"1760 tevellüdüm. Beş yaşındayken veba salgını oldu Osmanlı'da. Benden evvel de olmuş. Dört çocuğunu bu illetten toprağa veren anamla babam, sağ kurtulayım diye yayladaki çoban kulübesine bıraktılar beni epeyce erzakla birlikte. Düzde bahardı da kar kalkmamıştı hâlâ orada. Suyu nasıl bulacağımı gösterdi babam ağaçların dibini eşeleyerek. Üçüncü denemesinde buldu kaynak suyunu. Yazın işin kolay,' dedi, "Toprak nemliyse altında mutlaka su vardır."

Gittiler sonra. Anam arkaya dönüp baktıkça gözlerini sildi. Onu son görüşüm oldu zaten. Babam dört defa geldi beni yoklamaya. Sorduğumda, 'Hasta, yatıyor, yormak istemedim,' dedi hep. Beşinciye o da gelmedi. Veba illetinden öldüklerini düşündüm. Sağ olsalardı bırakmazlardı beni.

Erzakım bitti çok geçmeden. Geyik, tilki, tavşan ve envai çeşit kuş vardı etrafta. Onların yediği otları, mantarları toplayıp yedim."

"Avlanmadın mı hiç?"

"Aklımdan geçmedi değil. Ok da yaptım kendime kulübede bulduğum malzemelerle lâkin kıyamadım vurmaya. Onların eviydi orası, yaban olan bendim.

Kar örtüsü parçalanmaya başladı günler geçtikçe. Öbeklendi. Onlar da küçüldü giderek. Sadece ağaç gölgelerinde kalmıştı, çoban, sürüsüyle geldiğinde.

Sabit'miş adı. Ateş yaktı kulübede. Bir sürü çalı çırpı topladık birlikte. Süt sağdı sonra kendi keçilerinden. Kaynatıp içirdi bana. 'Köyüne götüreyim seni,' dedi. Adımı sordu, söyleyince başını eğdi öne. Emin oldum anamın babamın öldüğünden o an. 'Böyle yalnız başına yapamazsın burada, dedi sonra başını kaldırmadan. Bir hâl çaresi bulmam lazım sana. Hele düşüneyim.'

O gün düşünemedi. Taze filizleri yemek için ağacın tepesine tırmanan keçilerden biri ters düşüp ayağını incitmişti. Onunla uğraştı durdu akşama kadar.

Ertesi sabah, aşağıdan bağırdı beni görünce, 'Buldum, az bekle hele,' diye.

Keçileri yaydıktan sonra geldi soluk soluğa. Seninkine yakın bir köy var, daha yukarıda. Üç kişi kalmış köyde. Köyün delisi Hamdi, kimseye sokulmadığından veba bulaşmamış ona. İmam Recep Efendi şehirdeymiş o vakit ve geri dönmemiş bitesiye veba illeti. Dönerken de çoluğu çocuğu getirmemiş. Saadet Hanım da kocası savaşta ölüp dul kaldığından beri yalnız yaşar. Gelirken yolumu o köyden geçirdim erken çıkıp. Anlattım böyleyken böyle diye, Saadet Hanım, 'Getir, ben bakarım sabiye,' dedi. Ona götüreceğim akşama seni."

Gazzeliler kış şartlarıyla mücadele ediyor! "Soğuk ve yağmur acılarımızı artırıyor" Gazzeliler kış şartlarıyla mücadele ediyor! "Soğuk ve yağmur acılarımızı artırıyor"

Anamın erzakları bohçaladığı peştamalı katlayıp koynuma soktum. Elimle cebimi yokladım, babamın verdiği çakı yerindeydi. Gene süt sağdı bana Sabit. Isıtıp, yanında getirdiği ekmeği doğradı içine. 'Yolumuz uzak, sağlam ye,' diyerek önüme sürdü tası. Ellerimi yumruk edip göğsümü dövdüm, 'Yorulmam ben,' dedim.

Sabit Emmi beni sırtına aldığında gülünce, 'Bu kadar uzak olduğunu bilemedim,' dedim yüzümü sırtına saklayıp. Beni evin önünde sırtından indirip kapıyı çaldı. Camdan bakıp öyle açtı kapıyı Saadet Hanım. Ağlamaya başladım onu görünce. Annem gibi bakıyor, onun gibi gülüyordu.

Kendi evladı gibi bağrına bastı, bakıp büyüttü beni. Okuma yazma öğretti. On dokuz yaşındaydım öldüğünde. Kimsesi olmadığından mezara ben indirdim. Duramadım sonra oralarda vurdum kendimi dağlara: Koynumda anamın peştamalı, cebimde babamın çakısı, omzumda Saadet Hanım'ın kocasından yadigâr av tüfeğiyle birlikte.

Gelip buraya yerleştim işte: Dağın zirvesine. Kartallar bile üşenir, nefesi yetmez buraya çıkmaya. Ağaçlar desen, yüksekliğinden bacamın dumanı bile görünmez düzden."

