ŞEGAF: Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nazik deri. (Şegaf: Delicesine sevme… Yürek - kalb - gönül… Kalb, TOPLAR ve ATAR damarla KAN’ın vücutta dolaşımını sağlayan bir organ. “İslâm, kalbin yoludur!”; bu âyet, kalbin bir organ olmasının dışında, Allah’ın nazar yeri olma hakikatini gösterici - ruhî oluş merkezi.): 381.
SIRTLAN: (KUŞ’AM-Pîr. Sırtlan. Aslan: 510: SÜNNET-Allah Resulü’nün Hadîs ve davranışları: RAHMAN 19. âyet-noktasız.): 381.
FÜŞAG: Sarmaşık otu. (Evveli bilinmeyen hâl ve durum. “Ezel”…): 381.
ABKARÎ: Kâmil İNSAN, Kâmil NEFS. (ALYAN-Uzun, iri yarı kimse: 161: İNSAN. “Ebed”…): 382= 1381.

*

HAKİKAT-İ FERDİYYE: (Ferd hakikati, kul plânında mutlak olarak Allah Sevgilisi’nin nefsinde tecelli etmiştir.): 350.
Kur’ân: Arabça üzerine nazil olmuş Allah kelâmı: 350.
Şe’n: Her ân yeni hâl, iş. Emr-ü hâl. Baştan gelen kan damarı. Bir şeyin hususiyetinin fiili tezahürü. (Âyet meali: Allah her ân bir şendedir.): 350.

*

KEFTAR: Sırtlan. “Hayâl. Fikir.” (Keft-Cem etmek. Toplamak: 500: Mülkiyet-Mülk sahibi.): 701.
Kefter: Güvercin. (HAMAME-Güvercin: 89: MİLTAT-Deniz kenarı: LATÎM-Babası ve annesi olmayan. Yarış atlarının dokuzuncusu.): 701.
Kelanter: Çok iri. Daha büyük. EBEDD: 701.
Basiret: Feraset. Sezgi-köpek. Delil, hüccet. Yer üstündeki KAN. “Berzah”: 702= 1701.
OSMANLI: (Devlet-i Aliyye-i Ebed Müddet: 949: Sırat-ı Mustakim.): 701.

*

ABDÜLHAMÎD: (Üstadım’a göre, Osmanlı Tahtı’nın belki zirve şahsiyeti, Padişahı… Tarihimizi ileri ve geriye doğru ele alışta nisbet noktamız.): 169.
Rahman Sûresi 19 ve 20. ayetler: 3166= 169.
Kasah: Sırtlan. “Kuvvetli”. İşi sıkı takib eden: 169.

*

ABDÜLHAMÎD Han’ın vefatı: 1918.
Birinci Cihan Harbi’nin bitişi: 1918.

*

Cumhuriyet’in kuruluşu: 1923.
NAKŞÎ Necib Fazıl Kısakürek: (Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasında kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam; İslâm’a muhatab anlayışı yenileyen… KUMBULE: İri vücudlu olan. Sinirli ve hiddetli olan. “Anlayışlı”. AT. “Hayâl. Sırtlan. Ebed. Fikir.” Bomba tesirli: 187: İSLÂM’A MUHATAB ANLAYIŞ… Aynı ebced’te olan: UZFUR-Asma filizi. Tırnak. “Ezel”…): 1923.

*

HARF Devrimi: 1928.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 928.
Üştürgav: Zürefa. “Ezel”: 928.
Rahman Sûresi 19 ve 20. Âyetler + Furkan Sûresi 53. âyet: (BERZAH ile ilgili âyetler.): 8928.
 

