12- Ahlâkı Uygulama Gücü: İrâde

İçinde bulunduğu şartlar yüzünden, ‘öz’ünü bilmeğe yönelik donanımların varolduğundan habersiz ‘nefsî–ben–beşer’ dramatique bir kişidir. Özünü bilmeğe yönelik donanımların varolduğundan haberli olmasına rağmen, ‘nefsî–ben–beşer’ evresini aşıp ‘ruhî–benim–insan’ aşamasına yükselmeği ret yahut ihmâl eden, ‘kalbi mühürlü’ bir kimsedir. Sonuçta böyle biri, ‘insanlaşma umudu’na gönlünü kapalı tuttuğundan, tragique biridir.

‘Ruhî–benim–insan’ aşamasına yükselme, ‘özbilinc’i olan insanın isteğidir. Herakleitos’un logos, Sokrates’in ise daimon dedikleri, bizim de burada aklın uyarıcı ve öğütleyici sesi şeklinde tavsîf ettiğimiz ‘vicdân’ doğrultusunda tercihte bulunup karar verme isteği, ‘irâde’dir. Şu durumda vicdâna kulak kabartarak düşünme etkinliği, özbilinci verir. Özbilinçli kişinin, düşündüklerini söze ve fiile intikâl ettirmesiyle eylem ortaya çıkar. Bahis konusu intikâli başlatma ile yürütme gücüne, işte, irâde dediğimizi tekrarlıyoruz. ‘İrâde’nin başlangıç safhasını “yapmalıyım!” ‘özden-buyruğu’ teşkîl eder. ‘İlahî yasa’nın, ‘benim’ diline tercümesi, aklın sesi, yânî ‘vicdân’dır. ‘Özbilincim’in, ‘vicdânım’ doğrultusunda eylemek isteğini beslemesine de, ‘niyet’ diyoruz. O hâlde, ‘İlahî yasa’nın ‘benim’deki bilgisi —‘irfân’— ‘özbilincim’i oluşturur.

13- Ahlâkın ‘Benim’deki Aslı Esâsı: Niyet

Belli bir eylemin ‘özbilincim’de tebârüz etmiş düşünce aslî esâsı, ‘niyetim’dir. ‘İrâde’, öyleyse, hem ‘eylemim’i boşandırma isteği demek olan ‘niyetim’i hem de yürürütülüşünü kapsar. Demekki “özü ile sözü bir” dediğimizde, kasdettiğimiz, ‘niyet’ ile ‘eylem’in uyuşmasında vuzuha kavuşan ‘irâde tutarlılığı’dır. “Eylemler, niyetlere göre değerlendirilirler” Hadîsinin manâsı da zâten budur. Niyet ile eylem tutmazlığı, sonuçta, irâde tutarsızlığını gösterir.

Belli bir düşüncenin, eyleme dönüştürülmesi isteğine ‘niyet’ demiştik. O, nihâyet, ‘dışım’daki gözlere ve bakışlara kapalıdır. ‘Niyetim’, ‘mutlak mahremim’imdir. Onu oluşturmak, ondan ‘eylemim’i türetip ‘niyetim’ ile ‘eylemim’i uyuşturup uyuşturmamak, tamamıyla ‘benim’e kalmıştır. Bu da ‘hürlük’ demektir. “Yapmalıyım!” ‘niyetim’i ‘özden–buyruk’ şeklinde duyumlayıp ‘eylem’e dönüştürüyorsam ‘ben’ hürdür. ‘Hür’ olan ‘ben’ ise, artık, ‘benim’dir. ‘Ahlâk’, ‘İlahî yasa’ya uygun “yapmalıyım!” ‘özden–buyruğu’ yönünde niyetlenip eyleyen ‘benim’in düşünüş ile davranış tümlüğünün ifâdesidir. “Yapmalıyım!” düstûru, ‘şartsız özden–buyruk’ tarafından izhâr edilmiş değil de, bir şartlı ve özden gelmeyen buyruğun ifâdesiyse, o takdîrde ‘ahlâkî’ addolunamaz. ‘Hukuk’a ilişkin olabilir. Şu durumda hukuka, dolayısyla da kanuna uygun olan, ahlâkî olmayabilir de. Toplumsal örfün gerektirdiği ile ahlâkınkisi her vakit çakışmayabilir. ‘Özden hür’ olan ‘ahlâk kişisi’, demekki ‘ruhî–benim–insanı’ evvelemirde ahlâkın, yânî vicdânının icâplarını her şeyin üstünde tutar. Vicdân kişiliğimden kaynaklanan ahlâk, beni evrenselliğe taşır, insanşumûl kılar.