"Hiç inmedin mi aşağıya?"

"İki kez indim. Sonkinde, Osmanlı yıkılmış Cumhuriyet ilân edilmiş buldum. Dilsiz oluverdim bir anda. Latin Alfabesi bulup aldım. Parasız dağıtılıyordu zaten herkes öğrensin diye."

"Benim de aklımdan geçmişti, iki yüz elli altıyı Türkçe söylemesini nereden öğrendin?' diye soracaktım. Takvim yok, saat yok, iki yüz elli altı yaşında olduğunu nereden biliyorsun?"

"Gel göstereyim."

Kulübenin arkasına dolandı kapıdan çıkınca. Kara bata çıka yürüyorduk. Dev bir ağacın dibinde durdu. Tek yaprak yoktu üstünde. "Harnup," dedi gövdesindeki karları temizlerken. Arapça olduğunu tahmin ettiğim iki harf ya da rakam kazınmıştı en tepeye, altında da yüzlerce çizik. "Buraya yerleştiğimde on dokuz yaşındaydım. Sonrasında her baharda bir çizik attım."

Yeniden kulübeye döndük. Kapıyı kapatana kadar kar da girdi ardımızdan. Balçıkla yaptığı ocak geçmek üzereydi. Odun attıktan sonra yanındaki çuvalı karıştırmaya başladı. Ağzını büzüp duvara yasladığında elinde keçiboynuzları vardı. "Harnup," dedi uzatıp. Kemirirken sordum, "Hâlâ avlanmıyor musun?"

"Yok," dedi, "Tek bir cana bile kıymadım hayatım boyunca. Sadece ölmek üzere olan hayvan karşıma çıkarsa onları kesip yedim. Tüm dağ benim dostum. Karda boranda, yiyecek bulamadıklarında kapıma gelirler. Eli boş yollamadım tekini bile. Anası ölen yaban keçilerini büyüttüm çokça, ceylanları, tavşanları... Ha, tilki yavrusu da büyüttüm. Kalmıyorlar ama. Benim duymadığım bir ses çağırıyor onları. Kulaklarını kabartıp dinlediler mi, 'Tamam,' diyorum, 'Ayrılma vakti geldi.' Yanıltmadılar hiç beni. Ama ziyaretime gelirler her daim, neme lazım."

Gözlerine yıldızlar dökülmüştü hayvanlardan söz ederken. Aniden, "Sen anlat bakalım şimdi, ne işin var bu kartalın uçmaktan, yılanın sürünmekten imtina ettiği bu dağın başında?" diye sorunca dumura uğrayıp ne diyeceğimi bilemedim. Doğruyu söyledim biraz düşündükten sonra.

"Aranıyorum, saklanmam lazımdı," dedim. Yüzündeki kırışıklar derinleşti sağ gözünü kısınca. Kafasını kaşıdı epeyce. "Sen eşkıya mısın yoksa?" diye sordu.

Siyasi desem bir de uzun uzun açıklama yapmak durumunda kalacaktım, "Evet," deyip geçiştirdim.

Gözlerimin içine baktı. Kalkıp az önce keçiboynuzu çıkardığı çuvalın başına gitti. Elindekilerle gelip karşıma oturdu bağdaş kurup. "Anamın peştamalı, babamın çakısı," deyip kucağıma bıraktı onları. Sonra duvarda aslı av tüfeğini işaret edip, "Bu da ikinci anam Saadet Hanım'ın hediyesi av tüfeği, hepsi sana emanet," dedi.

"Kabul etmem, onlar size lazım olur," diyordum ki susturdu beni. "Durmadan anamı, babamı, Saadet Hanımı görür oldum rüyalarımda. Israrla çağırır dururlar beni. Kavuşma vaktim yakındır," der demez ayağa fırladım. İki yüz elli altı sene yaşamış, ölmek için beni mi beklemişti bu adam. Saçmaydı çok. "Kabul etmem," dedim bağırarak. O, ne kadar sakindi tersime... "Ölmezsem etme, tamam," dedi, "Ama ölürsem beni toprağa ver."

Karmakarışık olmuştum.

"Hayatta herkesin kendisinin bile bilmediği görevleri var," dedi. "Senin buraya gelip beni bulman da tesadüf değil. Hissediyorum ben: Kar topluyor yüreğim, yağması yakındır. Ama eğer bir gün düze inersen beni unut, sakın hatırlama."

Oturmadım; çöktüm. İki yüz elli altı yıl yaşamış bir insan nasıl unutulurdu ki? Ona söylemedim ama aklımdan geçeni. "Çay," dedim, "Ne demliyorsun çay niyetine?" Duvara asılı kuru demeti işaret etti. "Adını bilmem, bundan demliyorum," dedi.

Sarı kantarondu.

Kalkıp bir tutam koparttım. Ocakta su kaynıyordu.

Hâlname, Ütopya Yayınevi, 2017, s. 633-636