BEN ANADOLU

 
ANADOLU, bir mekân, bir coğrafya parçası olmanın ötesinde, her coğrafya parçasının kendine mahsus bir mânâsı olmasına nisbetle, bu mânâyı da hakikatiyle gösterebilmiş bir BEDEN ismidir. Tarih boyunca nice kavimlerin HARMAN olduğu, nihayet bugünün moda lâfı n’idüğü belirsiz bir “mozaik” lâflamasının dışında, bu İNSAN’a MUTLAK HAKİKAT kisvesini giydirerek DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI hüviyetine bürünen ANADOLU. Vatan, fikrin tecelli ettiği yerdir. Ruhun tecelli ettiği BEDEN, bu şuurlu benliğimiz-NEFSİMİZ, bugün ne hâlde ayrı mesele, sözkonusu idealin geri ve ilerisine doğru ne olmuş ve ne olmalı diye bakarken, hiçbir tarihî ve hiçbir kavim medeniyeti gözardı etmeme KABADAYILIĞIMIZ’ın sebebini, anlayana geçen sayılarda verdiğimizi hatırlatalım. Bahsi geçen HARMAN, ne gelip geçen keyfiyetlerin rastgele karışımı, ne bugün varlık iddiasındaki toplulukların rastgele bir “mozaik” lâflamasının karşılığıdır. Kavim veya kültür adı altında anılanların, ne öyle ne böyle oluşu, bizim 1000 senelik HARMAN kasdımızı karşılamıyor. Öyleyse dünün “hasta adam”ı o, bugün isterse komalık de, ruhun bedenle ilgisi müddetince hâlâ ve mutlu gelişme olarak iyileşme vaadi, DEVLET-İ EBED MÜDDET idealini o dönemi nisbet almış yürüyor. Yanlış anlamayınız. Bizim İDEALİMİZ, ÖRNEK ÜMMET MODELİ Sahabîler döneminden başka hiçbir İNSAN tipini ve toplum yapısını benimseyemez. DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI olmuş ANADOLU, tahdidî bir mekân mânâsı taşımadan ne kadar gelişmiş ve sonra büzülmüşse, oldukları da olamadıkları da ASR-I SAADET’e nisbetle değerlendirilmek üzere, bugün bizim için YAHYA Kemâl’in “Kökü maziye bakan atîyim!” dediği veçhile, bir asıldır. PEYGAMBER sözüyle işaretlenmiş belde İSTANBUL, bütün bir ANADOLU, RUMELİ yakası ile, bu bedenin yayıldığı ARAB âlemi, AFRİKA ve mahzun kalmış ASYA, “sen kimlerdensin?” dendiğinde alınan cevaba gönül rahatlığıyla “ben de!” dercesine bir İMAN akrabalığının, hem olunabilen, hem de olunması gereken bir mânânın toplayıcı adresini vermiştir. Beylik kavim ismi hâlinde kendini ne hissedersen hisset, ne türden melez olursan ol, oradan mekânı ANADOLU olan İSLÂMÎ hüviyete su taşı. MUTLAKA. Demek ki bizim sözünü ettiğimiz ANADOLUCULUK, ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir İNSAN tipinin de tarif edenidir. Nasıl ki “toplum ailelerden meydana gelmiştir!” diye, bugün ailelerin hâli belli, böyle bir mozaik taneleri yerine, bütün aileleri ANADOLUCULUK ruhu altında nasiplendirmek ve ANADOLUCULUK ruhunu besleyi kılmak anlayışı. ANADOLUCUYUM, ANADOLUCUYUZ! Sözümüz eksik kalmasın: Fikrimizin ulaştığı heryer, bedende tecelli eden ruh, ANADOLUDUR. Nefs birdir!

*

MEN ENE: Ben kimim?: 142.
Abdullah: Allah kulu. “Bütün insanlar”: 142.
Alcem: Uzun boylu. “Ebedd-Uzun ve iri adam. Ebed”: 142.

*

BEN ANADOLU: (NAKA-İ SALİH: 281: KUNAİS-İri gövdeli adam… Aynı ebced’te olanlar… TIMTIM: İri cüsseli adam… TIM-TIM: İki deniz. Bâtın ve zâhir. Mal, meyil, zanaat, sanat… HALEZON: Koni biçiminde dairevi çizginin yükselişi. Koç boynuzu kıvrımları… ZAMAN: Vakit. Devir… DİMNE: Tilki. Gönül. Işık… ANADOLU: Vatanımız. Doğurgan.): 150.
Dü-âlem: İki âlem. “Toprağın altı ve üstü”: 150.
Kenef: Hıfzetmek. Sığınmak. Gizlenmek. “Sır. Şimdi. Hâlâ”: 150.
Kefen: Ölünün büründüğü bez. “Kâmil insan sıfatı”: 150.
Kan: Kan. Damarlarda gezen hayat sıvısı. “Bir işe başlayıp ona devam etmek”: 150.
Nakb: Delmek, delik açmak, nüfuz etmek. (FARZ: Yapılması mecburi Allah ve Resûlü emri. Delik açmak… ABDÜLHAKÎM Koltuğunu hatırlayın!): 150.
Alemî: İNSAN. Dünyaya âid: 151= 1150.
Kaan: Hükümdar. Hakan: 151= 1150.
MEHDÎ MUHAMMED: 151= 1150.
 

ANADOLU MECMUASI

 
ÜSTADIM’ın 78 yaşında başlayıp bitiremediği “geçmişe doğru mazinin psikolojik pırıltıları”nı noktaladığı KAFAKÂĞIDI isimli eser - TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde hususileşmiş, UFUK… HAKÎM: 78: İBDA’… Üstadım’ın eserinin yarım bırakıldığı yaş devrinde çıkan ANADOLU MECMUASI’nın hülâsa edilmiş fikirleri:
— DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin fedakâr kalesi ve yılmaz serdengeçtisi Anadolulu…
— Her sıkıntıyı gidermeye, her çöküntüyü kaldırmaya, her söküntüyü bitiştirmeye, Yemen’de kavrulmaya, Galiçya’da donmaya, Balkanlar’da erimeye, Filistin’de doğranmaya, İstanbul’da paşa kusmuklarına muhafızlık etmeye hep o memur ve mahkûm, hep o…
— O, tükenmez bir taş ocağı hâline getirilmiş ve hem dışından çürütülerek, hem de içinden kendi kendisini çürütmeye bırakılarak “suyun öte tarafından” gelen tesirler altında firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlere döndürülmüştür.
— Bu kozmopolit seyislerin gözlerini bağlayarak idare ettiği dolap beygirini “pedigri-şecere”sine lâyık şekilde kurtarmak lâzım…
— Anadolu’yu nefsine ve devletine hâkim kılmak lüzumu en aşağı 100 yıl önce başlamış olması gereken ideal çapında bir dava…
— Bu idealin ismi de Anadoluculuk…

