Bugün, Haziran ayının 13. günü: 2010... Televizyon’da, Kırgızistan’daki hâdiseleri haber veriyor: İç oluş sancısı diye karşıladığım hâdiseler. 100’e yakın kişi ölmüş. Sebebi, kendi aralarında bir iktidar mücadelesi mi, yoksa böyle bir mücadelede müttefik edindikleri dış güçler de işin içinde mi? İkisi de mümkün. Ama bilinen birşey var ki, KIRGIZİSTAN’ın stratejik önemi. BARAN dergisi temsilcisi Ali Osman Zor, hâdiselerle ilgili haber gönderirse, biz de işin aslını okuruz. TAZA DİN hareketi lideri, Avukat sıfatıyla beni ziyarete gelen Emekli Albay Cumay Suyunaliyev’in Kırgızistan’a dönüşünden sonra, NİSAN 2010’da bir darbe olmuştu; bununla ilgili, öncesi ve sonrasında çıkan hâdiseler... Ziyaret ertesine tevafuk eden bu müessif(!) hâdise üzerine, şunu yazmıştım:
— “Ben, Kırgız hâdiselerine bakışta özlü bir şekilde ifâde edilemeyen meselenin şu olduğunu sanıyorum: Kırgızistan’da cereyan eden ve TAZA DİN’in memnun olduğu gelişmelerde onun rolü, her ân her şeye muktedir bir güç hâlinde, kendi iç oluşumunu tamamlamaya bakan ve hâdiselerdeki görünümü ve ağırlığı bu olan bir politika içindedir ki, bunu doğru bulmamak ve görmemek mümkün değildir.”
*
Ziyaretçiler gitti; ardından NYMPHALAR’ın çalışmaları(!) başladı. Cumay Suyunaliyev, yahut Cezaevi’ne giriş bölümünde onu beklemekte olduğunu duyduğum, gönüldaşı gazeteci Sabur Bey, yahut beraber geldikleri Avukatlar Hasan Ölçer ve Güven Yılmaz, yahut Ali Osman Zor, o mu onun için demiş, bu mu şunun için demiş, yoksa benim için Sabur Bey veya ona Cumay Suyunaliyev mi demiş, Kırgızistan’da mı söylemiş, yoksa Cezaevi girişinde mi söylemiş: PHANTOM denmiş. Nihayet, şu satırları yazarken, aydınlandı: Güven Yılmaz, o günkü konuşmada, Telegrama mı, yoksa bana mı, yoksa Cumay Suyunaliyev’e mi Phantom dendiğini söylemiş. Öyle birşeyler dendiğini hatırlıyorum, ama NYMPHALAR’a bir zihin karıştırma malzemesi olduğu için, onların söylediklerine de pek itibar etmiyorum: Yâni, kime dendiği bulanık. Burada sözkonusu etme sebebine gelince, PHANTOM’un HAYÂLET mânâsına gelmesi. MAUSA-YÜZ’ün hayâl olmasına nisbetle, HAYALET: HAYÂL-ET, dolayısıyle TELEGRAM’daki MAUSAÎ-NYMPHALAR’ın, “ben kimim?” yolundaki duruşuma nisbet, bunun zıddı bir mânâyı temsil etmeleri: “Ben kimim?” mânâsına gelen ve antitez olmak için herşeyi meşru gören bir duruş içinde, alelâde kimlikleri de benim tarafımdan bulunması gerekenler. Ben, malûm bir şahıs olarak meçhul keyfiyeti örgüleştirirken, onlar malûm bir keyfiyetin meçhul şahıslarını temsil ediyorlar. Şahısları hakkında bir takım daraltılması gereken tesbitlerim var; eser boyunca onların da görüneceği keyfiyetlerine gelince, “ben kimim?” etrafında onlara biçtiğim buradaki kıymet hükmüm bir yana, lâfa lâf şeklinde “biz kimiz?” derken, “senin zıddınız!” diye benim “zihin kontrolü” için söylediğim husustan buraya sirayet eden onlar... Hani, TELEGRAMCILAR’ın zihnimi kontrole alma çabalarına karşılık, bâtın kahramanlarının tasarrufuna mevzu zihin kontrolü karşılaşmasında YAŞAMA durumum hakkında, daha önce söylediğim dava, bu hususta verdiğim ve vereceğim ebced tevafukları... Güzel bir söz:
— “Madem, senin zihnini kontrolün karşısında zihin kontrolüyüz, BEN KİMİM? diyorsun ya, biz de onun karşısında BEN KİMİM? oluyoruz!”
