İlim ve irfanın nasıl bir mânâ ifade ettiğini, dolayısıyla eğitim-öğretim sisteminin bizim için ne derece ehemmiyete sahip olduğunu önceki yazılarımızda belirttik. Eski Yunan’da, Roma’da ve modern dönemde; hülâsa Batı’da geçmişten bugüne eğitime bakışı ele aldık. Bugün memleketimizdeki eğitim-öğretim sistemi Batı değerlerinin üzerine kuruludur ve bu yüzden modern Batı eğitim anlayışı içerisinde değerlendirmek kaçınılmazdır. Maarif meselesi uzun süredir düşünen ve bir şeyler üretmeye çalışan herkesin zihninde az yahut çok bir hacme sahiptir; lâkin çözümsüzlüğünü muhafaza etmeyi sürdürmektedir.

Bu çözümsüzlüğün altında yatan sebeb, kanaatimizce, çözüm arayışlarında meselenin künhüne inememektir. Tüm çabalamalara rağmen hâl yoluna konulamayan bir konu bu... Tüm diğerlerinde olduğu gibi eğitim meselesinde de aynı hata tekrarlanmaktadır: Doğulu bir topluma Batı’nın fikrî zaviyesinden yaklaşmak, hem de bu işi, eğitim metodolojisini Batı’nın bizden aldığının şuurunda bile olmadan yapmak; hâsılı “ilim ve irfan”ı merkeze koymadan bu meseleyi beyhude yere çözmeye çalışmak.

Geçmiş, hâlihazırda yaşanan sorunlara dâir çözümleri içinde barındırır. Tarih, tecrübedir ve a’dan z’ye her meselenin hâl yoluna konulabilmesi adına ipuçları onun yaprakları arasındadır. Yeter ki ona doğru bakmasını bilelim. Bu çerçevede İslâm eğitim-öğretim tarihine de kısaca değinme zarureti hâsıl olmaktadır.

Ana Hatlarıyla İslâm Eğitim Tarihi

MEB, yeni müfredat taslağını kamuoyuna açtı MEB, yeni müfredat taslağını kamuoyuna açtı

İnancımızın bize yüklemiş olduğu sorumluluklardan birisi de ilim sahibi olmaktır; öğrenmektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim “ikra-oku” emri ile indirilmeye başlanmıştır. Müslüman da eşya ve hadiseye çağının gerektirdiği şekilde yaklaşan ve zamanı yakalayıp “okuyan”dır. İlâhî memuriyeti idrak çabasında olan Müslüman’ın ilim ve irfandan yüz çevirmesi düşünülemez. İlmin ehemmiyetini kavramak bakımından çok bildik bir misâl;

Şanlı Bedir Gazası’nın ardından 70 civarında müşrik Müslümanlara esir düşmüştür. Bu esirlerin bir kısmı 10 Müslüman’a okuma-yazma öğretmek kaydıyla azad edilmiştir.

İslâm tarihi ilim sahibi olmanın ne derece elzem olduğunu gözler önüne seren bu gibi misâllerle-hâdiselerle doludur.

İslâm’da zarurî eğitim aileden başlar. Tarih boyunca kurulan tüm İslâm devletlerinde bu böyle olmuştur. Daha sonra bulunulan beldenin koymuş olduğu prensiplere nisbetle sibyan mekteblerinde, mescit ve camilerde, medreselerde ve diğer benzeri müesseselerde sürdürülür eğitim. İslâm’da ilim sahibi olmanın yaşı yoktur; bu sebeple verilen eğitim çocuklara olduğu kadar yetişkinlere de hitap etmiştir.

İslâmî eğitimde ilimler iki ayrı kategoriye ayrılmıştır. Ulûmu’l-nakliye diye isimlendirilen dinî ilimler fıkıh, hadis, kelâm gibi kollara ayrılmıştır ve dinî ilimlere yönelik eğitim genellikle cami ve mescidlerde verilmiştir. Ulûmu’l-kadime olarak isimlendirilen ve tıp, matematik, fizik, astronomi, mantık, geometri gibi dalların ele alındığı kadim ilim-pozitif bilim dersleri ise kütüphaneler, hastaneler ve diğer araştırma merkezlerinde verilmiştir.

Temel Eğitim Kurumları

Camiler, Mescitler ve Mektepler

Ailede ahlâki eğitim ile başlayan süreç ilk mekteblerde hafızayı sistematik bir şekilde geliştirmeye matuf derslerle devam etmiştir. Genellikle cami ve mescitlerin içine kurulmuş bu müesseselerde hafızlar yetiştirilmiş ve hafız olmayanlara da okuma-yazma, edebiyat, hesaplama gibi temel bilgiler verilmiştir.