*

Bu görüşü ruhuna destek arayan bir genç heyecaniyle benimsedim ve şiirlerimi (başta Ahmed Haşim) üstadlar mecmuasının yanısıra onlara hibe etmeye başladım. Sonra takdir eder oldum ki, bu dar bir görüştür; türlü sebeplerden ötürü hakkını alamayan bir millet hâline karşı bir hınç ifâdesidir ve basit teessürî sınırdan ileriye geçemez.
Hacı Bektaş’ların, Hacı Bayram’ların, Nasreddin Hoca’ların, Battal Gazi’lerin, Köroğlu’ların, Karacaoğlan’ların, Dertli’lerin, Keloğlan’ların, Kerem ile Aslı’ların, Ferhad ile Şirin’lerin ANADOLU’su, mükemmel ve muhteşem bir sentez hâlinde nakışlandırılacak olursa, meydana öyle bir duygu ve düşünce VAHİD'i çıkar ki, ana gaye, bu vâhidi her bakımdan kıymetlendirmek olarak abideleşir; ve onu, sadece ifsat ve istismar sınıflarından kurtarmak, basit bir coğrafya meselesi sanmak gibi bir darlık ve hasislikten uzak tutar.
Yoksa bellibaşlı bir ruh vâhidi diye ifâdelendirilen şiar ve seciyeye uygun her ferd ve sınıf, ayrım yapmadıkça ANADOLU’DAN’dır, ANADOLU’LU’dur; ve kavmiyet çerçevesi içinden beşerî bir model neşretmek vakıasıdır ki, ideolojik olmak kıymetine sahibtir. Bunun aksi, davayı âdî mânâsıyla psikolojik ve politik kılar ve kısırlaştırır, hiçleştirir. İşin aslı ANADOLU’LU’yu önce nefsine, vücud hikmetine, sonra da cemiyet ve devletine hâkim kılmadır ve geçer akçe ANADOLUCULUK budur.
O bir oluş meselesidir, öç alma işi değil… Bu oluşun içinde, ANADOLU’LU’ya âit eksiklik ve istidatsızlığın muhakemesi ve onun kendi öz nefsinden de öç almaya davet edilmesi, hattâ zorlanması da var.

*

Anadolu… Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekün HİLÂL’e teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şâmil bir aksiyon hâlinde güden aslî ve asil unsur kadrosu… Dünkü İmparatorluğa AKAN hâli, bugün ne olması gerektiği ile birlikte bütün bir muhasebesi içinde İDEOLOCYA Örgüsü mevcut bu mânâ, bugün ismi ANADOLUCULUK olan bir milliyetçilik ile görünmeyi beklemekte… “İNSAN bu, SU misâli kıvrım kıvrım AKAR ya!”… “Akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat!”… Bu mısraların sahibini biliyorsunuz, yürüyen BÜYÜK DOĞU’yu da!
 

ANADOLUCULUK - ASYACILIK

 
ANADOLUCULUK: 243.
Merc: Serbest bırakmak. Salıvermek. Katıştırmak. Kararsızlık-kaynama, yerinde duramama: 243.
Magrib: Batı. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti: 243.
Cirm: Vücud, cüsse, hacim, büyüklük: 243.
Agmar: Yüceler: 243.
Mugrib: ANKA Kuşu. Peşine düşen kuşları-canları tâ murad menziline erende, hepsi kendini oymuş bulan bir hakikate misâl, EFSANE kuşu. Tasavvufta sembol vezninde kullanılmıştır. (Anka, ismi olup cismi olmayan, KAF Dağı’nda yaşadığı söylenen efsanevî bir kuştur. Devlet-saadet, tali’ kuşu yerinde de kullanılan ANKA’nın yüzü İNSAN’a benzeyip, boynu çok uzundur; görünmez yüksekliklerde uçtuğu için, yumurtası da görünmez cinsten, nadir bulunan şeylere “Anka yumurtası” tâbiri teşbih edilmiştir. Kendisinde 30 çeşit kuşun alâmeti, –nurun tecellisi– bulunduğundan, bu kuşun Farsça ismi 30 kuş mânâsına gelen Simurg’tur. Kanaat sahibi ve pek büyük bulunduğu, çok nadir görülebildiği veya başa konan talihe benzediği için, Mürşidler hakkında kullanılır. HEYÜLÂ ve HEBA gibi maddenin kendisinden yapıldığı ama kendisi o madde olmayan ve sadece sembol olarak görünen surete de ANKA denmiştir. Mevlâna Celâleddin-i Rumî: “Kanaat şehrinde oturur Kaf-ı Anka’yız biz!”… Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin bir namı da, “Anka-i Mağrib”tir. Kanaat, halk dilinde, hâliyle dervişlerin dünya tamahına uzak hayatları bakımından maddî rızk ve eşya alâkaları karşısındaki tevekkülü için kullanılmıştır. Yine bu çerçevede, “mevcutla yetinen” mânâsında. Nefsi Allah Resûlü’nün nefsinde fâni olmuş Mevlâna Hazretleri’nin KANAAT’ten kasdında, bu ruh itminanını ve fikrini idrak etmek lâzım… KARTAL da, aynı ANKA gibi kullanılmıştır. RAHME-Kartal. Rahmet… Mağrib: Batı tarafı, Güneş’in battığı yön. Akşam vakti - yön mön yok; topyekün eşya siyah bir örtü altında ve kalb yolunda gidilecek mesafelerin istikamet çilesi ve sırrından başka birşey yok… Mağrib, coğrafya anlamında Tunus, Fas, Cezayir, İspanya-Endülüs için de kullanılmıştır. Yön olarak Doğu ve Batı, dünyanın her yerinde ve her mekân için kullanılır, ülkeler kendilerine nisbetle Doğu ve Batı ülkelerini tanırken, bir de bin yıllar içinde dünya coğrafyasında bu sınıflama yapılmıştır. Malûm, Doğu, Asya’nın tâ Büyük Okyanus’a dayanan sınırında başlayan, ORTA ASYA’yı içine alan ve İran, Azerbaycan’a sarkan, Rusya’nın ilgili kısmıyla birlikte doğrudan Devlet olarak kendini sıfatına dahil eden bir Dünya sınıflaması. Bu şekilde ele alındığında, ANADOLU da, Doğu’ya göre Batı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretlei’nin MAĞRİB-İ ANKA nâmını, tıpkı ANADOLU’nun İslâm’dan önce BİZANS döneminde RUMELİ diye anılışı, bu yerleşik ismi İSLÂMÎ muhtevayla dolduranların hiçbir rahatsızlık duymamaları içinde kullanmaları gibi anlayınız. MAĞRİB, mânevî mânâsını İslâm’da bir kab bulunca, yine aynı tabîlikle ANADOLU tâbirine inkılâb etmiştir.

