En iptidai zamanlardan itibaren sosyal yahut siyasî cemiyetler, insanların bağlı oldukları beşeri yahut semâvî belli bir dinin ilke ve prensipleri yahut felsefi veya ideojik mahiyette bir doktrinin fikir ve kanaatlerine sıkı bir bağlılık neticesinde meydana gelmiştir. Bununla birlikte cemiyetin kuruluşu; sevk ve idare edilişi bir “Remz Şahsiyet” ve “Kurum”ların fertleri biraraya getirerek bir idari sistemi kabûle râzı oluşuna dayanır. Bu idari sistemin bir hukûki müeyyide; kanunî esaslar üzerine binâ edildiği ve, bu idari sisteme “siyaset” denildiği de, malûm. Kısaca, “Siyaset”in “bir insan yönetme san’atı”, “bir devlet yönetme san’atı”, olduğu hakkında ehl-i fikrin ekserisi mütâbıktır. Daha açıkçası siyaseti, “insan yönetme, devlet yönetme” olarak kabul etmemek; abes.
Bugün, dünyadaki bütün cemiyetleri sevk ve idare eden, bütün milletlerin üzerine öyle veya böyle hâkim olan siyasi sistem, batı demokrasi sistemidir. Bilindiği gibi Batı siyasi tarihinde yüzyıllardır din ve siyaset içiçe girmiş, cemiyetler bu şekilde sevk ve idare edilmiştir. Yani, gerek putperest Roma’da halk, bir taraftan “senato” mensupları tarafından yönetilirken diğer taraftan tapınak rahipleri ile sevk ve idare edilmiş gerekse, Bizans-İznik Konsilinin Hristiyanlığı “devlet dini” ilân etmesinden itibaren batı insanı bir taraftan Kral ve Aristokrat sınıf tarafından yönetilirken, diğer taraftan Kilise ve Papa nezaretinde sevk ve idare edilmiştir. Öyle ki Thomas Hobbes (1588-1679) ruhanî olanla cismanî olanı; Papa ile Kralı; Kilise ile Devleti birleştirme taraftarıdır. Sponiza ve Jean Jacgues Rousseu (1712-1778) gibi filozoflar da din, siyaset ve devlet hakkında hemen hemen Hobbes’in fikirlerine benzer tarzda fikir yürütürler…
Batı’da din ve siyasetin ayrı olması gerektiği ilk defa XVII. yüzyılda filozof Locke tarafından açık bir şekilde ifade edilir. Bu vesileyle de İngiliz Liberalizminin temeli atılır. Benjamin Constant (1767-1830) ise din ve siyasetin birbirinden kesinlikle ayrılmasını talep eden ilk siyasi düşünürdür. Nihayet 1789 Fransız Rönesansı ile din ve siyaset-devlet birbirinden açık bir şekilde ayırdedilir. Lâiklik yahut Sekülerizm adı verilen bu siyasi sistemde devlet herhangi bir din, mezhep veya sınıfın imtiyazında değildir ancak, devletin bunlara müdahil olmaması gerektiği vurgulanır. 1830’dan sonra Lemannais, Hıristiyanlığı müdâfaa etmesine rağmen kilisenin devletten bağımsız olmasını  talep eder. Tocguevelle ise dini siyasetten ayırmayı ve Hiristiyanlığı demokrasi ile uzlaştırmayı, daha doğrusu batıda klişeleşen “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrıya!” söylemi gereği, kilisenin devlete müdahale etmemesi için mücadele eder.
Bu çerçevede; Batıda kurulan tüm demokratik rejimler “bir temâyül rejimidir” ve, bu rejim topyekûn insanlığa değil, daha ziyade batı veya batılılaşan insana hizmet için vardır.
