Muhalif bir çizgisi ve duruşu ile tanıdığımız İslamcı yazar Atilla Fikri Ergun ile,Baran Dergisinin gerçekleştirdiği söyleşiyi sizlerinde ilgisine sunuyoruz.Öncelikle bizi kırmayıp röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür etmek istiyoruz.

     - Atilla Bey, sizi takip ettiğimiz kadarı ile İslamcı camianın değişik bir kulvara doğru çekildiğini düşünüyorsunuz ve bunu yazılarınızda ortaya koyuyorsunuz. Muhalif bir çizginiz var. Sizce İslamcı bir camia var mı ortada, varsa neden suskun bu kitle? 
      
       Muhaliflerin baskı altına alındığı ve susturulmaya çalışıldığı böyle bir dönemde bu röportajı gerçekleştirdiğiniz için ben teşekkür ederim. Soruya gelecek olursak, öncelikle bugün kendilerini “İslamcı” olarak adlandıran kişi ve grupların, Osmanlı’nın çöküş döneminde ortaya çıkan ilk nesil İslamcılarla özdeşleştirilmeleri, dolayısıyla İslamcılık düşüncesini temsil ediyormuş gibi algılanmaları yanlış. İslamcılık düşüncesi, ilk olarak ortaya çıktığı çöküş döneminde ıslah ve tecdidi esas alıyor, kendi tarihî, ilmî, felsefî, kültürel birikiminden ve toplumsal tecrübelerinden hareketle yeni bir siyasî, iktisadî ve sosyal model ortaya koyuyordu. Kendine ait bir projesi, bir modeli vardı. Sahih gelenekten kopuk değildi. “Gelenekçi yenilikçilik” olarak  adlandırabileceğimiz bir çizgiye sahipti. Muharref geleneğe karşı olmakla birlikte modernize olmayı da reddediyordu. Hem muhafazakârlığa hem de İslam’dan ümidi kesen Batı taklitçiliğine muhalifti. Bugün “İslamcı” olarak nitelendirilen kişi ve grupların her şeyden önce kendilerine ait bir modeli yok. Hâl-i hazırdaki yaklaşımlar manevî-ahlakî temelden yoksun. Aksine gücü -servet ve iktidarı- esas alan salt siyasî-ideolojik bir yaklaşımın mevcudiyeti söz konusu. Mevcut siyasî çizgi totaliter bir karakter taşıyor. İktisadî görüş ise, “üçüncü ve orta yol” iddialarına karşın kapitalist paradigmayı aşamıyor. Kısacası mevcut oluşumlar muhafazakâr modernleşme ideolojisini temsil ediyorlar. Dolayısıyla gerçek anlamda İslamcı olarak nitelendirilebilecek bir camianın varlığından söz etmemiz mümkün değil.    
        İkincisi, değişik bir kulvara çekilmekten ziyade bilinçli bir yönelim söz konusu. Aslında mevcut oluşumların 2002 öncesinde de farklı bir çizgileri yoktu. Önceki iktidarlar karşısında muhalif oldukları için böyle görünüyordu. “İslamcı” muhafazakâr bir partinin iş başına gelmesiyle birlikte bu unsurlar muhalif kimliklerinden sıyrılarak mülkün -servet ve iktidarın- yeni sahipleriyle aynı safta yer aldılar. Böylece gerçekte sınıf atlama mücadelesi verildiği ortaya çıkmış oldu. Dolayısıyla suskunluk anlaşılabilir bir durum. Kaderlerini iktidarın kaderine bağlayan, iktidarın nimetlerinden dibine kadar yararlanan adamlar susmasınlar da ne yapsınlar?
     
     “Yeni dönem”de amaç “yeni statüko”yu korumak ve bu da susmayı gerektiriyor haliyle. 
 