 Kur’an eğitimi bütün İslâm devletlerinde verilirken, bunun usûlü pedagojik gerekçelerle bölgeden bölgeye değişiklik arz etmiştir. Endülüs’te Kur’an eğitiminin yanı sıra diğer birçok bilimin öğrenilmesi sağlanırken, bazı bölgelerde ise Kur’an eğitiminin yanı sıra güzel yazı, şiir, edebiyat dersleri de verilmiştir.

Buradan anlayacağımız üzere cami ve mescitler sadece ibadethâne vazifesi görmemiş, eğitim merkezi ve hatta toplantı ve istişare merkezi olarak da kullanılmıştır. İslâmiyet’in ilk yıllarında Peygamber Mescidi’nin yanındaki Suffe’de eğitimde kurumsallaşma başlamıştır. Peygamber Efendimiz de burada sahabîlere ders vermiştir. Sonraları camilerde verilen eğitim, mescitlerde verilenden gerek kadro gerekse muhteva açısından daha kapsamlı bir hâle gelmiştir; çünkü camilerdeki eğitim faaliyetleri devletlerin denetimi altında sürdürülmüştür. Yani bugünkü tabir ile resmî temel eğitim camilerde verilmiştir. Mescitler ise denetime tâbi tutulmamış ve şahsî girişimler neticesinde açılan mescitlerde eğitim görenler de olmuştur.

Bu eğitim kurumlarında ders veren hocalar kendilerini ilime adamış ve dünyalık bir beklentisi olmayan insanlardı; bu sebeple kazançları hep düşük seviyede kalmıştır. Devlet tarafından camilerde görevlendirilen muallimlerin ahlâklı, bilgili, adil ve itimada şayan vasıflarını taşımasına dikkat edilirdi. Halk nezdinde güvenilir olmaları sayesinde öğrencileri mükâfatlandırma ve cezalandırma yöntemlerine başvurduklarında tepki görmezlerdi. İnsanlar evlatlarını bu muallimlere bugünün tabiri ile “eti senin kemiği benim” mantığı ile teslim ederlerdi.

Devlet tarafından kontrol edilen büyük camilerde eğitim alan öğrencilerin ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanır, öğrencilerin camilerin yanında bulunan yurtlarda barınırlardı. Bu vasıfları taşıyan el Ezher Camii bu hâli ile medrese görünümü taşımaktadır. Ayrıca birçok bölgede cami ve mescitlerin yanı sıra eğitim verilmesi için küttablar ve mektebler de kurulmuştur. İslâmiyet’in yayılması ile beraber fethedilen her beldede mekteplerin sayısı hızla artmıştır. Beldeden beldeye bu mektepler farklı isimler almışlardır. Misâl vermek gerekirse Anadolu’da bu mekteplere Sıbyan Mektebi denilmiştir.

Camilerde, mescitlerde, küttablarda ve mekteplerde verilen eğitimle İslâm âleminde dini ve dünyayı anlayacak insan yetiştirmek için her türlü çaba sarf edilmiştir.

İlim ve irfanın ehemmiyetinin farkında olan Müslümanlar, ilk mekteblerin ardından daha ileri bir eğitim verecek, farklı şubeler hâlinde örgütlenmiş müesseseler kurmuşlardır. Bunlar farklı devlerde farklı isimlerle anılsa da temel maksadları aynı kalmıştır. Bu eğitim kurumlarının en önemlilerinden bir kaçı hakkında kısa malûmatlar verelim.

Beytü’l-Hikme

Maarif alanında en ehemmiyetli mevzulardan bir tanesi tercüme bahsidir. İlim nerede olursa olsun almakla mükellef olan Müslüman, söylenen bir şeyin kim tarafından söylendiğine değil, hak ve hakikate nisbetle irapta ne kadar mahaNitekim dsa ve farklı isimlerde i olduğuna bakar. il, n hak ve hakikat adına söylenen her şeyin ğrafyalarda ve farklı isimlerde aaalli olduğuna bakar. Daha sonra o söylenenden kendi payına düşeni süzüp alır; yani faydaya tahvil eder.

Milâdî 800’lü yılların başında İslâm âleminde bu çerçevede çalışmalar baş göstermiştir. Tercüme faaliyetlerinin yürütülmesi açısından en ehemmiyetli kurum, Halife Harun Reşid tarafından kurulup oğlu Me’mun tarafından daha da geliştirilen Beytü’l-Hikme isimli kütüphane ve tercüme merkezidir. İslâm’ın Batı dünyasına karşı şahlanışının ilk tohumları ilmî veçheden burada atılmıştır diyebiliriz. Bağdat’ta kurulan bu tercüme ve araştırma merkezinde Batı’nın kâfir diyerek kitaplarını yaktığı Sokrat, Eflatun, Aristo, Pisagor, Öklid, Hipokrat gibi filozofların eserleri Arapça’ya çevrilmiştir.