*

MEREC-Kararsız ve mütehayyir olma-akmaya meyilli. Mecbur olma: 224: CEMR-İnsanların bir araya toplanması… Bildiğiniz gibi, RAHMAN Sûresi’nin 19 ve 20. âyetlerinde, Allah tarafından salıverilmiş iki denizin birbirlerine KAVUŞMALARI, ama ARALARINDA birleşmelerine engel BERZAH bulunduğu anlatılmıştır. Bu iki deniz, hissin zâhirî ve bâtınî bütün KAİNAT ve İNSAN nesne ve keyfiyet suretlerini şâmil bir mânâ arzederken, birleşememenin bütün müşterek ve zıd unsurlarını BERZAH kavramında toplar. Bunun, ben “çocukluğumdaki benim”, ANADOLU mânâ olarak asıl, bu cüssenin gelişmesi boyunca ortaya çıkan problemleri, vücud azalarının vücud bütünlüğüne ve muvazenesi amacına mecbur edilmesi gibi, BERZAH’ın iki tarafı olarak kabul edilir. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” sırrının verimini temin vesilesi ve “lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî. ANADOLUCULUK’tan başka, meselelerin çözülmesini söyleyen çok da, meselelerin derinliğine İNSAN’a doğru çözümünün ölçülerini gösterebilen yok.

*

Üstadım: İslâm inkılâbının günlük politika üstünde, iç oluşu dışarıya doğru örnekleştirci, bütünleştirici ve kadrolaştırıcı büyük siyâsî, milli, ruhî davası ASYACILIK’tır. (Anadolu, Asya’nın Batı’ya bakan son ucunda.)
Üstadım: İşte bu en hassas nokta üzerinde, BÜYÜK DOĞU mefkûresinin Büyük Şark, yâni Büyük Asya’yı kucaklayıcı mânâ şubesinden pırıltılar toplanmakta; ve isim delaletimizin temel direklerinden biri, tepesinde en aydınlık bir vuzuh feneriyle meydana çıkmaktadır. Evet; Büyük Doğu isminin mekân ve saha delâleti, sadece Büyük Asya’dır… Geriye kalan dünya zıd ve düşman saha… (ORTADOĞU, Peygamberler Diyarı ve Allah Sevgilisi’nin yurdu, hem hüviyet ve hem de mekân hususiyeti ile ANADOLU’yu bize yurt kılan mânâsıyla, elbette ANADOLU ve ANADOLUCULUK’un tâbiiliği içinde; ve bugün vurgulanması gereken bir dava olarak, buna mecbur, kendimize olduğu kadar buna mecbur edilmesi gereken.)
Üstadım: Büyük Asya’ya, esasta bizzat Büyük Asya bulunmak üzere, AFRİKA dahildir… Avrupa ve Amerika ise, zıt ve düşman sahanın tâ kendisidir. (Kendimizi kandırmayalım: Madde ve mânâda Avrupa ve Amerika’nın ayağındaki terlik olmayı reddettiğimiz kadar, onların da bize karşı tescilli tavrı budur.)
Üstadım: Aslında KOSKOCA İNSANLIĞA ŞAMİL davamızın, bellibaşlı bir mekân ve saha hükmüyle ASYA üzerinde kümelenmesi ve bir bölüm zoruna düşmesi şu yüzdendir ki, bütün beşerîyet vak’a zâhirde, Asya mekânında tecelli eden ruhla Avrupa mekânında zuhura gelen ruhun çarpışmasından ve dünyayı iki vâzıh bölüme ayırmasından ibarettir… Ve işte bu bölüm, davayı teşmil plânının ifâdesi değil; düşmanı tesbit zaruretinin, kendi kendimizi kadrolaştırmak ve tek vâhid hâlinde bütünleşip düşmanla mânâda ve maddede hesablaşmak için bize yüklediği bir tefrik icabıdır. Yoksa iş, esasında Kâinat çapındadır. (Doğu-Batı ayırımını ilk defa ortaya koyan, Batı, eski Yunan’dır… Herodot’un, Doğu ile savaşlarda onları BARBAR diye nitelemesi ile.)