XIX. yüzyıl bütün Avrupa’nın “Lâik-Demokratik” sistemle idare edildiği bir tarihtir. Barbarlıktan teokrasiye, teokrasiden oligarşiye, oligarşiden monarşiye ve nihayet monarşiden yahut monarşi-teokrasi karışımı bir siyasî sistemden demokrasiye tekâmül eden batı siyasi sistemi, kendi siyasî ideresini kemâle erdirdikten sonra 19. Yüzyıl başlarından itibaren artık, bütün dünyaya bu rejimi ithâl etme gayesini güder…
Siyasetin “bir muharebe olduğu ve bu muharebede gayenin düşmanı imha etmek olduğu” nazara itibara alındığında, bir batı siyasi sistemi olan demokrasinin esasta daima “ötekiler” üzerinde bir tahakküm kurmak istediği; demokrasiyi “ötekiler” üzerinde bir baskı ve tahakküm aracı yaptığı müşahade edilir. Yani batı gerek “kaba kuvvet veya askerî güç” kullanarak gerekse “siyasi komplolor” üreterek “ötekiler”i doğrudan veya dolaylı bir şekilde sevk ve idare etmesinin meşrûiyetini “demokrasi”ye ve referansı olan seküler hukukî müeyyidelere atfeder…
Bizim menfaatlerimiz bakımından ne batı siyasi rejimi olan “demokrasi”nin ve ne de onun seküler “hukukî müeyyideleri”nin makbûl olmadığını söylemekle birlikte tarihi dokumuz; dini-kültürel yapımız dolayısıyla batıdan ithâl edilen birçok şeyin bizi “kökler”imizden kopardığı kanaatindeyiz. Diğer bir ifadeyle, Batı siyasi sisteminin müslümanlara “şiddet ve askerî güç” uyguladığı; “madem demokrasiyi istemiyorsunuz, o halde geberin!” demelerinin şahidleri olarak ne batı demokrasisini ne de bundan mülhem batının seküler hukukunun müslüman bir cemiyet için faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Çünkü; bir Batı siyasi sistemi olan demokrasi ve seküler hukuk aslında müslüman halkı ezen, başkalaştıran veya baskı altında tutarak batının tahakkümünü kolaylaştırmayı temin eden bir vasıtadır. Ki, Siyonist-haçlı ordularının işgal ettiği topraklarda “demokrasi” bayrağını dalgalandırması, başka ne ile izah edilebilir?..
                                                                      DEMOKRASİ    
Yunanca Demos; Halk ve, Kratos; İktidar kelimelerinden oluşan “demokrasi” kavramı garp dillerine “Halkın iktidarı” anlamında tercüme edilmiş; yerleşmiştir. Bu sistem “halkın kendi kendisini yönetmesi” yahut “halkın, kendisini yönetecek vekilleri seçmesi” şeklinde de tarif edilir. Başka bir ifadeyle demokrasi, “çoğunluğun egemenliği”, “halkların ve bireylerin özgürlüğü” şeklinde de tarif edilir…
Demokrasinin, “Kâdim demokrasi”, “Halk demokrasisi”, “Liberal demokrasi”  gibi bir çok çeşidi olması bir tarafa, Modern demokrasilerde bir serbest seçim olması ve çok partili bir sistemin bulunması şarttır.   Modern demokrasilerde serbest seçime katılmak isteyen bütün partiler, önce ülke genelinde seçime girmeye hak kazanacak bir biçimde il ve ilçe örgütlenmelerini tamamlamakla birlikte, parti tüzüklerini anayasa mahkemesi üst kuruluna arz eder, uygun görüldükleri takdirde de seçime girmeye hak kazanırlar. Seçim tarihine üç-beş ay kaldığında ise bütün partiler, demokratik usûl ve kaidelere aykırı olmamak kaydıyla ülke genelinde seçim propagantasını yürütür. Netice itibarıyla her parti her seçim bölgesinde halktan aldığı “oy” nisbetinde Milletvekili çıkarır. Bu milletvekilleri daha ziyade -sözde-, halkı parlamentoda temsil ettiklerini iddia eder. Halktan en çok “oy” alan ve, gerekli sayıda milletvekili’ni parlamentoya gönderen parti ise, halka hükûmet etmeye hak kazanır. Bir partiye “oy” veren insanların “ayak takımı”, “vasat insan” yahut “entelektüel” olmasının sayıca hiçbir önemi yoktur. Bu sebepten dolayı bir kısım entelektüel ve aristokrat, demokrasiyi acımasız bir şekilde tenkit eder.