İtalyan düşünür Umberto Eco Beytü’l-Hikme hakkında şunları söylemektedir;

“İskenderiye’deki ünlü kütüphaneden ilham alınarak yaratılan bu yerde âlimler harıl harıl çalışıp özel anlaşmalarla Bizans İmparatorluğu’ndan elde edilen Yunan elyazmalarının tercümelerini gerçekleştirirler; bu metinlerin arasında Platon’un (MÖ 428/427-348/347), Aristoteles’in (MÖ 384-322) ve başlıca yorumcuların eserleri vardır.

Hikmet Evi’nde ağırlanan âlimler hem Müslümanların yönetimindeki Doğuda hem de bir kaç yüzyıl sonra Latinlerin yönetimindeki Batıda bilim alanında büyük bir etki sahibi olacaktır.” (1)

Beytü’l-Hikme araştırma ve tercüme merkezleri ile açılan yolda Müslümanlar Yahudi, Hıristiyan, Budist demeden ilim adına söylenen ne var ise ondan haberdar olmaya başlamış ve hiç gocunmadan söylenenler arasındaki hakikatleri süzerek İslâm medeniyeti bünyesine dâhil etmişlerdir. Eser sahibinin hangi inanca, hangi nesebe, hangi meşrebe mensup olduğuna bakılmaksızın fayda sağlayacak eserler derinliğine ve genişliğine incelenmiş, üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Bütün İslâm coğrafyasında bu çerçevede tercüme merkezleri açılmış ve bu merkezlerden insanlık tarihine büyük katkılar sağlayan şahsiyetler, insanlığın faydalanacağı eserler ortaya koyan ilim adamları yetişmiştir. Cebirin babası Harezmî, Kindî, Sabit bin Kurra gibi şahsiyetler Beytü’l-Hikme bünyesinde yetişmiş ve tarihe mâl olmuşlardır. Beytü’l-Hikme’de yapılan çalışmalar neticesinde Arapça tüm dünyada bilim dili hâline gelmiş ve burada kurulan kütüphane “zamanının en büyüğü” unvanını almıştır. Beytü’l-Hikme’nin İslâm dünyasına olan katkıları, Moğol istilaları neticesinde kütüphanelerin yakılıp talan edilmesiyle 1200’lü yılların ortalarında son bulmuştur.

Tercüme ve araştırma merkezlerine bir başka bir misal ise Şii Fatımîlerin Abbasilerin faaliyetlerinin önünü kesmek adına kurmuş oldukları Darü’l-Hikme yahut Darü’l-İlm diye anılan kurumlardır. Sünnîliğin önünü kesmek adına kurulmuş olmasına mukabil bu şekilde ortaya çıkan rekabet İslâm dünyasındaki gelişimleri hızlandırmıştır.

Medreselerin Kuruluşu

Nizamiye Medreseleri’nin Ehemmiyeti

İslâm maarif tarihinde hiç şüphesiz en ehemmiyetli konumda olan kurumlardan birisi medreselerdir. Bilhassa Nizamiye Medreseleri, gerek ortaya çıkmalarına sebep olan etkenler gerekse de ortaya çıktıktan sonra İslâm dünyasındaki sapık akımların önünde bir set vazifesi görmeleri bakımından incelenmesi elzem kurumlardır.

Medreselerin ortaya çıkışı ve eğitim sisteminin kökenlerini nereden aldığına dâir birçok farklı görüş ile karşılaşırız. Aslında medreselerin ortaya çıkışı, Müslümanların İslâm’ın faydasına olacak pratik çözümler bulmaları hususuna iyi bir misal teşkil eder.

İlk defa 10. yüzyılda Maveraünnehir bölgesinde okul mânasında kullanılan “medrese” kelimesi, 11. yüzyıl ile beraber yüksek öğretim kurumu-üniversite anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Medrese müfredatının teşkilinde Uzak Doğu’dan Anadolu’ya, Orta Asya’dan Mağribe kadar birçok bölgede tarih boyunca eğitim sahasında elde edilen tecrübenin-birikimin tesirini görmek mümkündür. Bu yönüyle medrese birçok kurumdan etkilenmiş olmasına rağmen orijinal/kendine has bir hüviyet taşımaktadır. Medreselerde bazı derslere halkın da katılmasının önü açık bırakılmışken bilhassa sabahları verilen dersler sadece medreselerin kendi öğrencilerine mahsustur. Medreseler vakıf sistemi üzerine kurulmuşlardır; yani tüm masrafları vakıflar marifetiyle karşılanmaktadır.