14- Ahlâkın, ‘Benim’in Dışındaki Tezâhürü: Hukuk

Allah buyrukları, yânî Tebliğ ile vicdân doğrultusunda, evvelemirde sebâtla niyetlenmek, bilâhare duygulanıp tutarlıca düşünmek, kararlılıkla davranıp eylemek yoluyla ahlâkın oluşturulduğunu söylemiştik. Ahlâk zemînine basıp ona uygun bağlamlarda yaşayan kişilerin dokudukları biçimselleştirilmiş (Fr formalisé) insanlararası ilişkiler ağına da hukuk diyoruz. Ahlâk esâslı hukukta, kişi, baştan, hür (özden–karar–verebilirlik), vefâlı, başka bir deyişle, ödevine sâdık, haysiyetlidir; demekki haksızlık ile zulme tahammülsüzdür: Başkaldıran insan.

Oldum olası, özellikle de günümüzde, ziyâdesiyle sıkıntısı çekilen, en kıt, dolayısıyla da zor bulunan servet, ahlâklı (kâmil) insan olduğundan, sâdece hür – vefâlı – haysiyetli üçlülüğünü hâîz kişiler dikkate alınarak, hukukun inşâası, tarihte pek az döneme nasîb olmuştur. Tebliğden uzaklaştığı oranda, bir toplumun insanlararası ilişkiler ağı, hukuktan örfe kayar. Tebliğe yaslanmayan, ama tümüyle biçimselleştirilmiş düşünmenin ürünü düstûrlaştırılmış/kodlanmış sistem tarzında inşâa olunmuş bir hukuk düzeni daha vardır: ‘Laik hukuk’.

Laik olan, doğrudan doğruya Vahiy Dinine dayanmamakla birlikte, yine de ondan dolaylı biçimde etkilenmiş örfî hukuktan da sayılmaz. Meselâ, önceki çağların Zencî Afrikasında, İç Asyasında, Asurunda, Ege havzasında, Çininde, İranında, Türklerinde, Aztekleri ile İnkalarında, Hintlileri ile Germenlerinde bu çeşit hukuklar hükümlerini icrâ etmişlerdir. Onaltıncı yüzyıldan itibâren Yeniçağ Dindışı Avrupa medeniyetinde boy gösterip de şâhikasına İhtilâlikebîrde ulaşan ‘laik hukuk’, bililtizâm Tebliğe sırt çevirmiş olması sebebiyle, ‘örfî’ olandan ayırdedilmelidir.

Laik olanda her zaman ve kimi örfî hukuklarda yer yer, düstûrlara, yânî kodlanmış kurallara riâyet etmek, kanunî davranıştır. Buna karşılık, Tebliğden esinlenerek vicdândan neşet eden özden–buyruğa itaat, yaşayışımızı meşrûu kılar. Demekki kanunîlik (Fr légalité), laik hukuk; buna karşılık, meşrûuluk (Fr légitimité), ahlâk için söz konusudur. ‘Benim’ adâlet duygumda kendini izhâr eden ahlâktır. Özge bir anlatışla: Adâlet, ‘benim’de ahlâk şeklinde ifâdesini bulur. Ahlâk kişisi, kendine de başkalarına da âdildir. Niye? Çünkü gönlünü şu ulu Âyetle eğitmiş, hayatını onunla anlamlandırmıştır:

“Çetelesi (Kitabı) çıkarılıp önüne koyulacak tüm yapıp ettiklerinin. Günâhkârları dehşete kapılarak göreceksin.

Kendilerine isnâd olunanlardan

‘Ah! ne de yazık etmişiz! ya,’ diyecekler.

‘Büyük küçük, ne ettikse, hiçbir şey atlanmamış; Bu, ne biçim bir Çeteledir ki,

Her bir şey geçirilmiş kayda!’

Ne etmişlerse, buluvereceklerdir önlerinde: Zulmetmez Rabbin kimseye”

—: her bir kişi payına düşeni eksiksizce ödeyecek [“ve lâ yazullimu Rabbike”: Kehf /18 (49)].

