Müslümanlar açısından son yüzyılda elde edilen en büyük zaferlerden birinin, Taliban tarafından Afganistan’da kazanıldığını görmemek için ya kör yahut gavur olmak gerekir herhalde. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, Hollanda başta olmak üzere bütün NATO kuvvetleri ve bu güruh ile işbirliği içinde olan ortaklarının hepsinin birden, 20 sene boyunca silah teknolojisi ve para gücünü mümkün olan son raddeye kadar işlettikleri hâlde, ayağında terlik, kalbinde iman ve çelikten de bir irade taşıyan Taliban karşısındaki hezimeti, tarihe geçecek çapta büyük bir zaferdir.
İnsanlar, yaşadıkları çağda cereyan eden hadiseleri idrak etmek noktasında sıkıntı yaşıyorlar. Taliban’ın bütün Batı dünyasına karşı elde ettiği kesin ve tartışmasız zaferin de bu çerçeve içine girdiği ve ne yazık ki layıkıyla idrak edilemediği kanaatindeyiz. Tabiî, böylesi büyük çapta bir zafer idrak edilemediği için, Batının büyük hezimeti ve Müslümanların büyük zaferinin doğurması muhtemel tesirlerin neticesinden elde edilmesi gereken verim de bir türlü hasıl olmuyor.
Savaş ve Muharebeler
Savaşan taraflardan birinin diğerini mağlub etmesi, taraflardan birinin iradesinin kırılması ve bunun neticesinde karşı tarafın üstünlüğünü kabul ederek ona yalnız maddî değil, manevî olarak da teslim olması şartına bağlıdır. Buna karşılık, bahse konu savaş çerçevesi içinde muhtelif planlarda yaşanan muharebeler ise bir tarafın geri çekilmesi, geri adım atması ile kazanılır yahut kaybedilir; fakat bir taraf girdiği bütün muharebeleri kaybetse bile savaşma iradesini kaybetmediği sürece mağlub edilemez, teslim alınamaz ve nihayetinde yine zafer kazanabilir.
Afganistan işgâli süresince yaşanan muharebelerin büyük bir çoğunluğunu Amerika ve onun başını çektiği son teknoloji ürünü silahlarla donatılmış ordunun kazandığı son derece açık. Zaten belki de insanların Taliban ile alâkalı olarak aklını kurcalayan da bu konu oluyor ve soruyorlar; “Bunlar girdikleri her muharebeyi kazanırken, Afganistan’dan şimdi niçin çıkıp gidiyorlar?” Evet, biraz evvel bizim de tasdik ettiğimiz üzere, Batılı ordular Afganistan’da girdikleri neredeyse her muharebeyi kazandılar; fakat kazandıkları muharebeler savaşı kazanmalarına yetmedi, yâni Taliban’ın iradesini kıramadı ve teslim alamadılar. Taliban ile masaya oturdukları günden beri zaten en çok da bu hususu dillendiriyorlar, “Biz orada 50 sene daha kalırız kalmasına; fakat yine muvaffak olamayız.” Hatırlarsanız, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesine dair işletilen süreçte Taliban’ın da en çok dikkat çektiği husus buydu ve işgal birlikleri Afganistan’da kaldığı sürece biz bu mücadeleyi sürdürmekte kararlıyız diyorlardı.
Bir tarafta girdiği neredeyse bütün muharebeleri kaybetmiş ama zafer ümidini yaşatmayı bilmiş, savaşma iradesini kırılmamış Taliban, diğer tarafta ise girdiği neredeyse bütün muharebeleri kazanmış ama zafer ümidini yitirmiş, savaşma iradesi kırılmış Amerika’nın başı çektiği işgâl ordusu.
Böyle deyince de Taliban sanki girdiği her muharebeyi kaybetmiş gibi de anlaşılsın istemeyiz, dikkat ediyorsanız burada başka bir hususa dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Amerika, Vietnam’da yine benzer şekilde iradesi kırılıp savaşı kaybetmişti; fakat iletişim vasıtaları bugünkü kadar yaygın olmadığı ve dönemin dünya çapındaki propaganda vasıtalarının başlıcası olan sinemayı elinde tuttuğu için bu hezimeti sanki bir zafermiş gibi aktarmasını bilmişti. Bugünse Amerika’nın başı çektiği işgâl ordusunun yaşadığı hezimet, iletişim vasıtalarının yaygınlığı dolayısıyla artık öyle propaganda ile falan gizlenebilecek gibi değil; fakat Müslümanların idrakleri de böylesine büyük bir zaferi idrak edecek kapasitede değil.