*

ASYA: En büyük kıtanın ismi. DEĞİRMEN: 72.
Âsiyâ: Su değirmeni. (ASY-Yaşamak. Kocamak. Pîr: 140: SUUD-Mübarek. Mübarek sayılan yıldızlar. “Cüsseler. Bedenler. Nefsler”… Aynı ebced’te olanlar… KEN’: Tilki eniği. Cemetmek. Kalb, gönül… SAY’: Suyun akması… İLM: Bilgi. Bilmek… NASS: Kat’ilik, kesinlik. Tevil ihtimâli olmayan sözler… MESDUL: Salıverilmiş. Serbest bırakılmış.): 72.
Cedidan: Gece ve gündüz. Yenilen iki şey. Yenilenenler. (Ezel ve ebed. Ebedd: İri gövdeli adam… Gece ve gündüz, kendi kendine olan birşey değil, eşya ve hâdisenin ortaya çıkması ile görünendir.): 72.
Hilbilâb: Sarmaşık. Evveli bilinmeyen zaman, hâl ve durum: 73= 1072.
Ilgam: Serab. Kurt. Ot. (Ezell: Kurtla sırtlandan doğan sırtlan yavrusu. Serabla vücudun, serabla hayâlin, biri müessir öbürü infial eden, doğan ESER-Aynaya düşen akisten meydana gelen… EZEL: 37… Üstadım’ın rüyâmdaki yazısını hatırlayınız: “Benim dostum 37 yaşında”…): 1072.
Genc: Define, hazine: 73= 1072.
Ahdes: Fikirli kişi. (YEVMİYE: Genç düşünebilse, ihtiyar yapabilse…): 73= 1072.
HAMKE: BİT. (Fely: Bit toplamak. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Kılıç-kalem. Aslı dişi olan nefsin, kabul edici ruhu “dişi ruh”. Kalem’de, idrak, hem müessir, hem infial eden, hem meydana gelici eser “aynı ânda” mânâsı görülüyor. EMR, Vahy, ilhâm, idrak mevzularına tatbik ediniz… Gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah.): 73= 1072.
Mübelliğ: Tebliğ eden: 73= 1072.
Mübellağ: Tebliğ edilen, duyurulan, işittirilen: 1072.
Bisat: Döşek. Döşeme. Mehd. (Bist: Yirmi… Bist: Salıverilmiş, bırakılmış şey. Yanında yavrusu olan dişi deve.): 72.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1072.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu. (Aynı ebced’te KELEBEK. Yunanca’da RUH mânâsına gelir… Üstadım’ın ÇİLE şiirinden: “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, — Minicik gövdeme yüklü KAFDAĞI, — Bir zerreciğim ki ARŞ’a gebeyim, — Dev sancılarımın budur kaynağı!”… ARŞ, varlığı ihata eden, Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği bir sema tabakasıdır. Onun altında KÜRSÎ-Taht… Allah’ı bildikçe, mahluk olan bir dava… ABDÜLHAKÎM Koltuğunu hatırlayınız… Kulda tecelli eden Allah’ın kudret ve saltanatı, kulun istidadı nisbetince, NEFSİN Hakîm olması; Abdülhakîm Koltuğu derken, Abdülhakîm’in NEFS’in sıfatı oluşuna dikkat. Allah’ın 99 güzel isminden biri varlığın hakikatini yerli yerince eden mânâsındaki HAKÎM, “varlığın hakikatini bilen ve bununla sıfatlanmış” mânâsı ile kulda, Abdülhakîm-Allah’ın hakîm kulu… Mecazî olarak KOLTUK, NEFS… “Bir zerreciğim ki ARŞ’a gebeyim!”… BİT’i hatırla… Ve, Kudsî Hadîs’te Allah’ın, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun KALBİ’ne sığarım!” buyurmasını.): 1072.

*

ASYACILIK: 215.
Münfehim: Anlaşılan, fehmedilen: 215.
Hazr: Bir şeyi tahmin ve takdir etmek, bakmakla tahmin. Çehresini ekşiterek çirkin olmak. (Aynaya bakarken bir ân sureti çirkin ve başka biri olan Veli, yanındaki müridine: Sen bizde çirkin bir hâl görürsen, bizi bırak da, nisbetine sarıl!” buyuruyor!): 215.

