Ruhunda hiçbir istinad noktası kalmayan, amacına ulaşmak için her tür aracı mübah gören, hevâ-perest insan modeli de, popüler kültürün faşizme açılan bu kapısından geçmeye dünden razı
Doğu’su ve Batı’sıyla değerlerini yitirmiş, “çivisi çıkmış” bir dünyada yaşıyoruz. Ruhun yittiği, sözün bittiği, dilin kuruduğu, his ve hisse bağlı hasletlerin kör ve kısır kaldığı; bu kıymetlerin yerini silâhların ve iletişimsizliğin kaynağı hâline gelen iletişim araçlarının aldığı kaotik bir ortamda el yordamıyla yürümeye, soluk alıp vermeye çalışıyoruz. Batı’nın duyumcul kültürünün tabiatında, dolayısıyla da insanın yapısında mündemiç, dünyayı yaşanmaz kılan adaletsizlikler ve hukuksuzluklar, devlet terörüyle yoğrulmuş tahakküm biçimleri, yeni sömürgeciliği yeni çağa uydurma çalışmaları paralelinde, geçmişi aratmayacak bir acımasızlık, duygusuzluk ve vurdumduymazlıkla günümüzde de devam ediyor. Asrın ana “tema”sı terör, korku ve güvensizlik. Bir yanda yerinden yurdundan edilmiş, trajedisini sırtında taşıyan milyonlarca insan acıyla, gözyaşıyla ve kanla yoğrulmuş bir hayata tutunmaya çalışırken, diğer yanda, her şeye kendilerinde hak gören, kendi dünyalarından başka dünyalar da olabileceğini bir türlü kabullenemeyen, “yedikçe şişen lağım künkü” misâli, pis kokuları kendilerinden önce gelen pis insanlar, başkalarından çalınmış hayatlar üzerine hayat kurma, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıklarını yapma derdindeler. Yasayla uygulamayı birleştiren, “Kuralları ben koyarım, istediğim zaman da uymayabilirim,” anlayışını sistemleştiren, iradenin devrinin mümkün olup olmadığı bir yana, Mutlak hakikatlerin halk oyu ile tesbitine çanak tutan modern akıl, yine “olmazların zoru içinde”; şimdilerde, “kendin yap, kendin tap” tarzı bir anlayışı sistemleştirme; hakikat diye bir şeyin olmadığı, herkesin hakikatinin kendine olduğu inancını toplumun genel fikir çerçevesine yerleştirme peşinde.
Ruhunda hiçbir istinad noktası kalmayan, amacına ulaşmak için her tür aracı mübah gören, sadece maddenin harekete geçirdiği hevâ-perest insan modeli de, popüler kültürün faşizme açılan bu kapısından geçmeye dünden razı. Cezayı yahut ödülü kabul edecek bünyeyi yitirmiş olmanın idraksizliği içinde aldığı komutla inanıyor, gelip geçici hevesleriyle örtüştürdüğü, kendisiyle özdeşleştirdiği “türedi siyaset madrabazları”na inanıyor, hevesi kursağında kalacak olsa da onların peşinden gidiyor.
Oysa krizlerin kaynağında, sorun çözmek yerine, kendilerini sorun hâline getiren bu popülist liderler ve partileri var. İdare-i maslahatçı apolitik politika, halk dalkavukluğu gibi bir rezilliği halkçılık olarak pazarlamayı zenaat hâline getiren “siyaset simsarları”nın aşağılık tutumu, kültür endüstrisince kurgulanan, şekillendirilen, sonra da topluma giydirilen popüler kültür kitleleri teslim almış durumda. İç gözlemleri sığ, kendi dışlarındaki dünyayı tanımlarken kullandıkları dil tutarsız, Allah ne verdiyse rastgele içine tıkıştırılan bir çuval kadar şekilsizler. Ölçü, endaze hak getire, popüler ve medyatik olanı peşinen kabullenip benimserken, elit, klâsik ve estetik olanı ciddiye almıyor, popüler kültüre ait kanıksanmış kalıpları hayatlarına taşıyarak, kendilerine kurdukları sahte bir dünyada yaşıyorlar. Kültürel seviyesizlik, kurumsal dejenerasyon, yozlaşma ve soysuzlaşma had safhada. Herkes birbirinin takipçisi ve taklitçisi; birileri bir yerlere gidiyor diye başkaları da aynı yerlere gidiyor, birileri bir kitabı okuduğu için başkaları da okuyor, birileri bir filmi seyrettiği için başkaları da seyrediyor... “Sürüden farklılık gösterisindeki sürüden biri olduklarının” idrakinde değiller. Gelip geçici, uçucu olan, hiçbir özgünlüğü olmayan edebiyat, sanat ürünleri, film ve müzikler revaçta. Kapitalizmin kuralları kültür, sanat piyasasına da hâkim. Meydan, şeyleri o şey yapan değerleri yağmalayıp kullanmakta usta, toplumu dilsiz, dölsüz ve sözsüz biçimsiz yığınlara dönüştürmekte mahir “kültür simsarları”na kalmış durumda. Kültürel iktidar ait olduğu alana aidiyetini ve tedai ettirdiklerini yitirdi, bunlarla birlikte gücünü de yitirdi.
