Nasrettin Hoca'nın hikâyeleri arasında nükte ve zarâfet bakımından çok câzip bir fıkra vardır: Bir gün Hoca'nın canı helva ister. Karısına "Hâtun" der, "Bir helva yapsan da yesek." Fakat kadın, şikâyet fırsatı bulmaktan memnun, hiddetle cevap verir: "Ne ile ya- payım? Ne un var, ne şeker, ne de yağ..."
Hoca mahcup, sesini çıkarmaz; kapıyı çekerek uzaklaşır. Evinde unu, şekeri yoksa da, hikmetle yoğrulmuş bir zekâsı, gama deryâdillik çeşnisi veren geniş bir felsefesi de yok değil a... Canı istediği zaman helva yapamazsa da, yoksulluğundan çıkardığı ahkâmı, insanlara ikram da mı edemez?
Ağır ağır yürüyerek bakkalın önüne gelir ve başını içeri uzatarak sorar: "Bakkalbaşı, bu yağ senin mi?", "Evet Hocaefendi...", "Bu şeker?" "O da benim." "Ya şu un?", "Evet o da benim". O zaman Hoca, hayret ve gıpta ile sorar: "Peki öyleyse neden helva yapıp yemiyorsun?"
Zaman zaman aynı sual, bir tedâî şimşeği ile günümüzün meseleleri üstünde de çakarak, bazı meç hullerden ve bu meçhullerin gizli maksatlarından yarı hiddetli, yarı tehditli, hesap sorar.
Meselâ, Amer memlekette çeşitli istikāmet ve karakter- de mecmualar, kitaplar çıkmaktadır. Çoğunun da kapakları perde ve sahne kadınlarının resimleriyle süslüdür. Bunları, sallandıkları tütüncü dükkânlarının camekânlarından alıp da okuduğumuz zaman, elde avuçta, dilde damakta, kuru emzikle avutulan bir çocuğun hâsılasız keyfinden gayri ne bir tat, ne bir gıdâ ve muhteva kaldığını görürsünüz
Halbuki büyük sermâyeleri, teşkîlât ve kadroları, örnek matbaaları ile her attığını vurabilecek imkânları olduğu halde, millî çizgilerimizi, milli ruh ve îmânımızı atlayıp, bizi bize unutturacak kalitesiz ve kopyacı metotlarında ayak direrler.
Her şeye rağmen, yine de içiniz koymaz, döner döner tekrar edersiniz: Bu memlekete fikir hizmeti mi etmek istiyorsunuz? Şu halde ona kendi irfânından, kendi san'atından ve mâzîsinden bir helva karıştırıp aç ve yoksul dudakları nafakalandırın/Velev ki bir lokma olsun, ama kendinin olsun.
Aldırmazlar ve arkalarından yüz binleri de sürükleyerek uçuruma doğru yollarına devam ederler. Ne ki, gittikleri yolun sonundan habersiz değillerdir. Tehlike ânı gelip çatınca geri çekilmesini de bilirler. Ama peşlerinden körü körüne gelenler, hızlarını kesip duraklayamadan yuvarlanır giderler.
İkazlarınıza beylik mâzeretleri vardır: "Sürüm ve ticaret, ne yapalım," derler. Fakat aklıselim için bu özür ne makbul, ne meşrû, ne de mülayimdir. Gerçi, her cemiyet hizmeti gibi, kültür faâliyetinin de maddi bir karşılığı olması tabiidir. Fakat bu faaliyet, sırf ticâret metâı hâline getirilirse, o zaman buna dalâlet denir. Hele, "Ne yapalım, halk bundan anlıyor; bu türlü neşriyatı tutuyor" diyerek cemiyetin zaaf ve temâyüllerini bir çiftlik gibi işletmek, felaketin ta kendisidir.
Dünyanın hiçbir yerinde matbûat, halkın ölçü ve seviyesine inmek sûretiyle cemiyetin irfan ve medeni. yet seviyesini yükseltmemiştir. Binâenaleyh umumi efkârı, olduğundan bir adım ileri götürmek, onun ölçülerine düşmek sûretiyle değil, onu kendi anlayış irtifâına çekip yükseltmek seferberliğini açmakla olur.
*
Şu da bir gerçek ki, bu anlayıştan hareket eden îman, ihlâs ve hamiyet sâhibi zümrenin, maddi iztırar ve müşküller ile elleri kolları bağlı olduğundan, canlarının çektiği helvayı yapıp yemek ve yedirmek imkânından mahrum bulunuyorlar.
Ve onlar sadece gözbağcılık ediyorlar, halka, keçiboynuzunun balı kadar olsun bir ağız tadı veremiyorlar. Veremiyorlar da ne demek? Vermek istemiyorlar. Çünkü fikrî sefâlete, içtimâî seviyesizliğe yürekleri yanmıyor. Çünkü meseleleri yok, dertleri yok, cemi- yet adına temennîleri ve talepleri yok. Kitap demek, ya insanların ihtiraslarına, şom ve hıyânetle beslenmiş ideolojilerine hitap etmek, ya da önlerine sâde suya fikir sürmek; mecmûa demek, aynı alâkayı güzel kâğıt, güzel baskı ve üç beş resmin tuzağında hapsetmek demektir.
Bize lâzım olan bunlar değildir. Güzel baskı, güzel kâğıt bu milletin fikrî talebinin cevabı olamaz. Hokkabazlık jestleriyle milli şuûrumuz uyanmaz, hayati ihtiyaçlarımız halledilemez. Eğer cemiyet olarak seviyelenmek ve değerlenmek istiyorsak alaka merkezlerimizi evvela kendi kıymetlerimizin peşine düşürmek zorundayız. Bu şifreyi kullanmadıkça da "feth-i bâb" diye bir şey beklememek gerek.
Şunu da unutmamak lâzım ki en yoksul zamanlarımızda dahi yağsız, şekersiz, unsuz kalmamışızdır. Yeter ki potansiyel olarak hâmil ve sahip olduğumuz bu değerlerden helva yapıp yemesini ve yedirmesini bilelim.
Sâmiha Ayverdi, Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız, 1957, s. 188-191