Bozucu, bozguncu, yeri geldikçe sureti haktan görünen, şu, bu; kimliklerinin ana vasfı.
HİPNOZ - TESHİR
Hipnoz, bu yoldan verileni kabul eden kişi için, bir telkin altına girme ve şartlanmadır. Bütün basın-yayın faaliyetlerinden, film ve müzik tesirlerine, psikanalizde kullanılışına kadar bu böyle. TELEGRAM’a gelince, hepsine çalan!
Kün: OL emri: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1070. İpnoz: (Hipnoz): 70.
*
“Biz 5 kişi bir arada konuşurken, aramıza bir Rus gelse, hepimiz Rusça konuşmaya başlarız!” diyen Cuma Suyunaliyev, o Sovyetler dönemi ardından İslâmî telkine ne kadar yabancı düştüklerini belirtirken, KENDİNDEN ZUHUR hâlinde idraklerinin hangi telkine müsait hâle geldiğini de aynı içtenlikle belirtiyordu:
— “Şu ânda BAŞYÜCELİK DEVLETİ’ni tam olarak anlayamıyorsak da, olması gerekenin o olduğunu kalbimiz anlıyor!”
Bunları BARAN dergisinde okuyan okudu. Biz, her zaman olduğu gibi yine kendimize yontmak üzere(!) KIRGIZ ile hipnoz arasındaki tevafuklara bakalım.
Kırgız: 1327.
Nevm-i sınaî: Hipnoz: 327.
*
-İstan: Yer ve mekân demek olan ek kelime: 512. Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 513= 1512. Beşîr: Müjdeli haber getiren: 512. Zuhurat: Birden oluveren şeyler. Hesabta olmayan hâdiseler. Sünûhat: 1512.
*
Kırgızistan: 1839= 840. Mezk: Tatmak, tadına varmak. Tadacak yer. (Gusto: Tatma. Zevk alma. Şahsî istek. (Ledün) Hususî tarz.): 840.
HİPNOZ
Pekçok kişi için hipnoz hâlâ kuşkulara açık bir metod olmayı sürdürmektedir. İlim çevrelerinde ise, daha önceleri olduğu gibi bugün de hipnozu kötülemek veya tamamen aşağılamak için herşey yapılmaktadır. Hipnozun bir tedavi metodu olarak önemli bir yer edinmesine karşılık, bu mevzuyla ilgili görüşler henüz çok bulanıktır. Hipnoz, şuuraltına ulaşmada oldukça hızlı ve güvenli bir yoldur. Aslında hipnoz bir tür uykudan başka birşey değildir; düşe benzer bir durumdur.
Hipnozun hafif ve derin sahfaları, temel olarak birbirinden farklıdır. İnsan kişiliğine yönelen bir teknik ile hemen herkes hipnoz altına sokulabilir. Derin hipnoz altındayken, şuuruyla bağdaştırabildiği ölçüde, bütün telkinleri yerine getirir. Diğer bir ifâdeyle: Hipnotik emirlerin o kişi için ahlâkî olması gerekir. (İyileştirme niyetli olarak tıbda.)
İnsanın şahsî iç dünyası, hiç kuşkusuz beynin özellikle o dönemlerde edindiği çeşitli intibalarla biçimlenmektedir. Bu şekilde beyine ulaşan bilgiler, ruhun şuurlu ve şuuraltı unsurlarını ortaya koyar.