Meselâ, “Demokrasinin temeli fazilettir” diyen Montesquieu gibi birçok filozofun aksine Gobineau, “insanlığın, demokrasi tarafından harap edildiğine” kânidir. Thierry: “Demokratik cumhuriyetlerin sonu ahlâki bir alçalıştır” der. Voltaire ise: “Katıksız demokrasi ayaktakımının despotizmidir.” diyor. Kâdim Yunan Demokrasisinin “fertlerin esaretine dayanması” gibi modern demokrasilerin de arkaplânda “milletlerin esaret edilmesine dayanması” ile birlikte bugünkü kaos ve anarşi ortamının batılı demokratlar tarafından oluşturulduğu; halkların bunlar tarafından tahrik edildiği nazara itibara alındığında “demokrasi”nin elzem olmadığına; insanlığın ekseriyetinin refah ve saadetini sağlamadığına kanaat getirilebilir. Dolayısıyla, bazı fikir adamlarının “demokrasi” karşıtı fikir ve kanaatleri, yabana atılamaz.
Dahası; Modern demokrasinin beşiği addedilen Amerika’da Kızılderililerin “oy” kullanma hakkından mahrum bırakılması;  siyah ırka daha dün “oy” kullanma hakkı tanınması; seksen küsür yıl öncesine kadar Fransa ve  İngiltere gibi ülkelerde kadınlara “oy” kullanma hakkı tanınmaması gibi misâller, demokrasi rejimi için başlıbaşına bir garabettir, bir handikaptır.
Ezcümle, demokrasi hakkında daha neler söylenmiştir ki, “Demokrasinin başarıya ulaşabilmesi için siyasi bir aristokrasiye ihtiyaç vardır” diyen Szhumpeter’in bu ifadesi “demokrasi”nin devamınının “olmazsa olmaz” tesbitlerinden en mühimidir. Yani “siyasi aristokrasi” olmadan demokrasi olmaz. Dolayısıyla demokrasinin “halkın kendi kendisini yönetmesi” şeklindeki tarifi bir aldatmaca, bir vehimdir…
                                        TÜRKLERİN DEMOKRASİYİ KABULÜ VE SERBEST SEÇİMLER
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin ilgâ eden Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’de kurulmuş, Devlet sistemi olarak bir batı siyasi icâdı olan “Demokrasi” yönetimini tercih etmiştir. Türk demokrasisi batı demokrasi rejimlerinin aksine bir halk temâyülü olarak değil, bir aristokrak zümrenin dayatması neticesinde inşâ edilmiş, bürokrat ve teknotrat denilen asker, hâkim, savcı, âmir, genel müdür vb. zümre tarafından da şimdiye kadar ayakta kalması mümkün kılınmıştır. 1960, 1970 ve 1980 Askerî Darbe’leri ve 28 Şubat 1998 Sivil Darbesi bu kaziyenin doğruluğu için, anlayana argüman olarak yeter…
Türkiye Cumhuriyeti Demokrasisinin “seçim sistemi”ni tek partili seçim ve iki partili serbest seçim olmak üzere ikiye ayırmak mümkün. Arada bir asker tarafından yapılan darbeleri ise “demokrasiye yapılan balans ayarı” olarak özetlemek, darbecilerin mizâcı…
T. B. M. M’inde Mustafa Kemâl’in etrafında toplanan bir kısım insan Müdâfa-i Hukuk grubu  adı altında bir teşkilât kurmuştur. Bu teşkilât 1923 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası ve 1935’te de Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. 1923 yılından 1946 yılına kadar tek parti yönetimi, 1946 yılından 1950 yılına kadar da serbest seçimle hükûmet kurmaya hak kazanarak ülkeyi yöneten bu partidir. Bu tarihten sonra Cumhuriyet Halk Partisi doğru-dürüst hükûmet olabilecek gerekli “oy”u halktan alamamıştır. Zira, milletin ekseriyeti hiçbir zaman bu partiye teveccüh etmemiştir. Bu milletin ekseriyeti her seçimde “merkez sağ” denilen parti-leri tercih etmiştir ki, bu “merkez sağ” partisi, zamanına nisbeten bu milletin dinine, imanına saygı duyan, müdafaa eden yahut ediyor gözüken parti-lerdir.
Bu çerçevede; Ak Parti’nin üst üste üç dönem iktidar olmasındaki asıl sebebi dış yüz itibarıyla anlamak için 1946 yılından itibaren yapılan seçim sonuçlarına bir göz atmak dahi yeter.
