Yaşanan acılarla bizim onlara bakışımız arasında ters orantı var; zamanla acılar azalmasa ve hatta artsa bile bizim onlarla ilgili hassasiyetlerimiz azalıyor. Gazze’deki zulüm her geçen gün daha da korkunçlaşarak devam ediyor. Siyonistlerin sınır tanımaz zulmü yakın zamanda ilk yılını tamamlayacak. İlk günlerdeki infial halinin yerini daha gevşek, daha az organize ve daha az ses getiren tepkilere bıraktığını herhalde kabul etmek durumundayız. Özellikle bizim ülkemizde böyle bu! Dünyada, özellikle Batılı toplumlarda gerçeklere uyanış diyebileceğimiz yeni bir tecrübe yaşanıyor, o sebeple daha canlı sokaklar. Bizde yaşanansa doz aşımına rağmen bilinen zulümlerin yeni bir çevrimi gibi algılanıyor yaşananlar daha çok.

İnsanlarımızın büyük kısmı acılara bir şekilde alışıyor, istemese de olanları kanıksıyor. Gazze’den sonra vahşetin, zulmün, caniliğin dahi zamanla etki gücünü yitirmeye başladığını gördük. Medyatik süreçler bizi yaşanan acılardan haberdar ederken bunu o kadar sık tekrarlıyor ki, özünde son derece sıra dışı hadiseler bile zaman içinde -biz bunu istemesek de- sıradanlaşıyor, etki gücünü az ya da çok yitiriyor. Bunu kabul etmek zor ama bu hassasiyet körelmesinin yaşandığını görmemek imkansız.

Direniş ekseni ve demokrasi palavrası! Direniş ekseni ve demokrasi palavrası!

Bir halk çoluk çocuk demeden vahşice katledilirken, çağın en acımasız soykırımı gözlerimizin önünde gerçekleştirilirken buna nasıl alışabiliriz? Bu gerçekten oluyor mu? Kağıt üstünde bir çoğumuza kabul edilebilir gelmiyor muhtemelen bu durum. Ama göstergeler ortada. Gösteriler birkaç STK’nın gayretleriyle yürütülebilir hale geldi ve artık pek haber de olmuyor. Gazetelerde ve televizyonlarda Gazze ile ilgili haberlerin hem önceliği hem aldığı süre azaldı. Bazen hiç olmuyor hatta! Daha önce de burada yazdım; Gazze konulu yazıların, benimkiler de dahil olmak üzere sair konulardaki diğer yazılara göre okunurluğu, paylaşılırlığı üçte bir, hatta üçte iki daha az şu anda. Boykot istenen seviyede halka yayılabildi mi, ondan da emin değilim! Bunlara karşılık bu meseleye ters bakanların yaklaşımları, Arap ve mülteci karşıtlığı üzerinden ilk günlere göre daha fazla görünür hale geldi, geliyor.

Meseleleri medya (sosyal medya da dahil olmak üzere) üzerinden sahiplenmek durumunun böyle yan etkileri var. Acılar birer seyirliğe, tepkiler tıklamalara, etiketleme kampanyalarına dönüşüyor. Bunları asla küçümsüyor değilim; mümkünse çok daha fazlası yapılmalı. Ancak bir yanda bütün bunlar olurken, diğer yanda nasıl baş edeceğimizi bilemediğimiz bir hale, bir kanıksama gevşekliğine sürüklenebiliyor birçok kimse.

Teknoloji kollarını hayatımızın kılcal damarlarına o kadar hızlı uzatıp her yeri o kadar kısa bir zamanda işgal etti ki, buna karşı ne yaparak insan kalabileceğimizi, duygularımıza, düşüncelerimize nasıl sahip çıkabileceğimizi öğrenmeye imkan bulamadık. Her gün o kadar çok vahşet, o kadar çok şiddet, o kadar çok insafa sığmaz canilik, o kadar çok sebepsiz kötülük sergileniyor ki, bir yerden sonra duygusal dikkatimiz dağılıyor. Ardı ardına sıralanan ve bir gözümüzün önünden geçen onlarca videodan, yani onlarca tüketim görselinden ibaret kalıyor bir yerden sonra acılar.

Bu multimedya akıntısının içinde dengede durmak zor insanlar için… İnsanın zihinsel ve duygusal dengesinin doğal çevresindeki muhtemel hadiselere ancak yetecek bir gücü var. Her birimizin hayatında zaman zaman acı şeyler yaşanıyor ancak takatin yetebileceği seyreklikte. Oysa yeni tekno-zamanlarda elimizdeki cihazlardan gözlerimize, oradan zihinlerimize ve kalplerimize akan dramatik ve orantısız görüntü seli bize adeta nefes dahi aldırmıyor. Bu muhtemel ki istiap haddimizin epey üzerinde bir yük!

Gazze’de olan bitenlere alışmanın doğal bir şey olduğunu söylemek istiyor değilim; genel anlamda yeni çağın getirdiği yeni medyatik düzenin insan psikolojisi üzerinde oynadığı oyunlara hazırlıklı olmadığımızı vurgulamaya çalışıyorum. Bu muhasebeyi yapmalıyız. Gazze’nin acılarını içimizde taze tutmakta zorlanmamızın sebeplerini bulmalı, hassasiyetlerimizi gevşeten ne varsa bunlar hakkında enine boyuna düşünmeliyiz.

Alışmamamız gerektiği halde alışmaya başladığımız şeyler, kabul edilemez olan başka şeylere karşı olmaması gerektiği kadar edilgen bir yapıya sürükleyebilir bizi. Kendimizi düşünmeyelim sadece, bu tekinsiz gidişatın orta ve uzun vadeli tahribatını, nesiller boyu sürecek etkilerini de düşünelim.

Dönüşüyoruz, bunu görmeli, iyi anlamalı, insanlığımızın çözülen uçlarını toplayıp yeniden yerlerine sımsıkı raptetmeliyiz. Bunu yapamazsak; muhtemel ki, alışmakla uyuşmayı birbirinden ayırmakta her geçen gün biraz daha fazla zorlanacağız.

Gökhan Özcan, Yeni Şafak