 
HER ŞEY AKAR…

 
Benim filân ana babadan doğmam, filân memleketten olmam, filân kültür içinde yetişmem, benim tek başına mesul bir İNSAN olmamı, “nefsimizin bir hakikati olduğu” hakikatini değiştirmiyor. Çevre şartları içinde yapmam gereken şey, “NEFS MUHASEBEM, dünyaya niçin geldimse bu işin hakikatini idrak ettikten sonra ona nisbetle çevreden bana intikal eden içtimaî ritlerin, bu süreç verilerinin, “müşterek şuur”un, kısaca aileden topluma, okuldan kitaba, nereden ne aldıysam ve alıyorsam, bu hazırlopları benleştirmektir. Aydın budur. Velinin, “kendi eliyle kendini tehlikeye atan!” dediği kendini hep “ben kimim?” bilinmezinin içine bir ömür atabilen… Demek ki, sulu zırtlak bir benden ve gülünç bencillik tavırları değil… Dünyada kendi kendi için olmadan, –bu da anlaşılmıyor!–, yâni ateş olmadan yakmak ve ısıtmanın mümkün olmadığı mânâsında başkası için olabilen ne var? O hâlde âlâ bir toplumculuk tarifi yapmış oluyorum. Uydurma ve kazık atıcı bir mantığa tenezzülüm olmadığı gibi, insanı adalet duygusunu uyandırıcı bir yerinden yakalamak istiyorum. Toplumdan devlete, devlet yapısına, dünyaya gösterilmesi ve götürülmesi gerekene, üretimden tüketime ve politika adına ne yapılıyorsa, bir nisbet noktasına göre yapılmasını arzu ediyorum. BÜTÜN BUNLARI, “her koyunun kendi bacağından asılacağı” öte dünya yatırımı ve bu yatırım hissi içinde öbür koyunların da bu şuur ve hâlin sahibi olmalarının bizzat FERT HAKİKATİ’ne âit ve günübirlik çıkar ilişkileri açıkgözlerine mukabil, gerçek açıkgözlüğün bu olduğunu, bu yüzden de o türlü açıkgözler dünyasının anladıkları dilden berhava edilmesini istiyorum… Ne yapmış oldum? Sadece olduğumu değil, olmam gerektiğini de söylemiş, kendimin de yine kendi menfaatine neye nisbetle ADAM gibi eleştirilmem gerektiğinin ölçüsünü vermiş oluyorum… ANADOLUCULUK üst kimliğinin ne olduğu, mantık olarak yukarıda görüldü… Kavim vakıasının zamanla ne kılıklara büründüğü, fakat ortaya çıkan kılıklarında kendi hususiyetleri belirginleştikçe mustakil kavimler olarak görünüşleri, tarihin bütün seyri. Adı sanı kalmamış ve bir başka kavimde erimiş olanlar, erimiş olmakla “yok” mu olmuşlar? Eridiklerini de değiştirmemişler mi? Bu değişenler, isim aynı, sırasında geçmişlerine tamamen zıd mahiyet almamışlar mı? Ölçüyü dil mi, toprak mı, yiyip içtikleri ve giyindikleri diye mi alıyorsun? Bugünkü dünyada, zevk ve imkân olarak tarih boyunca olduğu gibi has bir kavim kalmadığını ve bu ölçü ile apayrı bir kavim kurgusu doğacağını da görürsün. MELEZ diyorsun, onun da tutar tarafı yok, kaç çeşit melez. Melezi de kavimcisi de moloz olduktan sonra, ne mekân, ne dil, bir mânâ ifâde etmez… Şimdi canınız sıkılsa da okuyun kaydıyla, Doktor Mustafa Kalkan’ın KAZAKLAR VE KIRGIZLAR isimli eserinden: ALTINORDU Dönemi’nde KIPÇAKLAR’ı teşkil eden önemli boylar arasında BARAK boyu da vardır. Bu dönemin öncesinde de İT BARAK veya KIL BARAK şeklinde geçen boy ve kavim adı da mevcuttur. Yalnız bu isimler destansı olarak anlatılmaktadır. Yine KAŞGARLI’nın eserinde de BARAK’ın İT anlamına geldiği zikredilmektedir. Bunun yanı sıra BARAK boyunun 16. asırda görülen BARAK (Akbarak İterçi) tayfası veya onun bir bölümü olma iddiası da vardır. L. Rasonyi, “BARAK’ın uzun tüylü köpek” mânâsına geldiğini, Macaristan’daki kavimler arasında değişmeyle bir boy adı olarak 1521’de zikredildiğini belirtmektedir. Moğollar, (Dulat, Kanglı vesaire), günümüzde Kazak ve KIRGIZ ve UYGUR kavimlerinin etnik yapıları içinde eski dönemlerden beri yer aldığından, BARAK tayfası da aynı dönemde ŞEKİLLENMİŞ olabilir. Yine aynı şekilde ULU CÜZ içinde yer alan ANDAS’ın CELAYİR birliğine dahil olan ve ŞUMANAG’dan yayılan bir kol olduğu anlaşılmaktadır. ABRAMZON, “BUGU boyunun birliği içinde yer alan OTUZ OĞUL grubunun köken itibariyle KAZAK olduğunu belirtmektedir”… Kırgızlarla Kazaklar arasında aynı adla görülen ve her iki halka dahil edilen DOLON boyunun tarihi ilginçtir. Bu mevzuda araştırma yapan ve meseleyi ilmî mahfillerde duyuran akademisyenler arasında S. E. Malov ve E. R. Tenişev de vardır. Tenişev tarafından DOLON’un eski MOĞOL dilinde sayı ismi YEDİ, Dolon-Dolan (Dolugan) şeklinde kullanılmıştır. DOLONLAR kendilerinin YEDİ URUĞ’dan çıktıklarını kabul etmektedirler. DOLON grubunun ortaya çıkışı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. DOLONLAR kendilerini MOĞOLLAR’a bağlamaktadırlar. Bazı araştırmacılar ise onları KIRGIZ kökenli