1946’dan itibaren “merkez sağ”ı temsil eden 5 lider zuhur etmiştir. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmeddin Erbakan ve Recep Tayyip Erdoğan. Bu liderlerin içerisinde –Erbakan’dan sonra- en radikal yahut en dindar gözüken lider, Tayyip Erdoğan ve kadrosudur…
Demokrat Parti 1950 seçimlerinde %53,3 oy alarak 420 Mv. 1954 seçimlerinde %56,6 oy alarak 504 Mv. 1957 seçimlerinde ise %47,3 oy alarak 424 Mv. çıkarmış, üç dönem üst üste tek başına hükûmet kurmaya hak kazanmıştır. 1960 darbesi neticesinde cuntacıların Başbakan Adnan Menderes’i idam ettiği, malûm…
1961 seçimlerinde oturmamış bir sağ partinin yokluğu  CHP’nin %36,7 oy alarak birinci parti olmasına vesile olmuştur. 1961 seçimlerinde %34,8 oy alarak “merkez sağ”da olduğunu hatırlatan Adâlet Partisi, 1965 seçimlerinde %52,9  oy alarak 240 Mv. 1969 seçimlerinde %46,5  oy alarak 256 Mv. çıkartmış, iki dönem üst üste tek başına hükûmet kurmaya hak kazanmıştır.
1973 ve 1977 seçimlerinde ise Milli Selâmet Partisi ile birlikte 1973’te Demokrat Parti ve 1977’de Milliyetçi Hareket Partisi adı altında üç sağ partinin seçimlerde “merkez sağ” olmaya oynaması Adâlet Partisinin oylarında bir düşüşe sebep olmuş, CHP bu seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştır. Buna rağmen üç sağ partinin oy oranı CHP’den fazladır. CHP 1973 seçimlerinde %33,2 oy almış diğer üç sağ parti ise toplam %53 oy almıştır. 1977 seçimlerinde ise CHP %41,3 diğer üç sağ parti ise toplam %51,8 oy almıştır. Daha sonra malûm olduğu üzere 12 Eylül Darbesi olmuş, akabinde Özal dönemi başlamıştır.
1983 seçimlerinde Anavatan Partisi %45,14 oy alarak 211 Mv. 1987 seçimlerinde ise %36,31 oy alarak 292 Mv. çıkartmış, iki defa üst üste tek başına hükûmet kurmaya hak kazanmıştır. 1991 seçimlerinde ise, yasaklı olan eski iki politikacı Demirel ve Erbakan’ın seçimlere katılması o tarihe kadar “merkez sağ” görevini yürüten fakat halkın beklentilerine yeteri kadar cevap veremeyen fakat, bir uyanıklık ile Cumhurbaşkanı olan Özal’ın partisinin bir hayli oy kaybetmesine sebep olmuştur. Bu seçimde Doğru Yol Partisinin %27,3, Anavatan Partisinin %24,1 ve Refah Partisinin %16,87 oranında oy aldığına bakılırsa, 1946’dan itibaren sağ cenahın hiçbir zaman “oy”larını sol partilere kaptırmadığı gözlemlenebilir.
 (Meclis, 1950’de 487, 1954’te 541, 1957’de 610 1961’den 1980’e kadar 450, 1983’de 400, 1987 ve 1991’de 450, 1995’ten itibaren ise 550 milletvekilinden müteşekkildir.)
1995 seçimlerinde %21,37 oy alan Refah Partisi seçimlerin galibi olmuş, %19,18 oy alan diğer bir sağ parti olan Doğru Yol Partisi ile de, ortak hükûmet kurmuştur. Bunun yanı sıra bu seçimde Anavatan Partisi’nin %19,65, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ise % 8,18 oy alması “sağ”ın oyları hakkında yine bilgi verir. Malûm 28 Şubat Sivil Darbesi’ne direnemeyen Erbakan, bürokratik katakülle ile hükûmet olmaktan alaşağı edilmiştir.
1999 seçimlerinin galibi ise %22,18 oy alan Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti’dir. Bu seçimde de MHP, FP, ANAP, DYP ve BBP adlı beş sağ parti toplam oyların % 59,28’ini almıştır.