Nitekim, sanayileşmenin doğurduğu üretim imkânlarının, modern malzemenin imkânlarıyla birleştirilmesiyle ve bu imkânların kültüre tatbikiyle geçmişin hiç eskimeyen, hep başvuru kaynağı olmuş klâsikleri o kadar çok farklı forumlara aktarıldı ve farklı yorumlar altında yeniden üretildi ki, çağdaş sanatın artık ne ele alabileceği bir konu ne de buna katabileceği yeni bir boyut kaldı. Gündelik olanı estetik ilginin nesnesi kılma yaklaşımları, insanları hızla güzellik duygusundan uzaklaştırdı. İnsanlar artık güzel olan ve klâsik addettiğimiz eserlere karşı duyarsız ve lâkaydî… Aynı ve kalıplaşmış duyguları tekrar tekrar yaşamaktan bıkmış, kitle üretim tekniğinin yeknesaklığı içinde üretilmiş, form sezgisinden uzak, tek dilli ve tek boyutlu eserler seyretmekten yorulmuş, estetik duyguları dumura uğramış durumda. Bu da insanın “varoluş”a dair tüm nitelikleri içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadını yitirdiğini, tükendiğini, artık yücelemediğini; ilham, idrak ve keşf yollarının kapalı olduğunu, kolektif şuur altını inşa etmenin yollarını iyi bilen “kültür simsarları”na teslim olduğunu gösterir. Onların elimize tutuşturduğu oyuncakları yüksek ve değerli buluyor, onlar olmadan yaşayamıyoruz. Mânevî, güzel ve yüce olanı küçümsüyor, topluma vakarları, ciddiyetleri ve kudretli kişilikleriyle yol gösteren liyâkat sahibi insanları hor görüyor, asrını yenileyen ruh, söz ve düşünceleri sıradanlaştırıyoruz.
Oysa yol doğru iken aksine gitmek, Avrupa çıkışlı her hezeyanı Tanrı kelâmı mesabesinde görüp her şart altında doğrulamaya çalışmak, kendini bilen, insanı insan yapan hasletleri haiz insana yaraşır bir tutum değildir; hezeyan hâlinde söylenmektir. Parçalara gösterilen dikkat yüzünden bütünü gözden kaçırmaktır.
Demem o ki, “gerçek insan”a yakışan ve yaraşan yegâne hâl, kemâl ve vakardır. Vakur bir yüze yaraşan yegâne şey de, Mutlak Bir’den anlık bir parıltı hâlinde yayılan ve tüm maddî şeylere güzellik bahşeden zerafettir. Zerafet ve asaletin birlikteliği ise muhteşemdir, ruh güzelliğine delalet eder. Âhenk ve düzenin kendisinden ziyade onu aydınlatan şeydir. Mü’min gözlerde yuvalanmış nurla bakanlar nezdinde ilk bakışta fark edilir… Hakk’ın eşyaya yerleştirdiği işaret olarak hep oradadır. Marifet, maddenin gizlediği, suretin kendi hakikatini taşıdığı cevheri görünür kılmak, ona mânevî olma fırsatı tanıyabilmektir. Dolayısıyla güzellik özü itibariyle dışta değil “iç”tedir, zerafet ve asaletin birlikteliğinin ihtişamındadır.
