği yönündeki birincil talebi haline getirdiğinde onlar için önemli? Neden Allah'ın gücünün talepler listesinde bir numara olduğuna inanıyorlar ve biz onu 20 numaraya koymak istiyoruz? Ve bu yüzden, ne dilediğinize dikkat edin diyorum. Yani İslam adalettir, farklı değildir. Daha önce ilk bölümde metafizik ve siyasi hakkında konuşmuştuk. İslam adalettir. İslam, azınlıkların haklarını garanti eder. Ve biliyorum, bu konuda zamanımı aştım ama sadece bu noktayı vurgulamak için söylüyorum. Üniversitede okurken size verdikleri üç örnek nedir, bir arada yaşamanın zirvesi olarak? Size Boston'ı mı veriyorlar? Hayır. Size Washington'ı mı söylüyorlar? Hayır. Size Londra'yı mı söylüyorlar? Hayır. Size Pekin'i mi söylüyorlar? Hayır. Size Perth'ü mü söylüyorlar? Hayır. Size Rio de Janeiro'yu mu söylüyorlar? Hayır. Üniversitede antropoloji okuduğunuzda ve dinlerin bir arada yaşaması üzerine çalıştığınızda ve uyumlu bir arada yaşama örnekleri aradığınızda, Batılı laik üniversitelerin verdiği üç örnek nedir? Size, Isabella gelip onu yıkmadan önce Müslümanların yönettiği Endülüs'ü veriyorlar. Size, kilisenin her alanın aynı bölgesinde bulunabildiği bir yer olduğu için Osmanlıların yönettiği Bosna'nın Saraybosna'sını veriyorlar. Ve verdikleri üçüncü örnek ise Kudüs; Haçlıların yönettiği zaman değil, Siyonistlerin yönettiği zaman değil, Avrupalıların yönettiği zaman değil, "Müslümanlar yönettiğinde uyumlu bir şekilde bir arada yaşadılar." diyorlar. Azınlıkların uyumlu bir şekilde bir arada yaşamasının ortak paydası nedir? Dinlerin yan yana yaşamasının ortak paydası nedir? Ortak payda, Tevrat'ın ve Haçlıların yapmadığı şekilde azınlıkların haklarını garanti eden Allah'ın kanunudur. Ve bu yüzden insanlar İslam önemli değil dediğinde, bu hemen laik ideolojiye teslim olmaktır. İslam merkezi bir öneme sahiptir çünkü Muaviye ve Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanından beri Suriye'ye rehberlik etmiştir ve şimdi de Suriye'ye rehberlik edebilir. Ve şimdi en büyük zorluk şu: Gücünüzü nereden alıyorsunuz? Dünya size karşı çıktığında arkanızda durmaları için halka güvenecek misiniz yoksa halkı ve meşru olarak sizin olan, Birleşik Krallık'ta İngilizlere, Amerika'da Donald Trump'a, Avustralya'da Albanazi'ye, Macron'a verilen bir hak olan çoğunluk olarak yönetme hakkınızı terk mi edeceksiniz? Onlarda çoğunluk yönetimi var. Çoğunluk yönetimi hakkınızı savunacak mısınız yoksa tarih boyunca İslam'ın her zaman koruduğu azınlık hakları sahte bayrağıyla ülkenizin parçalanmasına mı izin vereceksiniz? Sanırım bugünkü konuşmamızı bitirmek için iyi bir nokta. Bugün zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.


Kaynak: Why the West Wants to Bring Down the New Syrian State - with Sami Hamdi 

Tercüme: Baran Dergisi