Nizamiye Medreseleri’nin ehemmiyeti meselesine gelecek olursak, bu kurum tesis edilmeden evvel İslâm dünyası siyasî açıdan karmaşık bir durumda idi. Tıpkı bu dönemde olduğu gibi bir Şii yayılmacılığı tehdidi mevcuttu ve buna karşı tedbirler alınması zarureti kendisini dayatmaktaydı. Şiiler İslâm dünyasının idaresini Müslümanlardan alabilmek için her sahada çalışmalar yapmaktaydı. İlmî sahada da Beytü’l-Hikme’leri taklid ederek kurdukları Darü’l-İlm isimli eğitim müesseseleri Şii itikadının İslâm dünyasına nüfuz etmesi için çalışmakta ve Şiilik propagandası yaparak Müslümanların itikadına zarar vermekteydi. Abbasî halifeleri bir süre bu tesiri kırabilmek için İranlı idarecileri devlet kademelerinde üst düzey mevkilere getirseler de muvaffak olamamışladır. Son olarak Halife Mu’tasım, İranlıları yönetimden uzaklaştırarak onlardan boşalan kademelere Türkleri getirmeyi seçmiştir. Bu tarihten sonra Şiilik ile mücadelede Türkler en ön safta yer almışlar ve İslâm’ın savunuculuğunu yapmışlardır.

“Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî Şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti'nin yardımına çağrıldılar. Gerek İran’da gerekse Suriye'de İran kökenli bu devletleri uzun mücadelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya'da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.” (2)

Ne kadar güçlü ordular kurarsanız kurun, iktisadî açıdan ne kadar refaha erişirseniz erişin devletinizin bağlı olduğu idealin ruhunu halka sirayet ettiremedikten sonra muvaffak olamazsınız. Selçuklu Veziri Nizamülmülk, bunun farkına varmış ve büyük ordular teşkil edip dünya hâkimiyetine talip olan Selçuklu devletinin halk tarafından doğru bir şekilde anlaşılmasını temin maksadıyla Nizamiye Medreselerini kurmuştur. İşte Nizamiye Medreselerinin hayâtî ehemmiyetinin sebebi budur; bu medreseler bir hamur teknesi vazifesi görmüş ve halkı İslâm davası için yoğurmuştur; İttihad-ı İslâm’ı ve Devlet-i Ebed Müddet fikrini aşılamıştır. Şiiliğin ve her türlü itikâdî sapkınlığın önüne aşılması zor duvarlar örmüştür. Nitekim bu medreselerin başında İmam-ı Gazali Hazretlerinin bulunuyor olması bize işin ruhu hakkında ipucu vermektedir.

Nizamiye Medreseleri devlete kadrolar yetiştirmiş ve İslâm temeli üzerine binâ ettiği siyaset sosyoloji nisbetinde devletin yönetiminde bir usulün hâkim olmasını sağlamıştır.

Nizamiye Medreseleri’nin pedagojik açıdan önemli hususiyetlerinden birisi de şudur; “tarihte ‘eğitimde şans ve fırsat eşitliği’ sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri ‘yatılı ve burslu’ bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamülmülk’ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.” (3)

Külliyeler

İslâm devletlerinde vakıf hukukunun gelişmesi ile birlikte camilerin hemen yanı başında oluşan eğitim kurumlarına Osmanlı Devleti’nde yeni unsurlar eklenmeye başlamıştır. Caminin merkezde olduğu ve etrafındaki yapılarla birlikte külliye olarak isimlendirilen bu kuruluşlar, kervansaray, darüşşifa, aşhane gibi unsurların eklenmesi neticesinde etraflarında yerleşimin yoğunlaştığı ve şehir hayatının yaşandığı merkezler hâline gelmiştir. İçerisinde barındırdığı medreseler, kütüphaneler, mektepler ile beraber Osmanlı’da külliyeler, maarif sisteminin temel yapı taşları olmuştur. Misâl vermek gerekirse, Fatih Külliyesi 20. Yüzyılın başına kadar İstanbul’un ve hatta Osmanlı’nın yükseköğretimin en önemli merkezlerinden biri konumundadır.

Nasıl Bir Maarif Sistemi?

Bugün hemen hemen her sahada Batı’nın gölgesi altında kalmamızın, ezilmişlik psikolojisini bir türlü üzerimizden atamamamızın sebeplerinden bir tanesi, hatta en başta geleni, İslâm merkezli bir maarif sistemi tesis edemeyişimizdir. Bu maarif sisteminin rahlei tedrisinden geçen genç dimağlar, en bayağısından bir taklitçilik çukurunun içine itilmektedirler. Ortada Mutlak Fikir’e nisbetle hareket eden bir devlet olmamasının tabiî neticesidir bu vaziyet... Çünkü devlet müdahalecilik şuuru çerçevesinde hayatın her şubesine el atarak dâvâ ahlâkını haiz fertler yetiştirmekle mükelleftir. Devletin bir dâvâsı yoksa hangi fikrin ahlâk şubesine nisbetle fertler yetiştirilecek? Hâlimiz biraz ironi yüklü bir biçimde bu soruyu sormayı gerektiriyor.

Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında aradığının ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla aradığını bulduğunda da bulduğunun ne olduğunu keşfetmekten aciz bir konumdayız. Neticede ne üretebiliyor ne de üretileni alıp bünyemize tahvil edebiliyoruz. Telifçi olmadığımız gibi iktibasçı da olamıyoruz. Oysaki hak dâvânın mensupları olarak hakikatin bizim telifimiz olduğu şuuruna sahip olmalıyız. Özümseyerek iktibas ettiğimiz de bizim telifimizdir. Bunu idrak edemediğimizde ise yalnızca Batı’nın gönüllü kültür hamalları oluyoruz.