Çoktan unutulmuş tecrübelere, hâdiselere ve resimlere ulaşılabildiği için hipnoz bu birbirinden ayrı şuur dünyaları arasında bir münasebet aracı olarak görev yapabilir. Hipnoz sırasında unutulmuş veya bastırılmış hâdiselerle ilgili hatıralar, şaşırtan biçimde bütün teferruatıyla
yeniden yaşanır. Böylece bir kişi hipnoz yoluyla geri döndürülerek çocukluğunu ve hattâ doğum ânını tekrar yaşayabilir... Şimdi dikkat:
— “Tıpkı düşte olduğu gibi, hipnoz altında da bütün diğer gerçekler tabiîlik kazanır. Meselâ, kanatlanıp bir kuş gibi havada süzülebilir veya beton bir kütle gibi ağırlaşıp yere çakılabilir. Hipnoz altındaki kişi, tıpkı uyuyan biri gibi ruhî ve bedenî açıdan gevşerken, şuuraltı –ikinci ben– herşeyi duyar; çünkü hipnoz, şuurun devre dışı bırakılması anlamına gelmez. Hipnoz altındaki insan, yeni intibaları daha iyi idrak edebilir ve daha iyi değerlendirebilir. Zaman sınırları tıpkı düşte olduğu gibi ortadan kalkar; bu yolla da bir zaman kaymasıyla başka bir çağa gitmek ve bu çağdan kendi zamanımıza geri dönmek mümkündür. Buna göre insanoğlu belli şuur görünüşlerinden sıyrılabildiği için hipnoz, algıların değişmesini sağlar.”
Bebeklik ve çocukluk çağlarında yaşanan, çoktan unutulmuş olmakla birlikte şuuraltına depolanmış tecrübelerin, –unutmak, saklamanın başka bir şeklidir!–, yetişkinlerin düşünce ve davranışlarını yönlendirdiğini tesbit eden –aslında çizen demek lâzım!– kişi Sigmund Freud olmuştur.
Ateist olan Sigmund Freud’un aksine, Psikolog Carl Jung, insanda doğuştan dinî bir ruh olduğuna inanmaktadır. Buna bağlı olarak Jung’un “şuuraltı” ile ilgili görüşleri Freud’unkilerle uyuşmamaktadır. Jung bir doktor olarak edinmiş olduğu tecrübelere dayanarak, “müşterek şuuraltı” diye nitelendirmiştir. Aslına bakarsanız bu, “Hakikat-i Ferdiyye, Ruh-i Muhammedî, Küllî Ruh” davasının, yâni içinde “küllî oluş” ile “ferdî”nin bir bütün olarak “zât sırrı neyse o” şeklinde bulunduğu, mevzuuna mahsus nitelenişidir.
Bu müşterek şuuraltı, kişiye has olmayan “şuuraltı”nın derin bir katmanını, –buna şuuraltının ikinci bodrum katı denilebilir– biçimlendirir. Jung’a göre müşterek şuuraltında “prototip-esas model” denilebilecek, insanın mânevî hayatının ilk tecrübelerini ifâde eder remzler-semboller bulunmaktadır. Burada sözkonusu olan, ezelden beri varolmuş, sürekli yeniden ortaya çıkan basit tasavvurlar veya resimlerdir; yılan, ejderha, iyi veya kötü ruhlar veya yaşlı bilge adam buna iyi bir örnektir. Modern insanın uyanık hâlde artık şuurunda bulundurmaya gerek görmediği bu resimler, şuuraltına kaydırılır ve ancak RÜYÂ-DÜŞ-HAYÂL sırasında tekrar su yüzüne çıkar. HİPNOZ yoluyla doğum ânından daha geçmişe gönderilen insanlar, meselâ filân yüzyılda yaşamış X Bey veya Z Hanım olduklarını iddia ederler. Hattâ bazen uyanıkken, bilmedikleri yabancı bir dili konuştukları bile olur. Bu dil, HİPNOZ altındaki kişinin yaşamış olduğunu iddia ettiği ülke veya bölgede konuşulan dildir. Bazı kişiler daha da ileri giderek, HİPNOZ altında yüzyıllarca önce yaşamış oldukları iddiasında bulundukları zamanın lehçeleri veya arkaik dillerini kullanırlar. İşin garibi, hipnoz altındaki kişi, bazen “geçmiş hayatında sandığı” kullanmış olduğu dilde konuşmayı tercih etse de, bugün kullandığı dili de anlar ve bu dilde cevab verir. Şimdi, kalın fırça darbeleriyle psikologlardan çerçevelediğim HİPNOZ davasının niçin üzerinde durduğumu söyleyeyim:
Zaman, helezon şeklinde sonsuza bir akıştır; bu, niteliği değişik olmak üzere Doğu mistisizminde de böyle kabul edilir, zamanı eşyanın dördüncü buudu olarak gören Einstein fiziğinde de. Bugün efsanelerle fizik ve fizikle mistisizmin içiçe bir görünümle topluca ele alınması, mistik ve efsanlerde kendini gösteren bir takım hususların, –biri de TENASÜH meselesi–, ilmin çeşitli dallarında gerçeklenmeye mevzu olmasını getirmektedir; fizik ve psikoloji başta.
