İktisadî olarak bazı uygulamalara temas ederken çözüme dair de bazı bilgilere kısaca yer vereceğim. Bu minvalde, daha ziyade ibadet ve ahlâkî yönü ile bilinen zekâtın iktisadî rolü ile mevzuya başlamak istiyorum.
Zekât, Batı’da ve diğer toplumlarda olmayan müthiş bir mekanizmadır. İktisadî düzenleyici rolü yanında içtimaî, ahlâkî, siyasî birçok alanda etkindir. Mesela zekât, geliri birbirine yanaştıran muazzam bir yoldur. Böylece gelir dağılımında oluşacak adaletsizliklerin önüne geçer. Şu husus bir realitedir ki, iktisadî ve ticarî hayatta gelir farklılıkları oluşur. Zekât ise bunlara mâni olur. Bileşik kaplar misali, zenginin kabından taşıp fakirin kabına akar. Yüksek olan yerden alçak olan yere doğru tabiî bir akıştır bu. Zekât, sosyal, siyasî, ahlâkî ve iktisadî denge sağlayan bir mekanizmadır.
Zekât müessesi altın değerindedir. Ancak modernizm, bütün değerleri katlettiği gibi onu da işlevsiz bir halde bırakmıştır. İslâm devleti olmayınca zekât toplanamıyor, dolayısıyla burada önemli bir kayıp doğuyor. Zekât vermek fertlerin inisiyatifine kalıyor, kimi veriyor, kimi vermiyor, kimi de “Zaten vergi veriyorum!” diyor. Halbuki vergi, zekât değil. Vergi, devletin hakkı, zekât ise fakir-fukaranın hakkı. Zekât verilecek sekiz sınıf Kur’ân’da ayrı ayrı sayılmış: Bunlar: Fakirler. Miskinler. Zekât toplamakla görevlendirilen memurlar. Müellefe-i kulûb adı verilen kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler. Esaretten kurtulacaklar. Borçlular. Allah yolunda cihad edenler. Yolda kalmış olanlar.
İslâm devleti, zekâtı toplamak için müstakil müesseseler oluşturup zekâtı hak eden toplum tabakalarına dağıtmakla mükelleftir. Hz. Ebubekir, zekâtını vermek istemeyen Arap kabilelere savaş açmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 32 yerde, namaz emrinin hemen peşinden zekât emri zikrediliyor. Mâlûm, İslâm’ın beş şartından biri zekât.
Zekât ile vergi farklı şeyler, dedik. Zira devlet aldığı gelir vergisini doğrudan fakir fukaraya dağıtmıyor, iç-dış borçlar, yatırımlar, eğitim gibi yerlere harcıyor. Zaten devlet vergiyi hizmetleri karşılığı alıyor, zekât ise yukarıda saydığımız sınıfların hakkı olup başka yerleree tasarruf edilemez.
Zekât öyle bir müessesedir ki, zekât alanları bir müddet sonra zekât verir pozisyonuna getirir. Anadolu Selçuklu Devleti’nde sistem öyle güzel işlemiş ki, bir dönem fakir bulunamadığı için Afrika’ya zekât gemileri yollanmıştır. Zekâtın birçok bakımdan faizi önleyici rolü vardır. Meselâ, zekât verilecekler arasında borçlular olması bunlardan biridir. İslâm’da resmiyet kazanan ve hayatın bütün alanlarına yayılan vakıf müessesesi gibi muazzam bir uygulamanın da iktisadî ve içtimâî rolünü hatırlatalım. Mevzuumuz zekât ancak bu müesseselerin birbirini desteklediğini, faiz belası gibi birçok problemi birlikte çözdüğünü belirtelim.
Zengin, devamlı fakire zekât vermekle mükellef. Bu ise gelir seviyesini birbirine yanaştırıyor, en azından arada uçurum doğmuyor. Zekât verdikçe yukarıdan aşağıya doğru gelir tekrar düzenleniyor. Zekât vasıtasıyle sermayenin urlaşmasına ve vahşi kapitalizme yol kapanıyor. Bir başka fayda: Zekât piyasaya dinamizm katıyor. Para atıl kalırsa erir, zekât onu çalışmaya, piyasaya katılmaya zorluyor. Ahlâkî fayda olarak ise, zenginin fakiri düşünmesi ve ondaki cimriliğin kırılmasını zikredelim ve bu hususun sorunları kaynağında çözme açısından önemli olduğunun altını çizelim. Zekât, ahlâk ve iktisadın iç içe olmasının canlı bir misalidir.
Faiz meselesinden bahsedelim. Zekâtın karşıtı ve kapitalist sistemin vazgeçilmezi olan faiz, hayatımızın her alanına girmiş durumda. En kötüsü, faizsiz bir sistem olmaz, anlayışı yerleştirilmek isteniyor. Paradigmayı sorgulamaktan aciz iktisatçılar ise faizi savunmakta hiçbir acziyet göstermiyorlar. Kapitalist sistemin dayatmasına “ilmî “kılıflar ile hemen izahlar yetiştiriyorlar. Firavunların ehramına taş taşımamak lâzım.