Ahlâk kişisi, Tanrı yasasını bir taraftan içinde yaşadığı kültür aracılığıyla Tebliğden öğrenirken, öbür yandan da vicdânından ‘işitir’. Öğrenip işittiği ‘Tanrı yasası’nı uygulamak üzre, duyumladığı güçlü, hasbî, samimî bir istektir. Tabîî, tersine, yânî ‘Tanrı yasası’nı uygulamamak doğrultusunda da irâde gösterebilir. Birincisi ‘meşrûu’yken, ikinci tür irâde, ‘gayrımeşrûu’dur. Meşrûu olan birincisini duyumlayıp uygulayan ahlâk kişisinin ‘benim’i, diğer ahlâk kişilerinin ‘benim’leriyle ortak paydada buluşur: Toplum çerçevesinde ve yurt düzleminde. Birincisine İslâm ıstılâhında ‘ümmet’ denirken, ikincisine ‘dârulİslâm’ adı verilmiştir. Ortak payda nedir? ‘Temel yasa’dır. ‘O’nu sâdece ‘benim’ ve başka insanlara değil, ama yaratılmışların tümüne uygulamak ‘ödevim’dir. Böylelikle ahlâk, insan teki ve toplumu için olduğunca dünya ile doğaya da şâmildir: “Davranışının temel yasası irâdenle genel doğa yasası olacakmışcasına davran!”(1)

‘Benim’de tesbît ve tayîn olunan, ‘temel özelliğ’i gereği öznel olması icâb ederken, doğayı dahî kavrayacak raddede şumullü olması, bizleri aykırılığa (Fr&İng paradox) götürüyormu? Düz biçimsel mantık açısından ‘evet’, götürüyor. Ancak, düz biçimsel mantık nefsî (Fr psychique) ‘ben’le sınırlı olup onun ötesine ‘benim’e şâmil değildir artık.

15- İlâhî–Ahlâkî bakımdan Transsendental – Transsendent

‘Benim’, nefsî–mantıkî (Fr psycho–logique) yasalılığı aşkındır. ‘Benim’de ‘Aşkınlığ’ın (GeçL transcendentia) insana doğrudan izhârı demek olan Tebliğin vazettiği ‘Temel yasa’ içleştirilmiştir. Böylece ‘Tanrı duygusu’, demekki vicdân ‘benim’e artık ‘içkin’dir (GeçL immanens): ‘Hulûl’.

‘Transsendens’ (Transcendentia: ‘Aşkınlık’), iki kısım hâlinde mütâlea olunabilinir: ‘Transsendent’ ile ‘Transsendental’. Birincisi, Allahın Zâtına delâlet eden Lâhût âlemi dile getirir. Bu, ‘ilm’e dahî kapalıdır. ‘Velî’nin dışındakine geçit vermeyen saha ―bilinmezlik alanı― ‘imân’ı şart koşar. İkinciyse, ‘imân’a götüren yol yordamdır, neşedir; nihâyet ‘zihin’ değil de, ‘gönül bilgisi’dir: ‘İrfân’. Transsendental, düşünülebilir ve düşünülemez tüm kuvvetler ile imkânları taşıyan ve bunları istedikce, başka bir deyişle ‘irâde’ buyurdukca fiile dönüştürebilen Transsendentin, demekki Mutlak Kudretin, ‘benim’e ihsân ettiği yasalılıktır.

‘Benim’, aslında esâsında, ‘kendimdenlik’tir;(2) yânî ‘varlığ’ımın ta kendisi; parçalanmaz, bölünemez ‘ben’; demekki Mutlak Biri (Ar el-Ahd) andıran varlık. ‘Mutlak Bir’in orunuysa, ‘Lâhût’ (←el-İlah) âlemidir. Eflâtun, Onu, Birin, Bir olması, şeklinde tavsîf etmiştir.

‘Benim’, pek zorlu bir mevkide bulunur: Nefsî ‘ben’iyle varolanlar, demekki ‘Nâsût’ dünyada yer alırken, ruh–akıl cihetiyle de ‘benim–insanı’, ‘Melekût’ —melekeler— ile ‘Ceberût’ —imkânlar— âlemleri üzerinden ‘Hâhût’ (←Hû = O) ve dahî ‘Lâhût’a dek uzanabilir: Allahın tecellîsini, Hz Muhammed’in Mi’râcda, Hz Musâ’nın ise, çalının yanmasında görmesi gibi.