Yeni Bir Düzen?
Afganistan’da çakan kıvılcımı burada hakiki bir İslâm ihtilâli ve inkılabına vesile kılmaya uğraşacak, Amerika ve ortağı Haçlı ordusunun Müslümanlar karşısında yaşadığı hezimet üzerinden gavur dünya düzeni yerine yeni bir düzen peşinde koşacak erkek kafalar nerede?
İktidara yakın cenahın çoğunluk teşkil eden bir kesimi de dahil olmak üzere, Taliban’ın ortaya koyacağı İslâmî devlet ve dünya görüşüne daha peşin peşin karşı çıkanların içinde yaşadıkları lâik, dinsiz, Kemalist rejimden yana memnuniyetlerine ne demeli?
İşte, böyle bir ahvalde beklediğimiz erkek ses yine Taliban’dan geldi ve Afganistan İslâm Emirliği sözcüsü Zebihullah Mücahid, Türkiye ziyaretinde, kendisine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti”ni takdim eden gönüldaşımıza “Müslümanların tam ihtiyacı olan şey İslâmî bir devlet modeli” diyerek, kazanılan zaferle avunmadıkları ve yeni bir İslâmî devlet ve düzen modeli arayışında olduklarını deklare etmiş oldu.
“Mutlak Fikir”in Gerekliliği
Herkesin bağlı olduğu (yahut taklitçisi olduğu) dünya görüşüne göre bir gerçekliği var. Bu gerçeklik yalnız yaşanan ânda tecelli etmiyor; geleceği ve tarihi kendi gerçekliğine göre baştan sona tasnif ediyor ve bu şekilde idrak ediyor.
Son yıllarda ısrarla insanlığa dayatılmaya çalışılan ferdiyetçiliği bu “gerçeklik” perspektiften ele almak lazım. Hani diyorlar ya, ideolojilerin sonu falan diye… Bu bir bakıma da herkesin kendi gerçekliğini kendisinin imâl ettiği bir kurgulama biçimini davet eden bir yaklaşım şekli. Peki, herkes ayrı ayrı kendi gerçekliğini kurgulayacak olursa, varsayalım ki bu gerçekliği kurgulamak işinde herkes son derece mahir olsun, birinin gerçekliğinin diğerine aykırı olduğu yerde içtimâî hayat nasıl tezahür edecek? Böyle olmayacağı muhakkak. O zaman?
Bugünün dünyasına global mânâda baktığımızda, gerçeklik kurgusunun, dünya görüşlerinden ziyade tüketim toplumu meydana getirmeye çalışan global şirketler tarafından yapıldığını görmekteyiz. Merkezinde yaşamanın, insanî hasletleri muhafaza etmek suretiyle insan gibi yaşamanın değil de, yalnızca tüketmenin, hayvanlaşmak bahasına önüne ne gelirse onu tüketmek ve sermaye için bu tüketilecek şeyleri köleleşme bahasına üretmenin merkeze alındığı, dayatılmış gerçeklik kurgusu… Maksadı tüm insanlığı köleleştirmek olan bir dayatma…
Kurgunun global plandaki genel çerçevesi bu şekilde… Özele inildiğindeyse, her milletin kendisine has niteliklerine göre, bu kurgunun özünü muhafaza etmek suretiyle, birbirinden ayrıştığını görmek mümkün.
Biz bu coğrafyada yaşadığımız için Türkiye özeline gelelim. Cumhuriyetin kurulması, sonrasında gerçekleştirilen devrimler, bu dönemde şekillendirilen ve günümüze kadar yerini muhafaza eden sermaye, sanat, akademi ve bürokrasi oligarşisi… Dikkat ediyorsanız, yalnız devrim yapmak suretiyle bir gerçeklik kurgusu imâl edilmiyor; bununla beraber yeni gerçeklik kurgusu büyüsünün bozulmasını engellemek üzere sabit kalacak başroller de dağıtılıyor.