    - Mesela önümüzde 28 Şubat darbesi var ve onun 15. senesine gireceğiz. 28 Şubat’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda AKP'nin 28 Şubat için gerekli adımları atmaması da eleştiriliyor.
       Bugün gelinen son noktaya itibariyle 28 Şubat’ın aslında “yeni dönem”in inşası için bir başlangıç teşkil ettiği görülüyor. Hatırlayın, 28 Şubat sözde bin yıl sürecekti, ama sadece beş yıl sürdü. Post-modern darbe, anti-emperyalist çizgideki Millî Görüş’ü siyasetten tasfiye etti ve onu kendi içerisinde böldü. Böylece “yeni dönem” için gerekli görülen siyasî oluşumun altyapısı hazırlandı. Ara geçiş dönemi 55-56 ve 57. hükümetlerle aşıldı. Dolayısıyla AKP, 28 Şubat’ın ürünüdür ve 11 Eylül’le birlikte yürürlüğe giren bölgeyi yeniden şekillendirme projesi için isabetli bir seçimdir. Zira yaşadığımız coğrafyanın sosyo-kültürel ve sosyo-politik yapısı itibariyle bu projenin yükünü ancak birtakım İslamî hassasiyetleri olan muhafazakâr bir iktidar taşıyabilirdi. 
Bunun yanı sıra 28 Şubat’la birlikte vitrin tuzla buz oldu ve dükkânın içinin aslında boş olduğu ortaya çıktı. “İslamcılar” bir müddet sırra kadem bastılar. Beş yıllık süre içerisinde mevcut oluşumlar yeniden formatlandı, talepler “makul çerçeve”de yeniden şekillendirildi. 2002 seçimleriyle birlikte politik kimlik değiştiren “İslamcılar”, bilinçli bir şekilde sürece eklemlendiler ve AKP için gerekli halk desteğini sağladılar. Sistem-dışı mücadeleyi benimseyen unsurları dahi propaganda ve ikna yoluyla sistem-içi mücadelenin içine çektiler.
Dolayısıyla AKP’nin 28 Şubat’ın failleriyle ilgili gerekli adımları atacağına ihtimal vermiyorum; zira ilişkiler oldukça derin. 
NATO Generali Çevik Bir ve ekibi hiçbir şekilde rahatsız edilmeyecek.          
   
 - Atilla Bey, 28 Şubat darbesinden bahsetmişken size de sormak istiyoruz: Basından da takip etmişsinizdir mutlaka, Mütefekkir SalihMirzabeyoğlu 13 senedir F tipi cezaevinde ve İslamcı camia bu konuda da suskun. Siz bu hususta ne düşünüyorsunuz?

 
      Mirzabeyoğlu’nun tutuklanması, mahkemeye çıkarılması ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılması, ancak “hukuk(suzluk) skandalı” olarak nitelendirilebilir. Bugün herkes şu veya bu şekilde örgüt kapsamına sokulabilir, düşünce ve görüşleri itibariyle birtakım 
eylemlerin sevk ve idare edicisi olmakla suçlanabilir. Örneğin benim yayınlanmış dört adet kitabım ve 120’yi aşkın makalem var. Birileri çıkıp birtakım eylemler yapsa ve benimle aynı fikirlere sahip olduğunu, benim yazıp çizdiklerimden etkilendiğini söylese ne olacak? Mirzabeyoğlu davasında -ki, bence uyduruk bir davadır-  her şeyden önce suçun şahsîliği prensibi çiğnenmiştir. Modern cahiliye bu davada kendi putlarını yalayıp yutmuştur. “Yeni dönem”de de muhaliflere pek farklı şeyler yapılmıyor. Türkiye dün olduğu gibi bugün de bir “hukuksuzluk devleti”. Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, mevcut devlet aklına göre, küçük bir azınlık dışında herkes tehlike. Düşünüyorsan, artı bir de muhalifsen tehlikelisin. Mantık bu! 
     Bu noktada F tipi cezaevlerine de değinmekte yarar var. Bu, insanlık dışı bir uygulama. “Efendim cezaevleri örgüt karargâhlarına dönüşüyor.” Bunu engellemenin yolu insanları tecrit etmek, yaşarken öldürmek, onlara psikolojik baskı yapmak mı? İşkenceyi de eklersek, F tipi cezaevlerinin Guantanamo’dan ne farkı var? Aynı mantık. Sindirmeye, robotlaştırmaya, düşünemez hale getirmeye, diri diri gömmeye, yok etmeye yönelik. 
     Gerçekte var olmayan “İslamcı camia”ya gelince, 
Filistin ve başörtüsü sorunu gibi birtakım acılar parsellendiği ve bu acılar üzerinden yeteri kadar rant elde edildiği için diğerleri hiç kimsenin umurunda değil. “Mirzabeyoğlu’na özgürlük” demenin, iktidarı sıkıştırmanın kime ne faydası var? Aslında Türkiye’de tüm kesimler bu şekilde hareket ediyor. Toplum yüzlerce 10’a bölünmüş. Herkes kendisine ait gördüğü birtakım sorunları, birtakım acıları parsellemiş. Dolayısıyla her kesim kendine ait gördüğü sorunlar, acılar üzerinden söylem geliştiriyor ve diğerlerinin sorunlarını, yaşadıkları acıları göz ardı ediyor. Oysa bütün bunlar bizim ortak sorunlarımızdır. Burada insanî bir perspektife ihtiyacımız var. Bugün bana yapılan, yarın sana yapılabilir. Böyle düşünmek, böyle bakmak lazım.