Bizde faizler Batı’dan yüksek. Bunun bir sebebi şu: Devlet piyasadan para çekiyor, çünkü borçları var. Bunu da faiz ile yapıyor. Devlet yabancı parayı çekmek için faizi yükseltiyor. Ödemeler dengesi ise açık veriyor.
Gelişmekte olan ülkelerin açmazı şunlardır:
Döviz, Kamu Açıkları (Dış Açık-İç Açık), Enflasyon.
Faiz sebep, enflasyon netice; bu doğru. Faiz yüksek olunca fiyatlara da yansıyor. Üretici açısından faiz ayrıca bir maliyet oluyor ve bu da fiyatları yükseltiyor. Fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi ise mâlûm, enflasyon demek. Enflasyon artınca para politikaları gereği bu sefer enflasyonla mücadele için faiz oranları yükseltiliyor. Bu da kısır döngüye yol açıyor. Birbirlerini destekleyen iki canavar, faiz ve enflasyon.Enflasyon canavarına karşı olanlar iş faize gelince peşin kabul ile söze başlıyorlar. Alternatif aramaktan aciz, kısır ve statükocu kafalardan ne beklenir?
Tabiî ki enflasyonun tek sebebi faiz değil, döviz de maliyeti yükseltiyor. Üretimdeki sorunlar, kıtlık, salgınlar vs. enflasyonun sebeblerinden sayılır.
Enflasyon ile yüksek kur arasındaki ilişkiden kısaca bahsedelim. Doların artması enflasyona yol açıyor. Çünkü dışardan gelen mallardan dolayı içeride fiyat artışları oluyor. Doların baskılanması sonucu kur düşük oluyor. Bu da ithalatı artırıyor. Kur yüksek olunca ithalat azalıyor, ihracat artıyor.
Enflasyonu frenlediği için dolar yapay olarak düşük tutuluyor. Ancak doların düşük olması o kadar normal değil, yukarıda ifade ettiğimiz gibi ithalatı artırıyor. Bir misal verelim. Reno, motoru Fransa’dan getiriyor. Dolar düşük olunca arabanın fiyatı düşük oluyor. Devam edelim. Kimya sanayiinde, beyaz eşyada vs. ithal girdi kullanılıyor. Çok fazla ithal girdi kullanıyoruz.
Enflasyon yüksek olup dolar da enflasyon kadar artmadığında sorun oluyor. Böyle durumlarda dolar, ara ara patlak veriyor. Mesela 5 lira iken birden 8 lira oluyor. Aslında kur artışı aylık veya yıllık enflasyon kadar olabilir. Doların enflasyon kadar artması daha tutarlı.
Doların yükselmesi hükümetin işine gelmiyor ve doları baskılamaya çalışıyor. Hükümet, cari açık olacağına dolar yükselsin, diyemiyor. Muhalefetin propagandasından öteçekiniyor. Seçim korkusu da birçok radikal ve faydalı adıma engel oluyor. Hainleşen muhalefet ise ülkenin ayağında her zaman bir pranga. Tam bağımsızlık istiyorsak, Batı ile işbirliği yapan, kendi memleketini ve insanını Batı’ya peşkeş çeken (kendileri gönüllü ajan olmuş zaten) bu zihniyetten kurtulmalı.
Ülkemizde bir azgın azınlık var. Bunlar zengin ve hep ithal girdi kullanıyorlar. Koç, Reno gibi. Ve bunlar üretim yaptığı ve belli bir istihdam sağladığı için de bir dokunulmazlık zırhına bürünüyorlar. İçerde böyle bir ekonomik pranga ile bağlıyız.
Cari açık meselesine gelince. Türkiye döviz açığını borçla yani faiz ödeyerek kapatıyor. İthalat-ihracat dengesi bozuk. Bütün bunlar ülkenin aleyhine. Buradan çıkışın yolu, cari açığı kapatmak. Cari açığa sebep olan en büyük kalem ise enerji. Petrol ve doğalgaz bize çok açık verdiriyor. En çok ithal malını onlar oluşturuyor. Bunlar yerli kaynaklarla kapatılırsa diğer ithal kalemler sürdürülebilir.
Öte yandan sanayide dışa bağımlılık azaltılmalı. Sadece ekonomik bakımdan değil, stratejik açıdan da bu mühim. Bütün mevzular gelip şuna dayanıyor: Kendimiz üretmeliyiz.
Hülâsa, iktisadî sistemimiz tıpkı eğitim ve hukuk sistemimiz gibi yerli ve milli değil. Muhafazakâr hükümetin ıslahat tedbirleri de yeterli olmuyor. Hükümetin uygulamalarının sistem olarak ne kadar yerli ve millî olduğu sorgulanmalıdır. Yanlış temel üzerinde doğrular yükselemez. Artık tıkanma noktasına gelinmiştir. Hiçbir çözüm üretemeyen içerdeki işbirlikçiler ise dışarıdan desteklenmektedir. Ancak içeriden ve dışarıdan üzerimize geleceklere karşı koyacak kültür ve tecrübeye malikiz.
Baran Dergisi 760. Sayı
05.08.2021