İlim her ne kadar milletlerarası bir müessese olsa da, millî bir damga ile mühürlüdür. Bu damga inancımızın ve kültürümüzün bize bahşetmiş olduğu hassanın mührüdür. İlim ve irfana İslâm dâvâsının ahlâkî şuurunu kuşanmış bir şekilde yaklaşan gençler yetiştirmekle mükellefiz. Elbette bu gençleri yetiştirecek olan muallimlerin yetişmesini sağlamadan bu mümkün değildir. Her ferde bir memuriyet tevdî etmek durumunda olan devlet, yüklendikleri memuriyetin farkında olan, kendilerini ilim ve irfana adamış muallimler yetiştirmedikçe, ne halkın muallimlere güveni tesis edilebilir, ne de ailelerin çocuklarını kayıtsız şartsız muallimlerin eline teslim etmesi sağlanabilir.

Aslında “nasıl bir maarif sistemi?” sorusunun cevabı, yazımızın önceki bölümlerinde İslâm tarihinden verdiğimiz noktalamalarda mevcuttur. Mesele o cevapları alıp zaman ve mekân şartlarına uyarlayarak bu sarmaldan çıkabilmektedir. Mesele, içinde bilmem kaç bin öğrencinin eğitim görebildiği, bilmem kaç insanın istihdam edildiği ruhsuz duvarlar inşâ etmek değil, bu duvarların içindekilere o üstün ruhu üfleyebilmektir; İslâm davası adına insanlığın problemlerine kuşatıcı çözüm teklifleri sunabilecek nesiller yetiştirmektir.

Başyücelik Hükûmeti’nin 11 Ana Dâvası Çerçevesinde Maarif Vekâleti

Başyücelik Devleti Maarif Vekâleti etrafında Maarif Sistemi’nin tekliflerine geçelim.

Başyücelik Hükûmeti’nin başlıca 11 davası vardır. Bunlar; ruh ve ahlâk dâvası, umumî irfan dâvası, köy ve köylü dâvası, şehir ve umran dâvası, ordu dâvası, dış münasebetler dâvası, bütün neşir vasıtalarını murâkabe ve himaye dâvası, iş emniyeti ve iş sahaları arasında âhenk dâvası, nüfus çoğaltma, güzelleştirme ve sağlamlaştırma dâvası, millî servet ve iktisat dâvasıdır.

Başyücelik Hükûmeti’nin tüm vekâletleri ve vekâletlere bağlı müsteşarlıklar bu dâvalara bağlı olarak muazzam bir ahenk ile hareket ederler. Bu bakımdan her biri bir bütünün parçaları mahiyetindedir.

Maarif Vekâleti, fert yetiştirmek ve topluma ruh üflemek gayesi güttüğünden hemen hemen her meselede Başyücelik Hükûmeti’nin 11 dâvası çerçevesinde bir çok vekâletle temas ve ortak teşebbüs hâlindedir.

Maarif Vekâleti bilhassa,

- Ruh ve ahlâk dâvası çerçevesinde, İslâm’a Muhatap Anlayış dâvasının tezadsız ruh ve ahlâk örgüsünün, halka nakış nakış işlenişinde ve bunun amelî sahaya yansımasında Matbuat ve Propaganda, Adliye ve Dâhiliye Vekâletleri ile,

- Umumî İrfan Dâvası çerçevesinde, “Garbın müspet bilgiler manzumesini” kendi bünyemize tahvil ederek, taklitçilikten kurtarmak ve memleketin dört bir köşesinde “en üstün ve ileri mâna irfanı ile mayalandırma”da Matbuat-Propaganda Vekâleti ve İktisat Vekâleti ile,

- Ordu dâvası çerçevesinde, en alt rütbedeki erinden, en üst rütbedeki generaline kadar İslâm’a Muhatap Anlayış dâvasının ruh ve ahlâk keyfiyetini haiz bir ordu kurmakta Savaş Vekâleti ile,

- Bütün neşir ve vasıtalarını murâkabe ve himaye dâvası çerçevesinde her türlü neşriyatın ve sosyal plândaki her icraatı terkiplendirerek İslâm dâvasının faydası yönünde kanalize etme işinde Matbuat ve Propaganda Vekâleti ile,

- İş emniyeti ve iş sahaları arasında âhenk dâvası çerçevesinde tüm memur kadrosunun hakları, halkla ilişkileri ve halkın şikâyetleri hususu etrafında devlet teşkilâtının ahengini sağlamada tüm vekâletler ile,

- Nüfusu çoğaltma, güzelleştirme ve sağlamlaştırma dâvası çerçevesinde nüfusu kemiyet olarak çoğaltmada ve İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış; bedenen ve ruhen sıhhatli nesiller yetiştirmede Sağlık ve Bakım, Matbuat ve Propaganda, Dahiliye ve İktisât Vekâletleri ile,

Tam işbirliği içerisinde faaliyet gösterir.