O hâlde, ruhla dolu olan ve ruhî bir iştiyâk duyan insan, kendisini yaratılış gayesine yükseltecek bir hürriyet alanı bulmak, estetik kaygıları olmak, güzele sonsuz bir özlem duymak ve bu özlemi dindirmenin arayışı içinde olmak zorundadır. Ne var ki, kötü ve amaçsız bir oyun alanına çevrilmiş bir dünyada bunları bulmanız zordur. Çünkü, “Allah güzeldir, güzeli sever.” ölçüsünde de işaret edildiği gibi, güzel olan yücedir, insan, içine çöken acıya katlanmak, kendi kendine yetmek zorundadır. Bu acı insanı arındırır ve yeniler… Gözü, tekâmül etmiş bir ruhun penceresi hâline gelir; iptidâilikten kurtulup insanlık âlemine yürümeyi, Halk âlemine bakmayı öğrenir. Ne var ki bu bir eğitim, şuur ve kültür meselesidir; üslûb sahibi olmayı ve hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmayı gerektirir. Eğer ibdaî kaynaktan yayılan ve “varoluş”a dair tüm keyfiyetleri içinde barındıran tecelli nurunu kabul edecek bir ruh, beden ve lisân zerafetine sahip değilseniz, bu incelikleri kuşanmış olanın üstüne oturan, ağzına yakışan İslâmî ölçüler sizin üzerinizde sırıtır, ağzınızda iğreti durur, taşıyamazsınız… Taşıyabilmek sahihlik, nefs emniyeti ve asîlâne bir tavır gerektirir. Yapmacık tavır ve dalkavukluğa varan lüzumsuz tevazu gösterileri Müslümana yakışan bir tutum değildir. Yakışık alacak ince bir zevkle buluşması için bilinçsizlik ve biçimsizlikten kurtulup estetikle bütünleşmesi gerekir.
Çünkü, Allah’la kul arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir. Ve “İbadet sanattır,” sanat sevgidir, “güzel”i aramaktır… Her ibadetiyle bir eser vücuda getiren Müslümanı Allah’a ulaştıran bir köprüdür. Bu sebeple, sanata büyük bir hayranlık duyarken ibadete bîgâne duran insan, ektiği, hayatını anlamlı kılacak bir mahsûl olmadığı için hüsrandadır. Elinde kalacak olan sadece eseridir, onun da nankörlüğün nişânesi olmaktan öte bir anlamı olmayacaktır. Bir diğer önemli husus ise şudur: insanın tabiatının hicabı altında kalan ibadet zevk hâsıl etmez. Zevkine erilmeyen ibadet de insanı “güzel”e ulaştırmaz, ibadetiyle vücuda getirdiği eserden de “eser” kalmaz.
Dolayısıyla “eskimez, pörsümez ve solmaz”, “yeni”nin kalpte karar kılması için, bir kısır döngüye, ruhsuz biçimciliğe dönüşmeyen, hayatımıza anlam katan; yakîn hâsıl eden ibadette devamlılık esastır. Her an daimî bir devinimle hayat bulan suretler âlemini yeni bir bakışla birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmenin, “öz”e en uygun formu giydirebilmenin yolu budur. “Allah her an bir şe’ndedir,” Ölçüsünün, dirilişten dirilişe geçmeyi ihtar eden bu devrimci yanını ıskalıyorsanız, “varoluş”a ait tüm nitelikleri içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadınız da yok demektir. Dolayısıyla tüm devrimcilik iddialarımız da havada kalır. Şuurunuzun tırmandığı idrak seviyesinde, kendinizi bir daha çıkmamacasına hapsettiğiniz kaba-Marksist-konformist bir dünyanın parçası hâline gelir, tükenirsiniz! Ölmek için değil, “olmak” için doğduğunuzun şuuruna varıp “varoluş”unuzu teyid edemezsiniz. Oysa “Ölmeden önce ölünüz,” ölçüsünde işaret edildiği gibi, var olmak; ölüm gibi büyük bir gerçekliğin olduğu bir dünyada, “Ben kimim, ölüm nedir?” sorusunun cevabını aramak, ölümün şuuruna varmak ve ölüme hazır olmaktır. Zira insan şuurunda olduğu şeydir ve ruhta bulunan her şey şuurlu değildir, ancak şuur seviyesine yükselmekle bize ulaşır. Mutlak Bir’i an’da yakalayabildiğimiz, hislerde bulabildiğimiz nisbette ise şuur ruha tâbi olur, bilinmeyenin üzerindeki sır perdesi aralanır, bilmeyi bilici duruma geliriz. Aksi taktirde, düşünen şuurun “kendisine şuuru yok” demektir… Bozulan, aksayan, ters işleyen ve düzeltilecek şeylerin sayısı hiç bitmez… Bunca uzmana, tüm yasal ve anayasal düzenlemelerinize rağmen, farklı suretler yaratarak daimî bir devinimle hayat bulan suretler âlemini kuşatamazsınız. Kuşatabilmeniz için hayatınızın da Mutlak Bir, hür ve bağımsız olanı “zevken idrak” yoluyla kavratacak ruhî bir aksiyona dönüşmesi gerekir. Aksi taktirde, kesintisiz hayatı içinize alıp zamanı mühürleyemez; ona bütüncül bir form giydiremezsiniz.
Aylık Dergisi 185. Sayı Şubat 2020