Mutlak Gerçeklik Kurgusu
Biz, yâni Büyük Doğu İbda bağlıları, esasta, yalnız belli bir zümrenin menfaatini korumak, kollamak ve devamlılığını sağlamak üzere kurgulanmış, yâni kuralları onlar tarafından belirlenmiş, iyisi onlar için iyi, doğrusu onlar için doğru ve güzeli onlar için güzel olan, geri kalan herkesi ikinci sınıf gören, adaletin yalnız bu kesimin çıkarına göre işlediği bu küfür-sahtelik düzeni dayatmasına karşı çıkıyoruz. Bu konuda öyle sanıyorum ki kurgunun başında olanlar dışında herkesle hemfikirizdir; veyahut hemfikir olmamız gerekir. Öyle ya, kim bir başkasının gerçekliğini yaşamak ister ki?
Peki, o zaman kimin gerçeklik kurgusu içinde yaşayacağız?
Allah’a inanıyorsak, yâni Müslümansak, iman ediyoruz ki, bu dünyayı Allah yarattı ve bizim insan gibi yaşanmaya değer bir hayat sürmemiz için de Peygamberleri vasıtasıyla bize insanı aşkın-müteâl ve herkesi şamil kurallar gönderdi. Dikkat ediyorsanız, herkesi şamil, yâni belli başlı bir zümrenin, ister sermayedar olsun ister devlet idarecisi, kimsenin kayrılmadığı ve bu kurallar karşısında herkesin eşit olduğu bir düzen.
Küfür düzeni demiştik biraz evvel hatırlarsanız. Allah’ın bildirdiği mutlak kuralları inkâr eden ve onun adil emirleri yerine kendi çıkarını önceleyen kurallardan müteşekkil bir gerçeklik kurgusu imâl eden, yâni hakikati örten ve onun yerine “küfür” düzenini, yani “hakikatin üstünü örten” düzeni inşâ eden.
Büyük Doğu-İbda’ya dönecek olursak. Büyük Doğu-İbda’nın misyonu, iddiası, Mutlak Fikir ölçülerini eşya ve hadiselere, değişen zaman ve mekân şartlarına uygun bir şekilde tatbik etmek üzere yenilenmiş anlayışla, İslâm’a Muhatab Anlayışla, yeni bir nizâm, yeni bir cemiyet ve yeni insanla beraber ezel kadar eski ebed kadar yeni bir yaşanmaya değer gerçeklik kurgusu meydana getirmektir; mutlak hakikate dayalı bir gerçeklik kurgusu… İnsan yapısı olduğu için kurgu, lakin sırtını dayadığı yer Mutlak Fikir/Mutlak Hakikat Ölçüsü İslâm… O yüzden de Mutlak Hakikat’in beşerdeki tecellisi olarak hakikat…
Kökleri Nakşî silsilesi üzerinden Allah Resûlü’ne kadar uzanan Üstad Necib Fazıl’ın Büyük Doğu külliyatı ile onunla beraber Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun İbda külliyatı, bir bakıma, çağımız insanlığının bugün numunesine bile tesadüf etmediği yaşanmaya değer hayat için muhtaç olduğu, “hakikate mutabık kurallar bütününün” anahtarıdır.
Buhran
Sahte kurguların merkez noktalarını teşkil eden gelişmiş ülkelerde “refah” içinde yaşayan insanların “hapçı ve uyuşturucu bağımlısı” olmak suretiyle hayatlarını idame ettirebildiği ve geri kalan dünyada ise açlık ve sefaletin hüküm sürdüğünü göz önünde bulundurursak, mevcut kurgunun insanlık için hiç de iyi neticeler doğurmadığını rahatlıkla genelleyebiliriz.
Her ne kadar mevcut düzen evvelindeki uzun savaş yılları ve akabinde cereyan eden Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra Batı âlemine bir sükûnet gelmesinin vesilesi olmuşsa da, insanın kendi içindeki savaşı körüklemiş ve bütün beşerî müessese kaleleriyle beraber insanlığı tahrib etmiştir. Hani bizde büyük cihad ile küçük cihad ayrımı var ya, işte, bilhassa küçük savaşı kazansa yahut anlaşmalar yaparak durdurmuş olsalar bile büyük savaşı göremeyen ve görmediği için de savaşamayan ve kazanamayan insanlığın ahvâli bugün ortada.