Daha önceki yazılarımızda da Maarif Vekâleti’nin Halk Terbiyesi ve Evleri, Umumî Öğretim ve İlim ve Güzel Sanatlar olmak üzere birbiriyle ahenk içerisinde çalışan üç müsteşarlığa ayrıldığını belirtmiştik. Maarif Vekâletinin ve maarif meselesinin ruhunu elimizden geldiğince vermeye çalıştık. Şimdi bu üç müsteşarlık üzerinden kemmî olarak “nasıl bir maarif sistemi?” sorusunun cevaplarına göz atalım. Göz atmadan önce de tekraren hatırlatalım: “Tarih geleceğin aynasıdır”.

Halk Terbiyesi ve Evleri Müsteşarlığı

Her şeyden evvel çocuğun eğitimi ailede başlar. Çocuğun dünyaya geldiği anda karşısına çıkan ilk sosyal çevredir aile. Ferdin ahlâk şubesi, ailenin kendisine takdim ettiği yemişlerin mahiyetine göre belirir. İçtimaî bozulmaların tümü ailenin bozulması ile baş gösterir. Bu sebep ile devletin ahenginin temelinde aileden; İslâm dâvasının bir neferi olma keyfiyetine erebilecek fertler yetiştirmenin yolu ailenin bu dâvanın şuuruna ermesini sağlamaktan geçer. Ancak aile bu dâva şuuru ile kuşanmış ise İslâm dâvasının fideliği olacak müesseseye dönüşür. Hâl böyle olunca da aile müessesesi devlet tarafından birinci elden müdahale edilecek müessesedir.

Memleketin metropollerinden en ücra köşesine kadar devletin gözü ailenin üzerinde olacak, devlet tarafından sokak sokak aile zabıtaları vazifelendirilecek ve yine sokak sokak zarurî aile kursları kurulacak. Aile fertlerinin ruh ve ahlâkı kalıba sokulacak ve yetişen nesillerin de böylece bu kalıba girmesi sağlanacak. Aile müessesesine zarar verecek her türlü faaliyet ve şubeye kilit vurulacak. Nasıl ki Başyücelik Devleti’nde her ferdin dâva adına bir memuriyeti var ise, anne ve baba da devletin gönüllü mesul memuru olduklarını idrak edecek. Ahlâkî bozulmanın önüne geçmek ve nüfusu artırmak için en erken yaşta evlilik için devlet her türlü desteği sağlayacak ve âdeta erken yaşta evlilik zorunlu hâle getirilecek.

Başyücelik Devleti’nin fideliği olan aile müessesesi çocuğu 7 yaşına kadar yetiştirdikten sonra bu işi mektepler ile el ele yürütmeye başlayacaktır. Ailenin devletin mesul memuru olarak çalışmasını denetleyecek, ideal fertler yetiştirmesi için aileyi eğitecek ve aile ile mektep arasındaki ahengi sağlayacak olan Halk Terbiyesi ve Evleri Müsteşarlığı’dır.

Umumî Öğretim Müsteşarlığı

Önceki yazılarımızda günümüzde umumî öğretimde yapılan temel yanlışlıklara değinmiştik. Bugün başımıza gelen bin bir türlü belanın baş müsebbibi fikirsiz, idealsiz, aşksız ve vecdsiz yetişen gençliktir; ve dolayısıyla bu gençliğin yetişmesinden, üstüne düşen vazifeyi yerine getiremeyen devlet ve devletin eğitim ve öğretimle alakâdar olan diğer tüm şubeleri mesuldür. Bugün yaramız müfredat değişikliği, eğitim süresi değişiklikleri vesaire ile tedavi edilemeyecek derecede derindir. Devlet ve devletin her şubesi ile beraber maarif sisteminin de taşıyıcı kolonlarına dinamit koyularak patlatılması ve sıfırdan yeni bir ruh, fikir, ideal etrafında; aslında Müslümanlar olarak yaşamamızın zarurî olduğu bir sistem etrafında yeniden imâr edilmesi zarurîdir. Kemiyetten ziyâde ihtiyacımız olan ruhtur.

