Dünyanın mihver insandan mahrum kaldığı gaflet ve nisyan asırlarının alâmetleri, felsefede, ilimde, san'atta kıraç, verimsiz, çorak, sahte mahsuller doğurmaktır.

Tacikistan bu zorbalığın bedelini yine kendisi ödeyecek Tacikistan bu zorbalığın bedelini yine kendisi ödeyecek

Beşeriyet, bu hastalık ve sapıklık çağlarında, zihnî ve rûhî ihtiyaç ve ölçülerin berâberce kabul ve teyit etmiş olduğu "büyük adam" yerine onun sahteleri, erzatsları hatta fosilleri ile avunur ve bu yalancı idolün etrâfında zürriyet vermeye uğraşır. Ne ki, bu birleşmeden meydana gelen fikir veya san'at mahsulleri, devamlı, soylu ve makbul bir bereket değil, gayrimeşrû ve inkâr edilmiş bir kalabalıktır. Onun için de, hakîkî kıymetleri ve mihver fikri kaybedip sentetik merkezler etrafında peteklenmeye uğraşan kütlelerden, ne gerçek bir îman adamı ne san'at ne de fikir dehâsı çıkabilir. Bu kof, sığ ve götürü pazar heyecanların adamı, ne yeni bir medeniyet kurabilir ne de asırların yıpratamayacağı dayanıklı fikir ve san'at mahsulleri verebilir.

Şu halde, yalnız akıl ve madde noktasından hareket ederek, müşterek îman merkezlerini tahrip ede ede, var kuvvetini dış tabiatı fethe harcayan ve sadece madde ile güreşen sıradan insanın yaptığı nedir?

Bilhassa Rönesans'tan bu yana, yeryüzünün ağırlık ve üreme merkezi olan garp, maddeyi laboratuvara getirerek, ona, her gün biraz daha hâkim olmak çârelerinı araştırmış, bulmuş ve teknik hárikalar meydana getirmiştir.

Ancak, bu üstün başarısına rağmen, kabul etmek lâzım ki, maddeye hâkim olmak, bizzat kendine hâkim olmaktan kolay ve basittir. Zîra kendi derinlerine inmekte, insanlık ve hayvanlık sınırlarını tâyin mücâdelesinde mükellefiyet, mesûliyet ve çetin zorluklar vardır. Halbuki maddeyi itâat altına almakta hem gurur hem de bu akıl mahsûlü îcatlarla, bizzat kendi gözünü boyamak gibi beşerî bir zevk ve tatmin mevcuttur. Ama duygu ve ruh iffeti gibi bir arınmışlık bölgesinin dört başı mâmur huzúruna kavuşamamış olmaklık yüzünden tek taraflı kalmış, bütünlenememiş bir dağınıklık ve ümitsizlik vardır.

Ne çâre ki, kendini bu satıh üstü îcatçılığının haz ve zaferi anaforuna kaptırmış olan insan oğlu, sarsılan îmânını; kaybettiği asâletini; boşa harcadığı zevkini ve tefekkür kudretini geri isteyecek ihtiyaç ve istidâdı, henüz uyukladığı köşesinden dürtüp kendine getirememiş bulunuyor. Zîra, bir mânâda kendi eliyle kendi etrafında ördüğü esâret çemberi ve meydana getirdiği teknik ordularla tecrit edilmiş olarak, eli kolu bağlı bulunmaktadır. Öyle ki, tarlasını fabrikasını işlettirdiği, denizlerin altına daldırdığı, bulutların üstüne uçurttuğu makinelerinin gurûru ile sarılmış olarak kendini arasa da bulamayacak kadar düşünce cihâzı uyuşmuş ve kendisi de, sanki meydana getirdiği icatlarına benzer bir cansız cisim hâline gelmiştir.

İşte bu insan oğlu, avuç içine alıp hükmettiği maddenin rahatlığını yudum yudum tadarken, geçmiş ve gelecek endişesi olmayan dünyasının içinde murakabesiz, kontrolsüz tehlikeli ve hatta azgın bir hürriyetin esiri olmuş bulunmaktadır.

