İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, insana, dolayısıyla da beşerî değer ve duygulara önem veren bir Mütefekkirdi. Kendisini yakinen tanıma fırsatı bulan birçok kişi de, O’nun bu özelliğinden yazılarında ve söylemlerinde bahsederler. Mütevazî ses tonu, merhameti, asaleti, cesareti, zarafeti bu hâli tamamlayan özelliklerinden. “Adalet Mutlak’a” isimli konferansından sonra kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştum. Günümüzde engelli bir insana yalnızca sözde değer veriliyorken; Mirzabeyoğlu’nun hissetmemi sağladığı o samimi ve gerçek değeri tam anlamıyla aktaramam herhalde. Bana eğitim hayatımla ilgili sorular sordu ve önerilerde bulundu. Bir tekerlekli sandalye mahkumu değil de, varoluş gayesini gerçekleştirmeye memur bir insan olduğumu bir kez daha çok net anladım. Ve benim için o kısacık görüşme anı, fizikî engellilik konusuna bakış açımı keskin bir şekilde güzelleştirdi. İnsanın güzel bir bakışa sahip oluşu hayatını güzelleştirmez olur mu hiç? Elbette olur, güzelleştirir ve mâmurlaştırır. İşte o an, kendisinin beşerî değerlere önem veren bir Mütefekkir olduğunu tekrar düşündüm. Bu özelliğini bizzat yaşayıp görmek muhteşem bir his. Aynı zamanda, her biri dünya çapında ihtişama sahip olan eserleri de onun bu hususiyetini düşündüren bir başka vesile benim için. “Marifetname” isimli eserinde şöyle der mesela: “Ne aşkınız aşka, ne hırslarınız hırsa, ne gamınız gama, ne neşeniz neşeye benziyor. Dostlukta hodbin, kinde korkak ve fedâkarlıkta gösterişsiniz..."
Bugün, her türlü sıkıntıdan, bozukluktan önce insanî değerlere yabancı kalmanın sıkıntısı içindeyiz. Yabancı kaldığımız bu değerlerden biri de; “Fedakârlık”... Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun belirttiği gösterişçi fedakârlık zihniyetini günümüz dünyasında net olarak görebiliyoruz. Fedakârlığı, nefsimizi tatmin etmek için yalnızca bir kavram olarak hafızamıza yerleştiriyoruz. Her işte hazırcılık peşindeyiz. Her şeyin şeffaf olmasını istiyoruz. “Armut piş ağzıma düş.” mantığındayız. Bu durumun kaynak sebebi ise; inanç şuurumuz… İnancımızın yüklediği sorumluluğa tam anlamıyla sahip olmamamız... Bu yüzden, fedakârlık duygusunu cemiyet planında da yaşayamıyoruz, ruh planında da hissedemiyoruz.
Fedakârlık meselesinde en büyük sorunumuz nefsimizden dolayı yaşadığımız güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Nefsimizin arzuları bizi öylesine sarmış ki; hiçbir meselede uğraşmak, çabalamak, sıkıntıya girmek istemiyoruz. “Neticeden emin olsam her fedakârlığı yapardım.” cümlesini daha sık duyar olduk artık. Esasında bu yalnız nefsimizi tatmin etmek için söylenen bir ifade sanki. Zira Allah’a mutlak manada inanan bir kul, O’nun sonsuz kudretini bilir. Ve neticede verdiğini misliyle alacağından da şüphe duymaz. Allah Resûlü buyuruyor: “Cesur, merzuktur.” Allah uğrunda verebilmenin güzelliğini kavrayabilen kişi, herhangi bir beklenti içinde değildir. Ancak daima kazanan tarafın kendisi olacağını hisseder. Bir başka incelik… Dört büyük halifeden sonuncusu Hazret-i Ali (r.a) bir sözünde şöyle diyor; “Hasis mü’mindense, cömert kâfiri tercih ederim!”
Geçtiğimiz yıllarda, tarihçi yazar Talha Uğurluel, Osmanlı’nın fedakârlıklar üzerine kurulmuş bir devlet sistemi olduğuna dikkat çekti. Osmanlı’nın padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın hala oğlu Vali Bey’in akıncı beyi olduğunu ve akıncı beylerinin hayatlarını at sırtından inmeden geçirdiklerini, yazdı. Bununla beraber şöyle dedi: “Bir insan padişahın hala oğlu olacakta akıncı beyliği yapacak, bu fedakârlık değil midir? Osmanlıyı güçlü kılan ciddiyetiydi.”
Fedakârlık bahsindeki yanlışlarımızdan biri de şu: Vermeyi, (Allah rızası için verebilmeyi) sadece maddi konulara aitmiş gibi algılıyoruz. Oysa ki manevi hususlarda da fedakârlık içinde değiliz. Hayallerimizde, ümitlerimizde, isteklerimizde, anlayışta, güvende, gayrette cimri zihniyetimizi görmek hiç de zor değil. İsteklerimizin gerçekleşmesini sanki bize lütfedilmiş, olması gereken bir şeymiş gibi görüp, hiçbir fiiliyatta bulunmadan gökten düşmesini bekliyoruz. Kapıları sonuna kadar zorlamamız gerektiğini unutuyoruz. Ve bir Müslüman olarak bunu unutmak, belki de en üzücü durum…
Cimri kişi hem maddi hem de manevi hususlarda birçok güzellikten mahrumdur. Ve mahrum olduğumuz için de yoksunuz. Yoksullukla yoksunluğun karıştırıldığı bu devirde, manevî hususlardaki yoksunluk önemsenmiyor. Oysa yoksun olduğumuz bu güzelliklere ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu anlayabilmemiz mümkün. Muhtemelen bu konudaki eksiğimiz de kendimizi hesaba çekememek… Zaten çoğu şeyde en büyük eksiğimiz bu değil mi?
Hanife Kındır, Aylık Dergisi 168. Sayı Eylül 2018