    - Ortadoğu'da dengeler altüst olmuş durumda. 
Irak, Suriye ve diğerleri… ABD ile girişilen stratejik bir işbirliği söz konusu. Bu işbirliğine son vermek bu kadar zor mu? Açıkçası Türkiye için tam bağımsızlık çok mu zor? 

      I. Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede hiçbir zaman denge söz konusu olmadı. Şimdi son kırılmanın ikinci ayağını oynuyoruz. Bölge sosyal ve siyasî açıdan yeniden şekillendiriliyor. Türkiye bu süreçte kendisine yarar sağlayacağını düşündüğü 
ABDgüdümlü Neo-Osmanlıcı emperyal dış politikayla Irak’ı, Suriye’yi ve İran’ı kaybetti. İran akılcı bir siyaset yürütüyor ve radikal çıkışlar yaparak Türkiye ile arasındaki bağları tamamen koparıp atmıyor. Fakat ne olup bittiğinin, kimin ne yaptığının farkında ve bu doğrultuda Türkiye’yi kendi kafasında belli bir yere oturtmuş durumda.  
    
ABD ve NATO ile işbirliğine gelince, bitirmek hem zor hem de kolay. Zor, çünkü bu işbirliğine son verebilmek için her şeyden önce bedel ödemeyi göze almak gerekiyor. Bu yönde bir hareket yerel ve küresel ölçekli güç odaklarının kolayca kabullenebileceği bir şey değil. Buna karşın bırakın bedel ödemeyi, dün olduğu gibi bugün de mevcut devlet aklının, dolayısıyla iktidar elitinin böyle bir perspektifi, böyle bir düşüncesi, böyle bir niyeti yok. NATO’culuk iliklerine kadar işlemiş. Bunu tersine çevirebilmek için köklü bir sistem değişikliği gerekiyor ki, bu da hemen olacak bir şey değil. Kolay, çünkü bu işbirliğinin yerine ikame edilecek alternatif ittifaklar var. Türkiye yüzünü Okyanus ötesine değil de kendi coğrafyasına çevirirse, bölgede her zamankinden daha güçlü bir şekilde yerini alır. 
    Ancak hepsinden önemlisi bu konuda halkın ortaya koyacağı iradedir. Bugün itibariyle bu konuda devleti ve iktidarı köşeye sıkıştıracak ciddi bir ses yükselmiyor. Tam bağımsız olabilmek için önce bu yönde isteğin olması gerekir. Bunu isteyen, bunu dert edinen insanların sayısı az.   
   