*
Psikanaliz açısından HİPNOZ’u Freud ve Jung’dan gösterirken, MANYETİZMA türünden ve biyo-enerji ile gözlerden karşısındakini tasarrufuna alma benzeri uyurgezer uyutmalarda, “kişinin geçmiş hayatında” denilebilecek anlatılanlar, nasıl yorumlanmalı?
Evvelâ, TENASÜH bahsi, çeşitli dinlerin dinî ritleri ile bir inanç mevzuu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısiyle, psikanaliz ve manyetizma türü hipnozda, bu uyutulanın anlattıklarının,
uyutulma gayesine uygun bir yorum meselesi olmaktadır. Freud ve Jung’da, “geçmiş hayatta yaşanan” diye bir mevzu görmüyoruz.
Birkaç kelime ile, TENASÜH bahsine değinelim:
— “Bir şeyi bilmek o şey olmak demek değildir; dolayısiyle, istisnaî mahiyetteki birkaç hâdise ile, tenasüh isbatlanamaz!”
— “Geçmiş hayata yönelik anlatılanların, çevre telkiniyle alınanların, sonradan unutulması ve HİPNOZ vasıtasıyla ortaya çıkması da mümkündür!”
*
Tenasüh: Yeniden dünyaya gelme. Tenassuh: Aklı başına gelmek. Nasihat almak. İkinciye misâl, bâtın kahramanlarının tasarrufu altındaki kişinin hâlidir; Mansur’un nuru, yüzelli sene sonra Attar’ın ruhunda tecelli etti denmesi gibi.
HAYÂL-MÜZ-RİT
Hayâl kuvveti, duyu verilerinden elde edilen bilgilerin, hafızada canlandırılması, hatırlanmasını sağlar. Yalnız akla ait bilgiler ise, zaten beş duyu ile algılanmayanlardır ki, hatıra getirilmeleri hayâl melekesinin işidir. Hayâlin, tasavvur hâlinde tertib ve tanzime mevzu olması ise, tahayyül dediğimizdir.
MÜZ, düşünceye dalmak ve derin düşünce demek; bunun yanında, temaşaya-muhayyeleye doğana denir. Müz, gerçek ve fiziki çevreden dalgınlık şeklinde, günlük hayatta da pek sık içine düştüğümüz bir durumdur. Müz’ün diğer mânâsı ise, “şâire ilhâm veren güç”; ve müzün kendi de bir müz.
TELEGRAM’da müz’ün bildiğimiz hayâl’le ilgisi yanında, mitolojideki müz mânâsıyla da ilgisi var.
RİT, “teshiri altına girilen şey, dini âyin, merasim, usul, örf” mânâlarına geliyor. MÜZ ve RİT, HİPNOZ’un “telkin ve şartlanma” mânâsı içinde, birbirinin yerine kullanılabilir kavramlar. Mitoloji’de NYMPHALAR, hem rit, hem müz varlıklar.