Belki de en kötü esâret, bir efendiye köle ve hizmetkâr olmaktan ziyâde, kendi hayvânî ihtiras ve şehvetlerinin kulu ve bendesi olmaktır.

İşte insan, bir merkeze ve dolayısıyla kendi kendine karşı duyduğu mesûliyet fikrinden çözüleli beri, cemiyetle olan münasebeti de sıcaklığını, sevgi ve anlayış esâsına dayanan yumuşaklığını kaybetmiştir. Onun için de fertlerin ve dolayısıyla kütlelerin birbirleriyle olan muâmele ve alış verişlerini bir menfaat ve mal mübâdelesi seviyesine düşmüş görmekle şaşmamalıdır.

Ne yazık ki ona da bugün, bir eşyâdan, bir maldan ileri değer vermek zorlaşmış bulunmaktadır. Zira maddi imkânları kudret ve refâhı arttıkça, şefkati, merhameti, sevgisi ve derinliği azalmış; bedenî hazları ziyâdeleştikçe gurûru ve egoizmi galeyan etmiştir.

Hulasa, dış tabiatla giriştiği savaş ve elde ettiği başarı, iç tabiatında ıztırapların, gaflet ve kör dövüşünün artmasına yol açmış bulunuyor. Böylece de tekniğin zaferi, iç dünyasını yıkan insan neslinin huzur ve saâdet anlayışını altüst ederek maddesiyle mânâsının arasına karlı dağlar koymuştur.

Ama başı ve devamı bilinmeyen târih öncesi devirlerden beri, tecessüslerini tecrübeye vurmaktan geri kalmayan insan oğlu için, dalâlet ve sapıklık dediğimiz elemanların da yeni oluşları gerçekleştirmek gibi ciddi payları inkâr olunabilir mi? Zîra her iyilik içinde kötülüğün her kötülük içinde de bir iyiliğin tohumları gizlidir. Yeter ki müspet elemanları dürtüp uyandırma ihtiyacı, beşer idrâkinin ufkunda belirsin.

Bugün insan oğlu, büyük ekseriyeti ile, kendi kendisinden alâkasını kesmiş ve yalnız kendi dışındaki kuvvetlere bağlanmış, onlarsız olamaz hâle gelmiştir.

Yaratılış kanunları ise, onu mutlaka bir merkeze tutunmaya zorladığından, ister istemez, tabiatın buyruğuna baş eğmeye mecburdur. Şu halde, kendi varlığı hazînesini koyup ve gerçek kıymetleri tahrip edip nazarlarını sadece dünyanın dış yüzüne çeviren bu adam, alâkası hâricinde bıraktığı hakîkî merkezler yerine onun sentetik mukābillerine sarılmış bulunuyor. Ama bu da bir tecrübedir. Netîcede de giriştiği o tecrübenin gerçekliğini veya sahteliğini farkedeceği muhakkaktır. İşte o zaman, seçtiği yolun çıkmazlığına toslayıp geri dönmek istediği zaman, mutlaka bir mihver insanın ardına düşüp, onun etrafında döllenmek ve dünyasını yeni baştan inşâ eylemek sûretiyle geniş bir nefes alabilecektir.

*

Yazık ki bugün kendi kültür ve medeniyetinin ip uçlarını kaybeden Türk milleti, kendine, târihî ve milli bereketlerinden faydalanacağı bir yol çizmiş değildir. Onun için de, dünya fikriyâtının peşini kovalamakta, önüne çıkan fakat bünyesine uymayan aykırı nafakalarla idrak fesâdına uğramakta bulunuyor.

Ama gün olup, ikbal ve istikbâlini tâyin edecek şuûra erdiği zaman, maddesiyle mânâsını atbaşı yürütecek bir mihver insanın adımlarını takip eylemekte bekā ve devamını göreceği de, uzak olmayan gerçekler arasında sayılabilir.

Samiha Ayverdi, Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız, s. 138-14