    -Peki, bu bağlamda uluslararası emperyal çarkın figüran örgütleri olan 
NATO ve BM gibi kuruluşlarla sürdürülen işbirliği Türkiye'yi nereye sürüklüyor?

Türkiye mevcut dış politikasıyla kendi tarihine, kültürüne ve coğrafyasına ihanet ediyor. Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, “yeni dönem” aslında “eski”nin devamı. Bölgenin 
ABD ve NATO hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesi için küresel iradenin emir ve telkinleriyle bir ara düzelir gibi olan ilişkiler, yapılmakta olan şeyin farkına varılmasıyla birlikte yeniden kangren oldu. Dolayısıyla bu işbirliği, Türkiye’yi “eski dönem”de olduğu gibi yine bölgede yalnızlığa sürüklüyor. Küresel hegemonyanın yanında yer alan Türkiye, İsrail’den sonra bölgeye sokulan ikinci hançer.

    - Füze Kalkanı sessiz sedasız kuruldu, ama yine İslamcı camiada tık yok. Sebebi 
AK Parti'nin iktidarda olması mı?

     Tabii ki. Füze Kalkanı’yla ilgili yapılan açıklamalara bakın, “dostlar alış-verişte görsün” kabilinden. “İslamcı” STK’ların temsilcileri küçük bir salonda toplanıp alelacele bir bildiri okuduktan sonra dağıldılar. Eğer Füze Kalkanı Anlaşması’nın altına başka bir iktidar imza atsaydı, ortalık karışırdı. Böyle bir anlaşmanın altına imza atanlar hain, satılmış ve kâfir ilan edilirdi. 
NATO’cu İslamcılık işte böyle bir şey. Servet ve iktidarın tadına varanlar, bugün, dün küfrettikleri sistemin tüm nimetlerinden yararlananlar, kaderlerini iktidarın ve “yeni zengin sınıf”ın kaderine bağlayanlar için içeride ve dışarıda statükoyu savunmak kaçınılmaz. Dün 6. Filo’yu destekleyenler bugün iş başında. NATO’cu İslamcılar dün 6. Filo’yu protesto edenlere saldırdıkları gibi bugün de muhaliflere saldırmakla meşguller. Buna göre, içeride ve dışarıda iktidarın icraatlarını eleştirenler istisnasız ya “İrancı”, ya “Ulusalcı” ya da “Solcu”. Dolayısıyla bu zihniyete göre, İslamcı olup da iktidarı ve “yeni dönem”i eleştirmek imkânsız. Tabii herkesi kendileri gibi zannettikleri için bu böyle. Buna karşın gerçek şu: Ortada İslamcılık falan yok; Teo-Faşist ve Teo-Kapitalist NATO’cu İslamcılık var.

   - “Ilımlı İslam” veya sizin tabirinizle “
NATO'cu İslam” camiayı esir almış durumda. O halde özellikle Türkiye'deki Müslümanların yapması gerekenler neler? 