Kartal Cezaevi’nde ARAR, çok tesirinde kaldığım müzler hakkında, “bunlar, Viyana Papaz ekolü müzleri, oradan öğrendim!” diyordu. Viyana’da, bir köyde.
*
Ben, TELEGRAM’daki “hipnoz-kendinden geçme-uyku-yeni bir uyanıklık” hâlini, MÜZ-RİT’ler sözkonusu olduğunda, ŞAMAN amacındaki gerçekleşmeler gibi görüyorum. Bu, ondaki “bilme”, “görme”, bunların gerçekleşmesi için gerekli “istigrak-kendinden geçiş” ile ilgili; yoksa onun tedavî vesair gayeleri bakımından değil. Çünkü TELEGRAM’ın gayesi, içinde manyaklaştırma gayesi de olan bir yönlendirmedir.
Burada TELEGRAM’la ilgili bir hususa dikkat çekiyorum: Bir adam, dış yüzden görülmeyen bir şekilde boğulurken hâlini anlatmaya çalışırken, diğer bir kişi bu görülmemeden istifade ile gûya boğulduğunu söylemekte, bu da gerçekten boğulan adamın anlatabildiklerini de onun aleyhine kullanılmak üzere bir malzemeye dönüştürmektedir. Bu bakımdan, “zihin kontolü” ve “yönlendirme”nin gayesinin belirtilmesi gerekir. Zihin kontrolü, bir yönüyle yapanın amacına yönelik bir veri edinme yolu, diğer yönüyle o amaç doğrultusunda irâdeyi kontrol etme işidir; yönlendirme de, buna nisbetle gerçekleştirilen... Ben, hep kızdırıcı ve kızılan olarak, METRİS’ten sonra büsbütün kızılan, bir adamı öldürüp diriltmek ve yeniden öldürüp yeniden diriltmek gibi bir resmî hınca maruz olarak beterden betere bir işkenceye tâbi tutulur ve dış yüz tesbitiyle benim için binbir ölümden en kötüsü hâlinde, “yalnız bir yerde tecrid edildiği ve idamla yargılandığı için bunalımına düştü!” şeklinde küçük ve komik düşürme propagandasına mevzu
edilmek istenirken, şu oldu, bu oldu, TELEGRAMCILAR’ın “Telegram sineği”, benim TELEGRAM sızıntısı dediğim tezahürlerin devamını yaşamak üzere BOLU F-TİPİ’ne geldim. TELEGRAM isimli eserim 2003’de basılma safhasında iken, Milliyet gazetesinde ve ATV televizyonunda bir haber:
— “Salih Mirzabeyoğlu, zihin kontrolüyle terörist yapıldığını iddia ederek, Adlî tıbba başvuru yaptı!”
Bir bilirkişi(!) de, tatlı tatlı böyle bir şeyin mümkün olup olmadığının yorumunu yapıyor; bu işin sadece ilâçlarla gerçekleştirilebilir olduğundan dem vurarak. Başkası için bu, cezadan kurtulmak üzere tevessül edilen bir yol olabilir. Ama benim için, tam bir suikast ifâdesi: İşin fos çıkacağı ve TELEGRAM’ın gerçek dışı(!) olmasının tescili, böylece TELEGRAMCILAR’a bu safhada ve sonrasında rahat çalışma imkânı vermesi bir yana, asıl mesele, benim güttüğüm davanın “dış güçler”in yönlendirmesi diye karalanacak olması... Kartal’da, benim kaldığım koğuş, B-7 idi: Daha teferruatına girmediğim koğuş için, ARAR, “orasının adı ne biliyor musun? Boku yedi koğuşu” diyordu. O koğuşun koridorlarında, “burası gerçek hapishâne! DELİ! Seni tımarhâneye yollayacağız!” diye çıplak sesle naralar atan görevliler, sözkonusu haberi nasıl değerlendirmek gerektiği hususunda da bir kanaat verebilir.
