Şöyle bir hayal edin... 

Sabah saati... Evinizden çıkıyorsunuz... Arabanıza binmek için yolun karşısına geçeceksiniz. Adımınızı yola atar atmaz arabalar durup size yol veriyor.  

Arabanıza biniyorsunuz. Yol boyu sakince ilerliyorsunuz. Hiçbir araba sizi sıkıştırmıyor, makas atmıyor, korna çalmıyor, camdan el kol hareketi yapmıyor, ortalama hızınıza rağmen yanınıza gelip size küfretmiyor.  

Ya da, aracınızın park ettiğiniz yerde çizildiğini fark ediyorsunuz. Sileceğinizde bir kart görüyorsunuz ve hemen kartın üzerindeki numarayı arıyorsunuz. Karşıdaki kişi verdiği zarar için sizden samimiyetle özür diliyor, mecbur olduğu için gittiğini ama onarım için gereken şeyleri yapacağını söylüyor.  

Marketteki sırada en yakınınızdaki kişi birkaç adım gerinizde duruyor. Kasiyer işlemleri biraz uzatıyor. Fakat kasadaki işiniz bitene kadar kimse söylenmiyor, tartışma çıkarmıyor ya da sizi gözleriyle taciz etmiyor. Tartışmadan, gerilmeden marketten çıkabiliyorsunuz.  

Akşam evinizde camları açıp oturuyorsunuz. Sokak sessiz, parklar sessiz, şehir sessiz... Bağırarak yürüyenler, yüksek sesle küfür ederek parklarda oturanlar, içip içip şarkı söyleyenler, teybin sesini sonuna kadar açarak kapınızın önünden geçen arabalar yok. Kahvenizi huzurla yudumluyorsunuz. Çünkü alt ve üst kattaki komşularınızın da kimseye rahatsızlık vermemek için hassas davrandığını biliyorsunuz.  

Aldığınız peynirde, zeytinde, domateste, konservede hile olmadığını bildiğiniz için gönül rahatlığıyla yiyorsunuz. Pazarcının torbaya meyvenin çürüklerinden koymayacağından eminsiniz.   

İnternet hizmeti veren firmaya ilk aramanızda ulaşıyor, abonelikle ilgili sorununuzu tek seferde çözüyorsunuz. Eşyanızı taşıması için anlaştığınız nakliye firması, anlaştığınız fiyatı bahanelerle değiştirmeye çalışmıyor. Şehirler arası yolculukta koltuğunuz başka kimseye satılmıyor ve otobüs tam taahhüt edilen zamanda kalkıp gideceği yere varıyor. Söz verdiğiniz zamanda sözleştiğiniz kişiye kavuşuyorsunuz.  

Kızınız sokakta güven içinde yürüyor. Ona zarar vermenin kimsenin aklından geçmeyeceğini biliyorsunuz. Çünkü siz de sokaktaki diğer kadınlara karşı nazik ve hassas davranıyorsunuz. Giyim kuşamla ilgili bir sorununuz yok çünkü, diğerlerini rahatsız edecek şekilde mayo-bikini gibi şeylerle sokaklarda dolaşmıyor kimse.  

Ne hastanede, ne belediyede, ne vergi dairesinde birilerinin sıraya kaynama yapmayacağını, yukardakilerle görüşüp öne geçmeye çalışmayacağını sizin beklediğiniz gibi herkesin kendi sırasını bekleyeceğini biliyorsunuz.   

Siz iş yerinize gelen biri ile nasıl hassasiyetle, içtenlikle ilgileniyorsanız, hizmet aldığınız işletmelerde de benzer bir hassasiyetle muhatap oluyorsunuz. Kamuya işiniz düştüğünde size saygı duyulduğunu, işinizin hallolması için gayret sarf edildiğini hissediyorsunuz.  

Ticaret yapmaktan çekinmiyorsunuz, çünkü piyasaya, alışveriş yaptığınız insanların dürüstlüklerine, borçlarına sadık oluşlarına güveniyorsunuz. Alacağınızı tahsil edebileceksiniz, o mal size söylendiği kalitede, güveniyorsunuz.  

Topluma bakıyor, elindekinin kıymetini bilen, gereksiz harcamalar yapmaktan kaçınan, popüler kültürün dayatmalarına cephe alabilen, ölçülü, kanaatkâr, saygılı, adil, şerefli, ülkesini-milletini seven insanlar görüyorsunuz. Bu insanların arasında yaşamaktan, bu toprağın havasını solumaktan mesut hissediyorsunuz kendinizi. Başka bir yerde yaşamayı aklınızdan bile geçirmiyorsunuz...  