Sistemin yapısı hususuna aileden başladıktan sonra sıra, aileden sonra ve aile ile elele ferdin İslâm ahlâk ve dâva vecdi ile kuşanmasını sağlayıcı müesseseler olan mekteplerdedir. İlk tahsil safhasından üniversiteye kadar, mekteplerde eğitim veren muallimler birer mimardır; onlar, geleceğin fertlerinin ahlâkını, idrak seviyesini ve şuurunu imar ederler. İslâm tarihinden misallerde de gördüğünüz gibi ailelerin çocuklarını muallimlerin ellerine bırakırken benimsediği ana fikir “eti senin-kemiği benim” mantığıdır ve çocuklar Allah’ın devlete, devletin aileye ve ailenin de muallimlere birer emanetidir. Ayrıca hocalar sadece talebelere müsbet bilgiler vermekle vazifeli değildir; aynı zamanda istidatlarına göre istikballerini tayin edici ve yol almaları gereken rotaya kanalize edici bir vazifededirler. Hangi sosyal ve ekonomik statüden gelirse gelsin istidat sahibi her ferdin devlet kadrolarında en üst makamlara kadar çıkma; hatta devlet reisi olma liyakatine ermesi yolunda pay sahibidirler. Bu sebeple tez elden yetiştiricilerin yetiştirilmesi de şarttır. Burada da yetiştiricileri yetiştiren kurumların ve muallimlerin durumu ehemmiyetlidir.

Kabaca tahsil devrelerine değinelim;

Memleketin dört bir köşesinde, köylerde, bucaklarda, kasabalarda ve mahallelerde hiç bir fert kalmayacak ki mektebin tozunu yutmuş olmasın; hiç bir fert kalmayacak ki okur-yazarlıktan nasibini almış olmasın. Her fert ilk beş yıllık temel tahsili mecburî olarak tamamlayacaktır.

İlk tahsilden sonra başlayan orta tahsil devresi ise çocuğun gençliğe geçiş dönemi olan 12-17 yaş arasıdır. Orta tahsil, sağlığı, hâli, vakti müsaade eden herkes için zarurîdir. Devlet kadrolarında memuriyet sahibi olmanın en alt sınırı orta tahsil mezuniyetidir.

Orta tahsil safhasından sonra “külliye” adı ile kurulacak olan üniversiteler gelir. Üstad Necip Fazıl, külliyelerin memleketin her üç milyon kişiye isabet eden alanının ortasında bir killiye olması gerektiğini söylemiştir. Bu külliyeler birer eğitim merkezi olmanın yanı sıra birer hayat merkezi ve en az 50 bin talebenin öğrenim görebileceği yapılar olmalıdır. Külliye isminin kullanılma sebebi ise “millî şahsiyet ve şuurun ilmî ocağını temsil edecek kurum”un yabancı bir kelime ile isimlendirilmesinin abesliğindendir.

Bugün ülkemizde çokça tartışılan ve laik Batı devletlerinde bile gözden düşmeye başlayan karma eğitim garabetinin, talebeler büluğ çağına erdikten sonra, yani ilk tahsil devresi sona erdikten sonra maarif sisteminde yeri olamaz. İlk tahsil devresinde ise bunun sakıncası yoktur. İlk tahsilden sonra kız ve erkekler ayrı eğitim görmelidir. Ayrıca kızlar için ilk tahsilden sonra eğitime devam zorunluluğu yoktur. Aslî vazifesi ev hanımlığı olan kadınlar meslek mekteplerinden de tamamen tecrit edilmiştir.

Külliyeler ve Üniversite Talebeleri

Bugün en büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi de, üniversite talebelerinin ahvâli ve ahlâk, mefkûre ve ideolocya eksikliğine eklenen usûl yanlışlıkları neticesinde bizi, “bizim çocuklarımız” demekten imtina edecek vaziyete getirecek tavırları… Bu tavırlara vesile olan ise yine seküler dünya düzeni çerçevesinde yetiştirilmeleri ve idraklerinin iğdiş edilmiş olması. Bir öğrencinin üniversitede okuma sebebinin istikbâlde maddeten değil de mânen “yüklü meblağlar” kazanma kaygısı olmalıdır; hâlbuki bugün hemen hemen tüm üniversite talebelerinin tek düşündüğü işin maddî veçhesidir.

Üniversitelere bakışın değişmesi için çekirdekten; yani aileden başlayarak toplumun şuurunun İslâm ahlâkı çerçevesinde yeniden imarı şarttır. Üniversiteleri gelecekte para kazandıracak mesleklere sahip olmak için diploma alınması gereken kurumlar olarak görmekten ziyâde ilim ve irfana, şahsiyet kazanmaya açılan kapı olarak algılamak gerekir.

İlk tahsilden üniversite son sınıfa kadar maarif sistemimizde müsbet bilgiler, Batı’nın İslâm âlemini uyuşturma vasıtası olmuştur. Hâlbuki her fırsatta dile getirdiğimiz gibi bu bilgiler, özünde bizim malımızdır. Batı eşya üzerindeki tesiri ile bize üstünlük kurarken, biz “insanın eşya ve hadiseleri zapt ve teshir etmesi için” yaratıldığını unuttuk. Bu çerçevede Batı, bizim için papağanvari taklit edilerek kendisine ulaşılacak bir mevhumun ifadesi değildir. Yurtdışında, bilhassa Batı’da eğitim gören talebelerimizin, oralardan bilgi alarak memleketimizde iklimlendireceği yerdir. Buradan yurtdışında eğitim gören talebelerimizin de devlet adına, ilim ajanı memuriyetini haiz olduğu anlaşılır. Keza üniversitelerimiz talebeye ezbere bilgi veren değil, talebenin bilgiye nasıl ulaşacağının yolunu işaret eden kurumlar olmalıdır.