*
Müz: Kartal Cezaevi’ndeki TELEGRAM seanslarında, maddî ve manevî her türlü varlık, görünen ve hayalî her türlü suret, aklî maraz ve kuruntudan doğan “halüsinasyon” dedikleri görüntüler ve “organik olmayan varlıklar” cümlesinden cin gibi varlık, –ve dilde isim bahsini de alâkadar eder bir mesele olması bakımından bildirelim ki, EŞYAYA ŞAHSİYET VERME ve ONA BİÇİLEN SURET– bakımından en çok kullanılan kavram, MÜZ idi. Fikir, hayâl, cisim, gizli; kısaca, herşey müz... Denizdeki sayısız ve elbette hiçbiri birbirene benzemez dalgaların herbirine durumuna mahsus bir isim versek de neticede tek deniz olması, bu mânâda Üstadım’ın “Marmara’nın neresinden bir bardak su alsan, aynıdır!” demesi gibi, herşeye MÜZ denmesi. Ne var ki, ilâç terkiblerini gösteren katalogdan temin edilen reçete gibi hazırlanmış kurgulardan mı hareket ediyorlardı bilmem, “o müz, bu müz” derken, son derece çevik dilli geveze, “peki müz ne?” deyince tutuldu ve bir daha sormalarım üzerine de hep lâfı kesti... İngilizce, muse: Şaire yardım eden ilhâm, ilhâm eden güç. Müzlerden biri... Muse: Düşünceye dalmak, derin düşünmek, temaşaya dalmak... Fransızca, muse: Sanat tanrıçası, müz. Şiir, şiir dehası. TELEGRAM isimli eserimizde “Castaneda”dan yaptığımız ve TELEGRAM vesilesiyle diye aktardığımız bölümler, eşyaya-şeylere şahsiyet verme meselesiyle birlikte, bu gözle görülmeli. İslâm büyüklerinin, meselâ “namazın cesetlenmesi”nden behsetmeleri, yahut Hazret-i Ali’ye dünyanın çok güzel bir kadın olarak yönelmesi ama onun bunu reddetmesi, işaretlediğimiz mevzudan sezilmiyor mu?.. Yine, TELEGRAM’la ilgili bir not: Cin, “cins”e göre görünmez ve gizli olan; “Kur’ân’a göre, dumansız ateşten yaratılmış bulunan... Cinin büründüğü geçici görüntü ve cismanî heyetin ismi de, PERİSPERİ... Mücerret bir gizlilik ve cismanî heyet arasında, her iki mânâya da akar ve perisperi keyfiyetini andırır, seyyaliyet ve “AHENK-RİT” niteliğinde varlık-var oluş ifâde eder MÜZ kelimesi.
*
Hayâl kelimesinden türeme, HEYULA: Eski felsefede, eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Zihinde tasarlanan korkunç hayâl... Hayâlin korkunç olup olmaması bir yana, TELEGRAM’a maruz kalanda ve cinlenende meydana gelen tesir ve zuhurat benzeri şeyler, sanki HEYULA kelimesinin hem maddeyi ve hem de ona ilişik letâfeti anlatması gibi, birbirine karışmaktadır. İçli dışlı yönlendirme faaliyetine tâbi tutulurken, “hiç olmazsa ne olduğunu bilsem, ona göre imdat istesem!” düşüncesi ile bunları birbirinden ayırmaya çalışmak, tek başına kafayı oynatmak için yeterli sebebtir... TELEGRAM ve cinlenme arasındaki müşterekliği, HEYULA kelimesi
hakkında söylediklerimi de içine alacak şekilde, KUVANTUM fizikçisi Bernard d’Espagnat’ın sözlerinden misallendirelim:
— “Gerçekliğin yer, mekân ve zamana dair sınırlı kategorilere sahib rasyonel ilmin dar korsesine sığdırılamayacağı kanaatindeyim. Hakikatin insan kavrayışını aştığına dair tecrübî verilerin olduğunu, kuvantum fiziği üzerinden açıklamak isterim. Gerçek oldukları kabul edilen atom parçacıkları ve alanlarıyla klâsik fizikten ayrı olarak, kuvantum fiziği ÇOK TUHAF NESNELER’le uğraşır. Bunların sıklıkla elle tutulur hiçbir niteliği veya bir mekânı yoktur; ne tarif edilebilir bir enerjileri, ne de bir dönüş yolları olmuyor. Daha ileri gidip, bu varlıkların tecrübe dünyamızı açıklayabilmek üzere kurguladığımız birer KAVRAM’dan fazlası olmadığını dahi iddia edebilirim!”
