Ölüm ve hayat muvazenesinde örgüleşen bir dünya görüşü ve ona bağlı hayat telakkisi… Ve bu dünya görüşünün ufku ve kemal hali medeniyet… Dünya görüşünden bahsedildiği zaman sadece bu dünya ile sınırlı değildir. Ölüm ve ötesine yüklenen mânâ hayat anlayışımıza yansıyarak bir derinlik kazandırıyor. Verilen bir süre var insana; kendisini ve hayatını dünya görüşü istikametinde inşa için. Bize bahşedilen bir zaman dilimi ve inşaya memur olduğumuz; şahsiyet, cemiyet, devlet ve medeniyet… Bunlarında iki veçhesi var; ölüm ve hayat… Ve ebedilik hamlesine memur insan.

Bir dünya görüşüne sahip olmak, güvenli sularda yüzmeye benzer. Her dünya görüşünün temel telakkileri mevcuttur. Temel telakkiler üzerinden hayata dair tekliflerini yapar. Bunlar; varlık, insan, hayat ve bilgi telakkisidir. Her dünya görüşünde temel anlayışlara yüklenen mânâ farklıdır. Dünya görüşleri, kâinat muhasebesiyle beraber her şeyi yerli yerine oturtur. Bundan sonraki tüm gayret, derinliğe doğru keşfe çıkarak yeni terkiplerle değişen eşya ve hadiseler zemininde tatbik fikrini üretmekteki mütemadi cehd…

İnsan ruh cihetiyle ebedilik hamlesine memur, diğer cihetiyle de faniliğin ağının içerisinde mahkûm. Ölüm ile hayat o kadar iç içe geçmiş ki insanda, “meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi” ölümü de hayatı da içinde taşıyor. İnsanı derinliğine keşfedemeyen, anlamayan, cemiyet ve hayatın girift tabiatını da çözemez ve anlayamaz. Cemiyet ve hayata dair tüm ilimlere mukaddem, Hz. İnsandır.

Yüce Rabbimiz, Mülk suresinde ölüm ve hayatı yarattım buyuruyor. Ölüm ve hayat muvazenesi ve salih amelle mükellef insan. Sadece güzel işler yapanların kazanacağı bir zaman dilimi. Dünya, insanın kendisini ve hayatını inşa edebileceği bir imtihan meydanı…Varoluşunu gerçekleştirebilmek, ölüm ve hayat dilemmasının mahiyetini bilmekten geçer.  Hayatın mahiyetini ve ölümün sırlarına ait hiçbir şey bilmeyen insanın güzel bir hayatı gerçekleştirmesi ne kadar mümkün?  Ölüm ve hayatın muhtevasına nüfus etmek güzel bir hayat sürmenin de mukaddimesidir. Ölüm ve hayat derin sırlar barındırır muhtevasında. Her insan idraki kadar kavrar ve ona göre de şuur seviyesi oluşur. Şuur irtifa kesp ettikçe, mevcut hayata bakış ve kavrayış da değişir.

 Ölüm mevzusunu iki açıdan ele alabiliriz; biyolojik ölüm ve ruhi ölüm. Başka bir ifade ile de manevi ölüm. Modern çağ ölümü biyolojik olarak algılar. Hâlbuki manevi ölüm ve neticeleri daha feci bir durumdur. Ölüm bizim medeniyetimizde unutulmaya çalışılan bir şey değildir. Ölümü düşünerek, zihnimizde temrinlerini yaparak yaşamak, insanı ölüm şokundan koruduğu gibi hayatla ilgili münasebetlerinde, davranışlarının da yerli yerine oturmasına katkı sunar. Aynı zamanda ölümü düşünmek, bizim medeniyetimizde erdem olarak kabul edilir; ölüm tefekkürü tavsiye edilir. Daima dünya hayatına yönelik tefekkür ve faaliyet insanı yarım bırakır. Tek kanatla uçulamayacağı gibi muvazene de sağlanamaz.

Tanzimat’tan sonra tedrici bir süreçle, cemiyet olarak ağır bir manevi ölüm halini yaşıyoruz. Bu, modern çağın insanlığı dönüştürmesiyle de yakından ilgilidir. Ölüm hali ölüm algımızı yok ettiğinden dolayı hayatı tek buudlu olarak algılayan bir toplum haline geldik. İnsanı ve cemiyeti kurtaracak, diriltecek unsur, ölümü ölümsüzlüğe çevirecek iksir olan, imanı vecd ve aşk ile yaşayarak derinliğine inerek, insanı sathi anlayışların ucuzluğundan kurtarmak gerekir. Bunun içinde, insana irtifa kazandırmak için ruhun iklimini ve cemiyetini inşa edecek fikre ihtiyaç elzemdir.