İster haz ve aç gözlülük peşinde hayvanlaşarak insanlıktan çıkan, isterse içinde yaşamak zorunda bırakıldığı şartlar dolayısıyla insanlıktan çıkmak zorunda kalan insanlık... Mevcut düzenin, yâni sahte gerçeklik kurgusunun muvaffak olduğu belki de tek nokta burası; insanı insanlıktan çıkartacak buhranı imâl etmek ve buhran düzeninden nemalanmak...
Hem zaten gerçeklik kurgusunu illâ ki biri yapacaksa, bu neden ben olmayayım yahut o olmasın da sen olasın? Yâni niçin senin gerçeklerin hepimize şamil oluyor da, benimkiler yahut onunkiler olamıyor? Mutlak olanı ilk planda bulamasa bile, insanlık, yakın bir vadede illâki bu suâli soracaktır, tıpkı Fransız ihtilâline sebeb olan o sihirli suâlde olduğu gibi: “Bir krala neden ihtiyacımız olsun ki?”
15. İslâm Asrı’nın Kemâl Devresi
Saydığımız ve sayamadığımız tüm bu menfî şartlar ve gerginlik içinde, zaman geldi ve 15. İslâm Asrı’nın kemâl çığırının açıldığı gerginliklerle dolu 1440 senesine dayandı. Bu çığırda Büyük Doğu-İbda’nın rolü, bundan 1400 sene evvel Allah’ın insanlığa lütfettiği Peygamber Efendimizin getirdiği hikmetlerin ışığını, 15. İslâm asrına, yâni çağımıza aksettiren bir fikir ve aksiyon aynası olmaktır.
Dünya çapındaki gerçeklik kurgusu, başka bir ifadeyle söylersek, illüzyon düzeni, çağımızın meselelerine “daha fazla demokrasi” ve sanki demokrasi olmasa adalet olmazmış gibi hemen ona bağlı olarak “daha fazla adalet” tekerlemesinden başka bir karşılık veremiyor artık. Hakikat bir noktadan sonra kendisini o kadar şiddetli bir şekilde dayatıyor ki, bunu göre statükonun banileri hayatı gerçeklikten tamamen izole etmek üzere Metaverse dahil yeni paralel evrenler inşa etmeye davranarak sahte düzenlerini muhafaza etmeye çalışıyorlar. Diğer bir taraftan, global mânâdaki gerçeklik kurgusunun bekâsını sağlamakla vazifeli milletlerarası müesseseler ve bu düzenin kendisini üzerine bina ettiği dayanak kavramlar bir bir iflâs ederken, hepimizin şahit olduğu üzere onların yerine bir yenisi ihdas edilemiyor.
İnsanlar, içinde bulundukları bu sahteliğin aslında ne kadar saçma sapan olduğunun “bir vesile” ile şuuruna erecekler. İşte, o zaman Üstad Necib Fazıl’ın kıtalar çapında beklendiğini müjdelediği “Mutlak Fikir”in inkılâbı gerçekleşecek ve insanoğlu asırlar sonra hakiki bir düzen ile tanışacak.
***
Sözü neresinden başlatırsak başlatalım, lâf dönüyor dolaşıyor, Afganistan İslâm Emirliği Sözcüsü Zebihullah Mücahid’in de dediği gibi tam ihtiyacımız olan İslâm devleti modeline geliyor dayanıyor. Türkiye başta olmak üzere “İslâm” âlemi Büyük Doğu-İbda ve onun devlet modeli Başyücelik Devleti karşısında daha ne kadar kayıtsız kalmakta direnebilecek, göreceğiz. Herkes büyük büyük şeyler bekliyordur değişim için, oysaki bir vesile, muhtemeldir ki alelade soydan ama insanlığın gerçeklik seviyesini değiştirecek tek bir hadiseye bakar böyle değişimler.
Görüş: Ömer Emre Akcebe