olarak görmekte, bazıları da KAZAK birliği içinde yer almışlardır diye kabul etmektedir. Özellikle KIRGIZLAR’ın İÇKİLİK grubunda kabul edilen boylar arasında KAZAK boyları ile yakın ilişki içinde olanlar mevcuttur. Şekerim Hacı’nın verdiği bilgilere göre KAZAKLAR’la KIRGIZLAR arasında etnik karışma ve YOZLAR-Boylar çerçevesinde büyük ölçüde kaynaşma yaşanmıştır. ORTA CÜZ’de ve KIRGIZLAR arasında KARAKIRGIZLAR vardır. Onlar, savaşlar sırasında esir alınanlar arasından çıkmışlardır. Kırgızlara benzeyen bir halk olarak bilinirler. Karakırgızlar sağ ve sol olarak ikiye bölünmektedirler. Boyları, BUGİ, SARIBAĞIŞ, SOLTO, ŞEREK, (ÇERİK), BAĞIŞ ve SAYAK’tır. Bu altısı TAGAY denenin neslindendir. ADİGENE denilenden, MONGUŞ, İÇKİLİK boyları neşet etmiştir. Bunların son ikisi, KIPÇAK, ARGIN, NAYMAN ve KIRGIZLAR arasında erimişlerdir. Şekerim Hacı’nın ifâdesine göre, “sonraki dönemlerde KAZAK adı kullanılmamış olsaydı, KAZAKLAR da KIRGIZ neslinden kabul edilirdi”… NETİCE: Kavim bir vakıadır. Her kavim de, bir zaman melez idi. Bu çerçevede, her devrin hâkim olanı da dahil, neticede ânda varolan bir isim yürürlüktedir. Bugün birkaç bin sene geriye doğru niyetine söylenen her kavim, tarihi boyunca ayrı meyveler veren ağaçlar kadar değişime uğramışlardır. Hayatın tabiî seyri bu. İçinde bulunulan toplum, FERD için, balık için su neyse, o kadar önemli. TARİH de, bulunulan ân için, ondan hâle ne geldi için önemli. Demek ki, bulunduğumuz ânda rastgele bir kalabalık olmadığımız gibi, onun ne olmasını da istiyoruz. Bu mânâda, geçmiş reddedilemez, ama ânda hayâlî bir kurgu da olamaz. İnsanlık tarihinin bilinememesi yanında, bilinen tarihde bile hangi kavim isimlerinin KAYBOLDUĞUNA, neler DOĞDUĞUNA bakmak, bizim vakıayı hâlihazırımızda toparlamamız gerektiğini gösteriyor. Kırgız tarihine şöyle bir bakıvermek, yukarıda işaretlediğimiz vakıayı başka bir ağızdan pekiştirmek olur: Kırgızlar, ilk devletini Milattan Önce üçüncü asırda kurmuşlardır. Çin kaynaklarına göre ise, 6-9. yüzyıllar arasında ilk Kırgız Devleti’ni kuranlar, genellikle uzun boylu, sarı saçlı, kızıl yüzlü, mavi gözlüdür. Bugünkü Kırgızistan topraklarından doğuya ve kuzeydoğuya uzanan ORHON sahasından HAKASYA’ya (HAK-ASYA) kadar olan bölgede yaşadıkları, sonra HUNLAR’ın hâkimiyetine girdikleri… Kırgızlar’dan, Milâttan önce 2. yüzyıl Çin kaynaklarında ve ORHUN kitabelerinde de bahsedilmiştir… GÖKTÜRK çağında Güney Sibirya’da, aşağı Yenisey (ENESAY) kıyılarında yaşıyorlardı. Günümüzde KIRGIZ Türkçesi’nde “say” dere demek. Onların eski yerleşim yeri, Kuzeybatı MOĞOLİSTAN’dan ALTAY Dağlarıyla beraber ARAL Gölü, HAZAR Denizi ve TANRI Dağları’na kadar uzanmıştır. Kırgızlar buralarda aşağı yukarı üç yüzyıl yaşamışlar, sonra BUHARA yönüne çekilmişlerdir. En son ANDİCAN, NAMANGAN ve ALTAY Dağları civarına yerleşmişlerdir. Bazı kaynaklara göre Kırgızlar, 14. yüzyıla kadar MOĞOLİSTAN’ın batısında yaşamışlar ve burada hâlâ KIRGIZ adında bir gölün bulunduğu, sonradan TANRI Dağı ve PAMİR’e geldiklerini, kuzeydeki JUNGAR Hanlığı’nın Kırgızlara baskı yapmasından ISSIK GÖL bölgelerine geldikleri anlatılan bilgiler arasındadır. Kırgızlar, o dönemde yüksek savaş yetenekleriyle ve yüksek bölgede yaşama dayanıklılıklarıyla, Orta Asya’da nam salmışlardır… KIRGIZLAR’ın bugünkü vatanlarına nasıl geldikleri hakkında, çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları 16-17. yüzyılda geldiklerini söylerken, bazıları da 10. asırdan beri TANRI Dağı etrafında yaşadıklarını… Yine: 14. asırda Tanrı Dağları’nda bulunduklarını… Onların göçebe hayatı yaşayan ve Orta Asya’nın KADİM Halkı olduğunu söyleyen tarihçiler… Kırgızların tarih dönemleri: GÖK Türkler dönemi. UYGURLAR dönemi. TİMUR ve Hanlıklar dönemi. Sovyetler Birliği dönemi. BAĞIMSIZ Kırgız Cumhuriyeti… Çin Tarihi’ne göre KIRGIZ adı, “Gengün” ve “HİA-KİA-SSEU” şeklinde kaydedilmiş: Çince’de bu kelime KIRGIZ kelimesine karşılık geldiği için olabilir. KIRGIZLAR, kaynaklarda TÜRK asıllı gösterilmekte ve tahminen 5 ve 6. asırlarda Türkleşmiş kavimlerden sayılmakta… Netice olarak: KALMUK ve MOĞOLLAR’a karşı 16-17. Yüzyıllarda mücadele veren KIRGIZLAR, 18. yüzyılda TÜRKİSTAN’da teşekkül eden Hanlıklara tâbi olmuşlardır. 1860-1861 yıllarında RUSLAR tarafından işgal edilmiş, 1991 yılının Ağustos ayında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır… İslâm’ı kabul etmeleri ve buna nisbetle şekillenmeleri 10. yüzyılda başlamış.
 