*
Mousalar - MOUSAÎ: Yunan mitolojisinde, Zeus ile Mnmosyene’nin 9 kızının ismi, MÜZLER. Efsanelerde, Tanrılara âit büyük şenliklerde ŞARKI söyleyip ortamı neşelendiren varlıklar olarak geçer. ŞARKI - AHENKLİ SES, ahenk - dalga - RİT... NYMPHALAR, tabiatın dişi esprileri olup, onlar da dokuz kişi ve marifetleri Mousalarla aynı. Bana sözlerden kurulu bir dünya kurmaya çalışan ve elektronik cihazlarının fiziki tesirini de kullanan NYMPHALAR’a bu ismi vermemdeki espri, hissedilebiliyor sanıyorum.
Mosalar: Herbiri ayrı ayrı 9 hüner sahibi ve RİTleri NYMPHALAR’la aynı: Destanî şiir, tarih, pandomim, fülüt, hafif şiir ve dans, lirik koral, tragedya, komedi, astronomi.
NYMPHALAR: Zeus’un kızları olup, ormanlarda, kırlarda ve SULAR’da yaşayan tabiatın dişi esprileri (perileri) olup, bunların bereketini ve lütfunu temsil ederler. İkinci derecede TANRILAR olup, –ki bu yüzden, doğrudan doğruya MÜZ’ün hayâl demek olduğunu söylemiyorum ve bunu izâh içinde veriyorum–, kendilerine dua edilir, tehlikeli de olabilirler. Mağaralarda yaşarlar ve hayatları şarkı söylemek ve yün eğirmekle geçer. Çoğu zaman, büyük bir tanrının veya aralarındaki yüksek birinin maiyetini oluştururlar.
SU hakkında, gerek KARTAL ve gerekse BOLU’da, epey maceram var. Bir NLP reklâmında, “SU programı” diye bir program görmüştüm. Bir insanın 8 saatte nasıl Atatürkçü yapılabileceğini iddia eden NLP uzmanını da. Abartı ve palavralar bir yana, hafızayı silen büyük bir ŞOK tesiriyle, bu işin sadece TELEGRAM yoluyla olabileceğine kaniyim; izâhı gereken bir dava. Burada, NYMPHALAR vesilesiyle, Çingene dilinde “su” demek olan MU’nun, ZEN BUDİZM’deki karşılığını vereyim: Düşüncelerin uzaklaşıp, AYDINLANMA, yâni bilginin kendi olmak için, gerekli boşluğu zihinde meydana getirme durumunun adı... Bu sözkonusu boşluğu TELEGRAM’a tercüme ettirirsek, ismi ZİHİN SİLME olur; ve gayelerine nisbetle, belki benim için yapılan gibi, ortada bir salak tip meydana getirmek.
Bolu’daki NYMPHALAR’a, bu esere başlamadan bir sene önceye kadar, FARELER diyordum; “lağım fareleri”. Elbette hakaret için. Sonra, İngilizce’de MÜZ gibi, farenin yazılışının ve söylenişinin, aynı olduğunu gördüm: Muse... Fransızca FAR-ışık ile, Türkçe FARE arasında, ses olarak birlik bulmak zor değil: Fasika kelimesinin “fare”, fasık kelimesinin “günahkâr ve dinden hariçte olan” mânâsı, benim NYMPHALAR’a verdiğim mânâya tam da uygun. Ahenkli hareketleriyle Walt Disney’e çizgi film ilhâm eden fare gibi, ben de TELEGRAM altında geçen 11 seneyi, TELEGRAM’ın doğurduğu vesileleri değerlendirerek geçirdim. IŞIK hakkında hatırıma gelen son mânâ, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin şu sözü:
— “Allah nurdur, denmez; Allah’ın nuru denir, yoksa küfre yol açılır. Herşey, Allah’tandır, o değil!”