Erbakan’ın “Milli Görüş” diye tâbir ettiği hareketten kopan bir kısım politikacı tarafından kurulduktan hemen sonra katıldığı ilk genel seçim olan 2002 seçimlerinde  “merkez sağ”a yerleşen Ak Parti ile yeni bir dönem başlamıştır. Bilindiği üzere bu parti oylarını sürekli artırarak tek başına üç kez hükûmet kurmaya hak kazanmıştır. Düzen böyle devam ederse daha çok hükûmet kurmaya hak kazanacağı ortada. Zira, ne muhalefet muhalefetliğini yapabiliyor ne de “merkez sağ” denilen cenahta karizma bir lider ve dirayetli bir kadro mevcut değil. Dolayısıyla, “durmak yok, yola devam” sloganı ile daha çok seçim kazanır; daha ziyade “Milli görüş”ün okuldan kaçan çocuklarından müteşekkil olan Ak Parti, daha çook hükûmet kurar…
Bilindiği gibi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, 2002 seçimlerinde %34,28 oy alarak 363 Milletvekili, 2007 seçimlerinde % 46,58 oy alarak 341 Milletvekili, 12 Haziran 2011 seçimlerinde % 49,95 oy alarak 334 milletvekili ile -üçüncü dönemde de- tek başına hükûmet kurmaya hak kazanmıştır.
Demokrasi gereği katıldığı üç seçimde Ak Parti’nin “oy”larını sürekli artırdığı fakat, çıkarttığı Milletvekili sayısında bir azalma olduğu görülmektedir. Seçmenden alınan “oy” ve çıkartılan Milletvekili sayısının bu kadar orantısız olması, -bir çok târifi bir tarafa- Demokrasi’nin “halkın kendi kendini yönetmesi” yahut, “halkın kendisini yönetenlere vekâlet vermesi” şeklindeki târifi nazara itibara alındığında, (bu tablo birçok seçimde de müşahede edilir) ülkemizde bu “halkın vekâleti”nin pek de “oy” ile yani halkın tercihi ile orantılı olmadığı müşahade edilir. Dolayısıyla bu sonuçların Demokrasi’nin gereği mi, yoksa, zaafı veya “kataküllesi” mi? olduğunun, siyasi entellektüeller tarafından bir “tartışma konusu” olması gerektiğini ifade etmek; kâfi.
Yukarıda verilen seçim tabloları çerçevesinden mülhem olmak üzere çok kısa bir mülâhaza yapacak olursak, bunu şöyle özetlemek mümkün:
Bilindiği üzere Türkiye’de çok partili ilk “serbest seçim” 1946 yılında yapılmıştır. Bu tarihe kadar millete rağmen halkı yöneten CHP’dir. Bu milletin nazarında CHP “Kur’ana ihanet etmiş”, bununla kalmamış Tekke ve Zâviyeleri kapatmış, Medreselerin faaliyetlerine son vermiş, Câmileri ahır yapmış, Ezan’ı Türkçe terennüm ettirmiştir. Ki, 1950 seçimlerinde tek başına hükûmet olan Demokrat Parti, Ezan’ı aslına ircâ etmiş, Kur’an Kursları açmış, kısaca dış yüz itibarıyla dini hayatı canlandırarak milletin teveccühüne mazhar olmuştur. Demokrat Parti’den sonra bir elinde Kur’an, diğer elinde Al Bayrak’la sahneye çıkan Adâlet Parti’si, kezâ Anavatan ve Refah Partisi milletin teveccühüne mazhar olmuştur.
Dolayısıyla Ak Parti’nin “halkın teveccühünü” kazanmasındaki asıl unsur, iktisadi ve sosyal hayatı bir nebze olsun rahatlatması değil, dini hayattan aldığı referanstır.
İşte Ak Parti’nin –diğer mezkez sağ partilerin de- girdiği her serbest seçimin galibi olarak hükûmet kurmaya hak kazanmasında “sır”, İslâm Dini’ni referans alması; dini hayatın yeniden inşâasını yahut kısmi olarak dini müeyyidelerin serbesiyetini müdafaa etmesidir. İktisadi gelişme, sosyal refah, halkların özgürlüğü vb. şeyler, bunun yanında mevzu dahi olamaz.
Hülâsa: Bu aziz millet hâlen umudunu yitirmedi. Bu millet hâlen dinini ve imanını kaybetmedi; içinde bulunduğu şartları, dinine nisbeten yaşamak istiyor. Bu sebepten dolayı dini hayatı birazcık rahatlatmayı vaadeden her lidere teveccüh gösteriyor. Altmış küsür şu kadar yıl da gerçek iştiyakına cevap verecek bir liderin, bir partinin olmadığını gayet iyi biliyor.
Demokrasi bahane. Bu millet, “çölde susuz kalmış nasıl yürürse suya…” öylesine bir iştiyakla kendisini sevk ve idare edecek  gerçek “Kurtarıcı”sını bekliyor…


Baran Dergisi, 236. Sayı