Tüm eğitim safhalarında olduğu gibi üniversitelerde de eğitim ücretsiz olacak ve eğitim üzerinden sağlanılan her türlü rantın önü kesilecektir. Harç paraları ve her türlü ücretin önüne geçilecektir. Üniversite hocalarının durumu da İslâm tarihindeki misâllerde mevcuttur. Üniversite hocaları bir nevî memleketin istikbâlinin de mimarlarıdır; bu sebep ile İslâm dâvasının ahlâkı ile ahlâklanmış, kendisini ilim ve irfana adamış ve bir günü bir gününe eş geçmeyen, üreten münevverler olmak zorundadırlar. Böylece her dalda İslâmî naslar üzerine tesis edilerek verilen eğitimle sonsuz bir hikmet ufku açılması için çaba sarf edilecektir.

İlim ve Güzel Sanatlar Müsteşarlığı

Müslüman’ın “sanattan anlamam” diyerek bir cümleye girişmesi imkân dâhilinde değildir; çünkü Müslüman her şeyden evvel Yaratıcı’nın kâinatı sanatkârane bir biçimde yaratışını idrak edebilendir. İşte sanat da Mutlak olana ulaşmakta bir yol.

Tarih boyunca İslâm Devletlerinin; Endülüs’te Ortadoğu’da, Mağrib’te, Anadolu’da ve Balkanlar’da sanatın her sahasında ortaya koymuş olduğu eserler ortada... Bugün güzel sanatlarda Batı’nın plastik medeniyetinin tesiri altında aslolanı; yani sanatı Hakk’a ulaşmak için vasıta olarak görmeyi unuttuğumuzdan, bu sahada Müslümanların esamisi okunmamakta. Üstad Necip Fazıl, İslâm inkılâbının güzel sanatlarını şu şekilde belirtir; “başta bütün şubeleriyle edebiyat, mimarî, tezyinî sanatlar; sadece amelî ve içtimaî fayda bakımından ve ihtiram dışı resim; bütün pisliklerden ve kötülük hizmetkârlığından ayıklanmış ve dâva emrine verilmiş olarak musiki, tiyatro, sinemadır. Şeytanî benliğinin madde üzerindeki putçuluk sanatı olan heykelin bizim sanat telâkkimizde hiçbir yeri yoktur; ve bizim heykellerimiz, adım başına dikilecek olan suratsız âbidelerimiz ve kitâbelerimiz olacaktır.” (4)

Unutulmamalıdır ki, güzel sanatların birçoğu Batı tarafından iktisadî, içtimaî ve ferdî bakımdan üzerimize tahakküm kurmak için kullanılmaktadır. Bu sebeple tüm güzel sanat şubeleri devlet tarafından kontrol altında tutularak, oluşturulacak ruh ikliminin hava şartlarına nisbetle kendine yol çizecektir.

Gerçek mânada sanatın Hakk’ı aramanın yolu olduğunu idrak edecek istidada sahip talebeler, bu yönde devlet tarafından sonuna kadar desteklenecektir. Üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde bugün olduğu gibi Batı’nın ruhsuz ve kof anlayışı ile sanata yaklaşılmak yerine; sanatın ardındaki ruh yakalanacaktır.

Netice:

Nasıl bir maarif sistemine sahip olmamız sorusunun cevabını ve maarif sisteminin yapısına dâir bir takım genel hatları kabaca çizip tarif ettik. Bundan gayrisi, devletin birimlerinin bu çerçevede kurulacak maarif sistemine yönelik derin tetkikler yapmasına ve bu sistemi sürekli tahkim etmesine bağlıdır.

Maarif sistemi devletin ruhunu millete aksettireceği için ehemmiyetlidir; buradan da anlaşılıyor ki, en başta devletin İslâm dâvasının sancaktarı olma keyfiyetine erdirilmesi gerekmektedir. Tüm vekâletlerin içiçe ve en girift meselelerde bile işbirliği hâlinde çalışacağı bir mekanizma olarak bizim tek gördüğümüz, müşahhas mânâda da hatları çizilerek ortaya koyulmuş tek orijinal önerme, Başyücelik Devleti’dir. Başka bir önerisi olan var ise, koysun ortaya, onun üzerinde de konuşalım.

Dipnotlar:

1-Umberto Eco, Ortaçağ

2-Prof. Dr. Mustafa Ergün, Türk Eğitim Tarihi

3-Prof. Dr. Mustafa Ergün, a.g.e.

4-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü

Faydalanılan Kaynak:

Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü

Faruk Hanedar, Aylık Dergisi, 128. sayı, Mayıs 2015