ŞAMANİZM
Şamanizm’de HAYAT - ÖLÜM - YENİDEN DOĞUŞ deveranını rüyadaymışcasına düşte aşma, yâni fizikî kanunları bir yana bırakarak Kaianât’ın yapısına karışma temayülü, sık sık görülür. Düş dünyası bu imkânı gerçekten de sağlar.
Şamanizm’de şuur, akıl almaz güçlerin etkilerini tabiî olarak karşılamaya yönlendirilir. ŞAMAN DAVULU ile yapılan sembolik gösteri de, insanın üç dünya arasında yaptığı kozmik yolculuğu ifâde eder. Şaman davulunun sesiyle Kâinat düzene girer ve trans-geçiş hâli tamamlanır. Artık hayâlî bir yolculuk, şuur yerinde olarak, yeniden yaşanabilir.
Avustralya yerlileri için tabiat, dünyanın ayrılmaz bir biçimde bağlandığı sonsuz bir hayâldir ve bu hayâlde gerçeğin temelleri erimektedir.
*
Şamanizm, uygulanışı açısından ne belirli usul ve şartlara bağlı dinî bir törendir, ne de şahsî bir arayış. Şamanizm içtimaî bir talebe karşılık verir ve pratik bir amacı vardır. Peki ama, şamanın yeteneklerinden ve eyleminden kimler yararlanır? Topluluk şamana hangi makamı ve rolleri yükler?
Şaman, genellikle hem “gören-müşahede eden” veya “bilen” ve hem de “yapabilen” anlamına gelen bir tabirle nitelendirilir. Burada sözkonusu edilen, dünyanın gizli yüzüyle ilgili olması açısından, sıradan insanların bilgisinden ve gücünden farklı bir bilgi ve güçtür.
Şamanın varlığı, sıkıntıları körükleyen öteki dünyayla iyi ilişkiler sürdürerek bu sıkıntıları önlemek veya aracılık yaparak bu tür meseleleri çözüme kavuşturmak üzere kuruludur. Bu açıdan şaman, vazgeçilmez bir role sahibtir ve eyleminden topluluğun bütün üyeleri yararlanabilir. Şaman, bir av töreni, bir şifa töreni, bir fal açmada, meseleleri aydınlatmak veya davranışlarını gerekçelendirmek üzere, mitolojik unsurlardan yararlanır. Mitleri yaşar, söz ve beden diliyle ifâde eder. Ruhunun gezinişlerini ve diğer dünyalara ziyaretlerini yansıtır. Bu ziyaret sırasında girdiği mücadeleleri, pazarlıkları anlatır. Yabancı ruhların, kendi ruhunun serüvenlerini, büyük bir hünerle dillendirir ve mimiklerle anlatır. Yaşanan sıkıntıların sebeblerini, ihtimâllerini sıralayarak aktarır. Ayin alayları, –RİT törenleri– düzenleyerek, kendine has davranışları empoze eder, sembolik mânâları tekrarlar ve güçlendirir.
Şamanizm, şahsî niteliklerin temel olduğu sözlü ve teatral bir sanattır. Her şaman kendine has üslubuyla tanınır. Bu bakımdan o, bir sanatçıdır; her durum altında hayâl gücünü sergiler... Grubu ve hastaları ondan bunu ister veya beklerler. Şaman sanatı, bazen bir resim sanatıdır da.
*
Şamanizm, KARTAL’da, benim hipnoz ve transa girmek bakımından olduğu kadar, MÜZ ve RİT’ler bakımından da misâl verdiğim bir mevzu idi. TELEGRAM isimli eserimizde, bu kitabın umumi bir alt yapısı hâlinde işlendi. TELEGRAM’daki ZİHİN SİLME işini izâhta da, aynı esastan faydalanacağız.
Baran Dergisi 180. Sayı