Kadim de kurulan şehirlerimize baktığımız da hayat ile ölümün rabıtasının hayata nasıl tecelli ettiğini müşahede ederiz. Her bir köşe başında, mezarlarıyla, ölüleriyle iç içe yaşayan ve bunun insan üzerindeki tesirinden hayli uzaklaştığımız bir zaman dilimini yaşıyoruz. Şehir, bir veçhesi ile hayata, diğer veçhesi ile ölüme bakan bir anlayışa sahipti. Türkülerimizde bile dünyayı iki kapılı bir han olarak anlayan bir tefekkürün şehir tasavvuru tabiî ki milletin derunu anlayışına, kavrayışına göre inşa edilecekti.

Ölüm ve ötesi hassasiyetini kaybeden bir topluluğun, hakikat ile gerçeklik mesafesinin hayli açıldığının ne kadar aşikâr bir hale geldiğini söylemek malumun ilamıdır. Ölüm hassasiyeti yitirildiği zaman, cenazelerde bile dedikodu yapılan bir durum ortaya çıkar. Komşumuz bile vefat ettiğinde günlerce etkisinde kalınır, fanilik tefekkür edilirdi; geldiğimiz hal ise ortada. İnsan ve cemiyetin ölüm ve ötesi ile rabıtası koptuğunda seküler bir girdabın içerisine girmemesi mümkün değildir.

Modern hayat anlayışı sekülerdir, bu anlayış unutma üzerinedir. İnsan ve nisyan kavramını derinleştirerek mevzuya bakacak olursak; ferdi ve cemiyeti hakikatinden, kıymetler manzumesinden koparmak, kadim tecrübe ve köklerden uzaklaştırmak, insanı kendi hakikatinden uzaklaştırmak üzere kurgulanmış suni bir durumdur. Modern hayat telakkisi ne kadar unutturmak istese de ölüm duygusu insanın derinlerinde mevcuttur. Seküler yaşama biçimi ölümü yok sayma üzerinde yoğunlaşsa da ölümün yüzümüze vurduğu bir hakikat vardır. Ölüm düşüncesinin ötelendiği bir hayat, tutarsız bir hayattır.

İnsan hakikatini kaybettiğinde cesetten ibarettir. İnsanın hakikati ruhtur, kalptir… Cemiyetlerin de aynı şekilde ruhu vardır. Cemiyet, ruhi muhtevasını kaybetmeye başladığında toplumsal çürüme sürecine girilmiş demektir. Fert olsun toplum olsun hakikatini kaybettiği zaman manevi ölümü gerçekleşmiş olur. Modern anlayış ölümü sadece biyolojik olarak algıladığından, meselenin aslını göremiyor. Asıl mesele anlaşılmadığı için çözüm önerileri de başarısız kalıyor. Bunun üzerine birde Batı’dan aparılan çözüm reçeteleri meseleyi daha da içinden çıkılmaz bir hale sürüklüyor. Karşılaşılan yeni hadiselere nereden bakılacağı, nasıl bir usule tabii olunacağı maalesef bilinmiyor. Mevzuların bütünü nedir, parçası nedir, parçanın bütün içerisinde yeri nedir, muvazene unsuru ve onun merkezi kıymeti nedir gibi sorular haliyle askıda kalıyor. Hiçbir şey yerini bulmuyor.