‘Benim’in, biçimselleştirilmiş mantık arkalı ‘akıl-zihin’ çabasıyla ‘Nâsût’ dünyasında kurduğu insicâmlı ‘bilgi’ler bütünlüğüne(3) ‘bilim’ demiştik. ‘Nâsût’u aştıran ‘akıl–gönül’ yoluysa (tarîk), ‘ilim’ tümlüğünü (Fr entièreté) ‘benim’i ‘irfân’a (Fr gnose) erdirir. ‘İrfân’a ulaşan da, nitekim, ‘ârif’tir, ‘ermiş kişi’dir. ‘Bilim’ ile ‘ilim–irfân’ı ilişkiye sokan felsefenin salt akıl işlemi metafizik ile kullanılır akıl işleyişi demek olan ahlâk sahalarıdır.

Varolanlar dünyasının bilim, zanaat, sanat, savaş alanlarında üstün kâbiliyet ile beceri örneklerini sergileyenler, dâhîlerdir. Ancak, dâhînin, ahlâkca iyisi de kötüsü de olabilir.

‘Bilim’ ile ‘irfân’ bütünlüğü ‘ilm’i ortaya çıkarır. ‘İlim sâhibi’, ‘âlim’dir. Onun da en üst seviyesine, demekki ‘gerçekliğ’i aşıp ‘Hakîkat’ın sırlarına erebilmiş olan, ‘hakîm’dir. O, elbette yanlışlık yapabilir; ama özden, yânî niyetce iyidir, demekki hayırdadır, hayırlıdır. Tarihin yüzünü ağartmış, insanlığın yüzakı olmuş, doğunun, batının, güney ile kuzeyin çığır açıcı, kalburüstü bilgeleri, bilginleri, hekimleri, hâkimleri, bestecileri, şairleri, heykeltraşları, ressamları, mühendisleri ile mimarları, devlet ile siyâset adamları, din ile toplum önderleri hep ‘hayırlılar’ makûlesinden addolunmalıdırlar.

Nihâyet, ‘Hakîkat’ın ‘Lâhût’ ‘perde’sini aralayabilmiş olan ise, Allah dostu manâsında ‘velî’dir. Allahın insanlara Tebliğini bildirmekle yükümlü velîlere ‘nebî’ yahut ‘resul’ –Farscada ‘peygâmber’; Türkcede ‘yalvaç’– denir.

Velî, ‘benim’inin tam mâlikidir; ‘benim’inin mâhiyetine (L ens) erişmiştir. Kendi ‘benim’inin mâhiyetinde Allahınkini dahî temâşâ (L meditatio) edebilir: “Rabblerini sabah akşam anarak Onun vechesini arzulayanlarla birlikte nefsini sabrettirir...” ―Kehf/18(28).

Bu Âyeti Abdullah Yusuf Ali şöyle tefsîr etmiştir: “Sabah, öğle, akşam gönülden Ona yönelip Onun Zâtını (Hâhût), İnâyet ile Yakınlığını dünya nimetlerine tercih edenler Allahın sahîh kullarıdır. Âyette geçen ‘Veche’(4) yahut ‘Çehre’, Kişiliği yahut Zâtı temsil eder” (tefsîr sayısı: 2369).

Bilmek, mümin’i özgürleştirmez, sınırlar Bilmek, mümin’i özgürleştirmez, sınırlar

Kaynak:

1- “Handle so, als ob die Maxime deiner Handlung durch deinen Willen zum allgemeinen Naturgesetz werden sollte” —Immanuel Kant: “Grundlegung zur Metaphysik der Sitten”, 56.s, (4: 421/89).

2- L ea ipsa causa belli fuit.

3- Fr totalité, le tout.

4- Veche, Arapcada anlamca kuşatıcı bir sözdür. ‘Zât’ şeklinde tercüme olunabilip ayrıca şu anlamlara da gelir: (1) Lafızca ‘yüz’, ‘çehre’, ‘veche’; (2) mecâzca, ‘hatır’ (bkz: 92/20); (3) şan, şeref; (Allah) huzur(un)da bulunma (bkz: 4/72); (4) sebep, ‘yüzü suyu hürmetlerine’ (bkz: 76/8); (5) ilk elde, başlangıçta (bkz: 3/71); (6) tabiat, derûn, öz, zât (bkz: 5/111, 27/88, 55/27).

“Ben, burada (6)daki anlamını alıyorum. ‘Yüz’, kişinin tüm derûnunu yahut kişiliğini ele verir” (tefsîr sayısı: 114). Nitekim, Bakara Sûresinin 115. Âyetinde Abdullah Yusuf Ali’nin az öceki iddiasının teyîdini buluyoruz: “Doğu da Batı da Allahındır. Ne tarafa dönerseniz dönünüz, hep Allah yüzünü göreceksiniz...”

Teoman Duralı, Sorun Nedir?, syf: 208-213