Eminim siz de bu sürü şey ekleyebilirsiniz bu sayılanlara.  

"İsrail'in Gazze saldırıları 'Batı'nın kötücül doğasını' insanlara gösterdi" "İsrail'in Gazze saldırıları 'Batı'nın kötücül doğasını' insanlara gösterdi"

Siz de ekleyince ortaya, Thomas More’un ütopyası ya da The Truman Show’da, Truman’ın yaşadığı Seahaven benzeri bir cennet çıkar.  

Bu cennetin hali hazırdaki Türkiye olmadığını biliyoruz.  

Ama insanların birbirine güvendiği bu cenneti kuramaz mıyız diye de merak ediyorum. Fazla mı iyimserim, bilmiyorum.  

Günlük hayatın içinde bizi cinnet noktasına getirerek toplumdan kaçma hissi uyandıran şeylerin büyük siyasal ve ekonomik kurgulardan ziyade, adab-ı muaşerete ilişkin şeyler olduğunu düşünüyorum.  

Bu yıl üniversite sınavına üç buçuk milyon öğrenci girmiş.  

Bu öğrencilerin kaçı burada yazan değerlerle ilgili bir bilince kavuşarak, öz disiplin kazanarak o sınava girdi acaba?  

Meselemizin öğrencilerin matematik, fizik, kimya öğrenmesinin, diploma almasının ötesinde olduğunu anlamamız lazım. Kuramsal bilgi eksikliği olduğu için bugünkü cehennemi yaşamıyoruz.  

Sıraya kaynayanlar, arabanızı çizip kaçanlar, parkta yüksek sesle küfredenler, ağızlığı olmayan pitbullla dolaşanlar, kızınızı taciz edenler kimya dersinden kaldıkları için böyle yapıyor değiller.  

Çözüm kimyaya yüklenmekte değil!   

Onlar, insan olmanın, insanlara saygı duymanın, şerefli yaşamanın, yiğitce bir ömür sürmenin, kibar olmanın değerine inanacakları; başkalarının hakkına riayet edecekleri bir “terbiye sistemi”nden geçmedikleri için içgüdülerine teslim olmuş durumdalar.  

Vahşi arzularından, bencil isteklerinden, bedensel hazlarından, kişisel başarılarından başka kılavuz tanımadıkları ve kendilerini denetleyecek hiçbir hukuki, toplumsal normu kabul etmedikleri için böyle saygısız ve zararlılar.  

Saydığımız temel insani değerlerin, ders başarılarından başka bir şeyi esas almayan rekabetçi kapitalist eğitim koşullarında hiçbir ehemmiyeti yok.  

Aksine bu eğitim sistemi temel insani değerleri tahrip etmek için var. Gerisi laf... 

Bu yüzden matematik bilen küstahlar, kimyadan geçen teşhirciler, coğrafyadan anlayan magandalar, diplomalı sahtekârlar yetiştiriyoruz. Kemalist İnkılaptan yüzyıl sonra toplumun neredeyse tamamı “okur yazar” ve tahsilli ama cemiyet cehennem gibi!  

Sakın “mesele Kemalist inkılapsa neden elli sene önce cehennem değildi” demeyin! Elli sene önce böyle değildi çünkü elli sene önce insani faziletler, geleneksel değerler bu derece aşınmamıştı. Elli-altmış sene önce mezun olan saygın tipler eğitimin başarısının değil umumi terbiyenin hala etkili oluşunun delilidir. Bugünkü iktidar bu konuyla alakalı yirmi yılda ne yaptı derseniz, yozlaştıran tezgahın devam etmesini sağlamaktan başka hiçbir şey, diyebilirim.  

Bugün okullarda, ezbere dayalı yığınla ders yerine sadece adabı muaşeretin incelikleri öğretilebilseydi  bile içindeyken iğneli fıçıdaymış hissi veren bir toplumda yaşamak zorunda kalmazdık. Şehirlerimiz daha huzurlu, güvenli yerler olurdu.   

Peki “eğitimli, diplomalı” saygısızların yaşadığı bir toplum mu, yoksa “eğitimsiz, diplomasız” saygılı insanların yaşadığı bir toplum mu?  Ben her ikisini de içeren üçüncü bir yolun olabileceğine inanıyorum ama eldeki sistem, öğretmen kaynağı ve ebeveyn mantalitesiyle üçüncü yolun yürünebileceğini sanmıyorum!  

Ali Osman Aydın, Yeni Akit