Manevi ölüme terk edilmiş cemiyetin ruhu; imanı, ahlâkı, kültürü ve kültür intikal vesilesi olan lisanıdır. Kadim tecrübe ile de sabittir ki cemiyeti terkip edecek saik, imanın hayata müdahale vesilesi olan ahlâktır. Bugün toplumun ne hâle geldiğini, her gün okuduğumuz gazetelerden ve izlediğimiz televizyonlardaki haberlerden görüyoruz. Burada yazıya bile geçirmekten haya ettiğimiz hadiseleri teessürle öğreniyoruz. Bu durum, ruhunu kaybetmiş toplumun, yani ahlâkî yozlaşmanın münferit plandaki tezahürleridir. Yaşadığımız zaman diliminin şahidiyiz, toplum hızlı bir şekilde çözülme sürecindedir. Ortada bir sonraki kuşaklara intikal ettirecek kültür neredeyse kalmadı. Kültür gittiğinde, ahlâk da korumasız kalır, ahlâk da çözüldüğü için gümrükten giren her şey imana kadar zarar verir. Hâlâ meselenin ehemmiyeti idrak edilmiş değil. A. H. Tanpınar’ın ifadesiyle: “Osmanlı gümrüğünden giren her şey Müslümanlaşıyordu.” sözleri mevzunun izahı babında oldukça manidardır. Hayat iman şuuru ve ahlâkla yaşanıyor, hayat tarzımız ve kültürümüz, gelen unsurlardan bize uygun olana kendi üslubumuzu veriyordu. Şimdi ise böyle bir durum söz konusu değil. Gümrükten gelen her şey direkt giriyor, hatta kolaylaştırılıyor, nazar-ı dikkate alınmıyor.

Tanzimat’tan bugüne gelen geçiyor; ahlâk, kültür, kanun ila ahir… Gümrüklerde nöbet tutacak, gümrükten geçen her unsuru, kendi bilgi evrenimiz çerçevesinde değerlendirecek âlim, ârif, mütefekkir ve münevverlerden müteşekkil bir şura önerisi teklif edildiği halde maalesef makes bulmadı. Bu şura; “Medeniyet Şurası” idi.

Toplumda ölüm yokmuş gibi hayat sürme çoğaldı. Hiçbir ahlâkî endişe taşımadan, yaşama süreci, zamanla ölüm ve ötesini de unutturuyor insana, çünkü zamanla kalp katılaşıyor ve idrak edemiyor insan. Ölümü vuslat gecesi olarak gören, bir irfanın dünyada hiçbir kültürde yeri yoktur. Üstad Necip Fazıl’ın bir şiirinde ölüm hayat dilemmasında “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber…” ifadeleriyle ölümü nasıl bir şuur noktasına taşıdığını görürüz; bu hassasiyet ve zevk-i selim noktasındaki algılayış, ölümü bile zihinlerde güzelleştiriyor.

Ölümü zihninde güzelleştiren insanın hayat ve ölüme bakışında bir anlam derinliği oluşur. İnsan enfüsi derinliğinde, ölümü hangi irtifada kıvamlandırıyorsa hayata da o derecede yansır. Müslüman ölümden korkmaz, ölümden korkan nefistir. İslâm iman ahlâk ve şuuru bunu gerektirir. Ruh sonsuzdur ölümden korkmaz, nefis dünyaya meyillidir onun için korkar; çünkü dünya kaybolup gidiyor.…

Her şeyden önce Müslüman hayatını güzel bir şekilde yaşamak zorundadır. Ölümü bile zihninde güzelleştirmiş bir milletle, ölümü ve onu hatırlatan unsurları hayatın dışına atan bir madde uygarlığının “estetik” telakkisi elbette ki bir değildir. Millet hissiyat ve estetiğinin zirvesi olan edebiyatımıza vakıf olanlar bilirler ki ölüm ile ilgili yazılmış birçok şiir mevcuttur. Ölümü zihnî ve kalbî evreninde güzelleştirmiş insana, ölüm ne yapsın… Rabıta-i Mevt kalbi canlandırır. Ölüm hassasiyeti oluşturur insanda…

Rahmetli S. Karakoç, Nietzsche’nin Tanrı öldü sözüne binaen, “ölen Tanrı değildi, Batı’nın ruhuydu” der. Evet; ölen Batı’nın ruhuydu, batı, materyalizm bataklığında boğulmuştu. Sezai Bey’in bu sözünden mülhem, toplumun ruhunu diri tutmak lazım, bu minvalde hizmet etmek lazım… Ruh ve ona bağlı unsurlar dirildiğinde insan, cemiyet, devlet ve medeniyet de dirilecektir. Hepimiz bu cephedeyiz; bu cephe ruh cephesidir. Cihadımız bu cephenin, toplumu ihyasına yöneliktir. Ruh cephesinin öncü mimarları: Âlim, Ârif ve Mütefekkirlerdir. Tüm milli ve manevi hassasiyet taşıyan münevveran da bu cephedeki yangını görerek, kelamını, kalemini ve tüm üretimini bu minvalde seferber etmek zorundadır.

Yazı: Bülent Civan

Aylık Baran Dergisi 2. Sayı, Nisan 2022