       Her şeyden önce Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası’ndan sonra tarihin en kritik dönemini yaşadığımızın bilincinde olmamız gerekiyor. Bunu kısaca III. Buhran Dönemi olarak adlandırabiliriz. I. Dünya Savaşı’yla 11 Eylül 2001 arasındaki zaman dilimi bu sürecin ilk ayağıydı. 11 Eylül’le birlikte sürecin ikinci ayağına geçilmiş oldu. Bu bakımdan öncelikle mevcut ihtilafların bir tarafa bırakılması gerekiyor. Özellikle mezhepçi yaklaşımlardan kaçınılması, bunun yanında kelâm meselelerindeki ihtilafların ve bu eksende cereyan eden tartışmaların en azından ötelenmesi gerekiyor. Hiç kimse mezhebinden vazgeçmek zorunda değil, ama herkes mezhepçilikten kaçınmak zorunda. Aynı şekilde herkesin aynı bakış açısına, aynı algıya sahip olması da söz konusu değil. Hz. 
Peygamber’in sağlığında bile olmamış. Sahabe arasında dahi farklı anlayışların ve uygulamaların varlığı söz konusu. 
       İkincisi, Müslümanların kendi tarihî, ilmî, felsefî, kültürel birikimlerinden ve toplumsal tecrübelerinden hareketle kendilerini yeniden üretmeleri lazım. 
     Üçüncüsü, yeni, muhalif bir ses yükseltmek gerekiyor. Bu muhalif ses, sistem-içi olmak zorunda değil. Aksine sistem-dışı güçlü bir muhalif ses yükseltmek mümkün. Şartlar sistem-dışı bir muhalefetin sosyolojisini oluşturmak için gayet müsait. Hiç kimsenin bir diğerine eklemlenmesi gerekmiyor, ancak toplumun diğer kesimleriyle asgarî müştereklerde mutabakat sağlanabilir ve ortak bir mücadele zemini oluşturulabilir. Aksi halde “mahalle duvarları” arasında bocalamak mukadderdir. Kaldı ki, bugün itibariyle mevcut iktidar ve “yeni zengin sınıf” karşısında hiçbir siyasî düşünce veya dünya görüşünün tek başına etkili olma şansı yok. Mevcut sosyo-politik yapı itibariyle bu imkânsız. 
     Dördüncüsü, muhalefetin klasik örgüt mantığıyla hareket etmemesi ve arka planda militarize bir tehdit unsuru haline gelmemesi lazım. Ahlakî, felsefî ve siyasî planda bir itiraz gerçekleştirilmeli. Halkın muzdarip olduğu konular üzerinde yoğunlaşılmalı ve alternatif çözüm önerileri ortaya konulmalı. Ben bu şekilde hareket edecek sistem-dışı bir muhalefetin etkili olacağına ve ses getireceğine inanıyorum.

    - Atilla Bey, son olarak sizce Türkiye'deki İslamcı yazarlar ya da aydınlarda entelektüel bir seviyenin varlığı söz konusu mu? Neden hep bir yerlerde “yandaşlık” veya “candaşlık” söz konusu?

    Şu kadarını söyleyeyim ki, İslam Dünyası’nın genelinde entelektüel hayat donuk. Bir başka ifadeyle entelektüel açıdan kısırlık yaşanıyor. Yaşadığımız ülke özelinde konuşacak olursak, zihinler bloke edilmiş, kalemler satın alınmış. Servet ve iktidara duyulan “aşk” had safhada. “Entelijansiya” robotlaşmanın tipik örneğini sergiliyor. İktidarın ve “yeni zengin sınıf”ın tetikçiliğini yapan “İslamcı” muhafazakâr medyanın yazar-çizer kadrosu entelektüel falan değil. Bunların hepsi basit bir ücret karşılığında satın alınabilecek eşya hükmünde. Akı kara, karayı ak gösteren, propaganda makinesi “İslamcı” muhafazakâr medyanın 28 Şubat medyasından hiçbir farkı yok.
     Hâlbuki entelektüel sorumluluk, mevcut çelişkiye parmak basmayı, yaşanan çarpıklıkları gündeme getirmeyi, doğru ile yanlışın ne olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koymayı ve bu doğrultuda temiz bir muhalefet örneği sergilemeyi gerektirir. İktidara alkış tutulmaz. İktidardakiler zaten doğru, güzel ve yerinde icraatlar ortaya koymakla yükümlüdürler. İktidara “şurada yanlış yapıyorsun” demek ve ona hatasını göstermek gerekir ki, dönüp nerede hangi yanlışları yaptığına baksın. Ne yazık ki, entelektüel haysiyet taşımayan insanların medyada iktidara şakşakçılık yaptıkları bir ülkede yaşıyoruz. Hiç kuşkusuz bu “entelektüelin sefaleti”dir ve aslında yaşadığımız ülke -istisnalar dışında- bilgi ve düşünce üreterek yeni bir toplumun inşasına katkıda bulunabilecek entelektüel kadrodan yoksundur.
Baran Dergisi