BİRKAÇ KELİME

 
BARAK: Uzun tüylü köpek. Tüylü çuha. Bir av köpeği cinsi. Güneydoğu Anadolu ile Suriye’nin kuzey bölgelerinde yaşayan bir Türkmen topluluk. Ağaçlara sarılan büyük asma. (Köpek: Kalb. Sezgi. Basiret. Feraset… Tüy: Kıl. Sakal. Şiar. Şiir. Ölüm… Rez-Bağ kütüğü, üzüm asması: 207: Kamus-Lûgat. Derya. Denizin derin yeri: Perda-Yarın. İstikbâl… Barik: Şimşek, ışık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.): 304.
KADER: Takdir-i İlâhî. Alınyazısı. Baht: 304.
MÜSTAHRİC: İstihrac eden, ibareden mânâ çıkarma istidadında olan: 1303= 304.
ŞEDD: Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. TASVİR: 304.
ŞEGAB: Çanak yapan, kab yapan. Çanak tamir eden: 1303= 304.

*

ENESAY: (Ene: Ben. Ego. Nefs… Say: Dere. Çay. “Saygı. Sayı saymak”… Say’: Suyun akması… Sa’y: Çalışma. Gayret. Hızlı yürüme. Cüret etme… ENE-SAY: “Ben kimim?”…): 192.
ENFAS: Nefsler. Nefesler. Ruhlar. Canlar. Cevherler. Dua: 192.
MİNZAR: Ayna. Gözlük: 1191= 192.
AKINCI-GÜÇ: (1979’da çıkardığımız dergi… AKINCI: 164: “Ben kimim?”… Aynı ebced’te olan… RAHMAN Sûresi 19 ve 20. ayetler: 3164…): 193= 1192.

*

HAKASYA: (HAK-ASYA… Alasya: Odun kömürü… AL-ASYA: Kor kömür. “Asya ateşi”… Fehm: Kömür. Anlayış… Anlayış ateşi… HAK ANLAYIŞ.): 180.
KAUD: Binilmeye müsait 2 yaşında DEVE. (1977’de birinci devre GÖLGE ve “Bütün Fikrin Gerekliliği” isimli eserimin tefrika edildiği, 3 sayı çıkan ikinci devre GÖLGE dergisi. Demek ki, 1977-1979 AKINCI GÜÇ arasında 2 yaş fark var. Arada, bugüne gelen bütün eserlerimde TEMEL yapı, “Bütün Fikrin Gerekliliği”… Demek ki, Üstadım’ın ithaflarına mevzu AKINCI GÜÇ, böyle bir AYNA.): 180.
ZARF: Kab: 1180.
MEMSUD: Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan. “EBEDD: 7: EBEDÎ-İstikbâl”: 180.
MALKOÇ: Osmanlı İmparatorluğu’nda Akıncılar’ın başı: 180.
MEHDÎ Salih İzzet Erdiş: 1180.


Baran Dergisi 244. Sayı