Şair “Kalmasın Allahım âlemde hiçbir hakikat nihân” demiş ya, Menemen olayının üzerindeki duman, üzerinden 76 yıl geçmesine rağmen henüz kalkmış değil. Bunun sebebi, olayın hemen arkasından tek yanlı olarak başlayan propoganda faaliyeti ve bizzat olayın ele başılarının temizlenmesiyle delillerin erkenden karartılmış olması.
Başka ve farklı görüşlerin kendilerini ifade etmesine izin vermeden girişilen bu “baskın basanındır” tavrı, Menemen manipülasyonunun yarım asır sonra tavan yaptığı 28 Şubat’tan sonra iyice gün yüzüne çıkmış durumda. Bu yıl (2006) Menemen’de yapılan konuşmalara kulak verirseniz aslında Kubilay’ın ve Menemen olayının kimsenin umurunda olmadığını, oraya toplanan birkaç bin kişilik kalabalığın, 842 rakımlı tepeyi kaptırmama, dolayısıyla da Türkiye’de Tek Parti mantığının tükenişini bir fasıl daha uzatma telaşıyla çırpındıklarını ibretle görürsünüz.
Resmi tarihe göre, 23 Aralık 1930 Pazar günü İzmir’in Menemen ilçesinde Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ile Hasan ve Şevki (Kan Demir’e göre Vefki) isimlerini taşıyan iki bekçi “mürteciler tarafından şehit edilir”, Kubilay’ın başı “kör bir testere” ile kesilir ve yeşil bir bayrağın tepesine bağlanarak sokak sokak dolaştırılır, hatta Kubilay’ın kanı mürteciler tarafından “avuç avuç içilir”. (Bir yazıda Derviş Mehmed’in dudaklarının kenarında kurumuş kanın göründüğü dahi yazılabilmiştir. Pes yani!)
İlk Kubilay’ı anma toplantısı 2 Ocak 1931’de düzenlenmiştir ve o gün bu gündür nutuklar neredeyse santimi santimine aynıdır: Onlar Cumhuriyet uğruna canlarını verdiler, laiklik ve aydınlanmamızın önünü açmak için kanlarını akıttılar vs. vs…
Ne var ki, daha olayın ertesi gününden itibaren adım adım yerlerine konulan bu “irtica kalkışması” senaryosunun parçaları, kalın şüphe bulutlarını davet edecek mantıkî, idarî ve olgusal açıklarla maluldür. Bunlardan 10’unu seçtim sizin için.
- 1. Suçlu, yöneticiler mi?
Menemen olayının büyümesindeki idarî sorumluluk, alay komutanı başta olmak üzere Jandarma komutanı, Kaymakam, hatta “irticaî olaylar”ın çıkabileceği İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından bir raporla Ağustos ayında bakanlığa ihbar edildiği halde tedbir almayan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’da değil midir?
Jandarma Komutanı Yüzbaşı Fahri, meydanda toplanan olayın failleriyle görüştükten sonra durumu Alay Komutanlığına bildirir. Sanki alayda yedek subay olan Kubilay’dan başka subay ve 26 acemi erden başka tecrübeli asker yokmuş gibi, üstelik de tüfeklerinde mermi olmadan(!) olay yerine gönderilmeleri, dikkat çekicidir. Üstelik bu suçlamalar, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar adlı kitapta (Ankara 1972) yer almaktadır. Nitekim Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey, Ocak 1931’de TBMM’de yaptığı konuşmada idarecilerin suçlu olduğunu üzerine basa basa söylüyordu.
- 2. Kubilay hatalı mıdır?
Aslında Kubilay, rütbe bakımından üstü olan Jandarma Komutanı’nın emrine girmesi gerekirken emre itaatsizlik ederek, üstelik de yanına silah almadığı halde, doğrudan kendisi komutanmış gibi harekete geçmiştir. Kubilay bunu yapmak yerine gidip komutanın emrine girse, komutan da gelen kuvvetlerin desteğiyle duruma el koymuş olsaydı, ne Kubilay katledilecek, ne de bu kadar cana patlayacaktı hadise.
Zaten arkadaşları, eşi, annesi, erkek ve kız kardeşlerinin beyanatına göre, Kubilay, tez canlı, sinirli, kendi deyişiyle olaylar karşısında “heyecanına ve iradesine hakim olamayan” bir öğretmendir ve kısacık hayatında buna benzer kendinden geçtiği hadiseler az değildir. (Bkz. Kan Demir, Şehit Kubilay, 2. baskı, İstanbul 2005, İleri Yayınları, s. 49-50.) Kubilay’ın olaya ihtiyatsızca, akılcı olmayan bir şekilde müdahale ettiği konusunda görüş birliği bulunuyor. Yani Kubilay eğer öldürülmemiş olsaydı, belki de Menemen mahkemesinde üstlerine itaatsizlikten yargılanacaktı!
- 3. Kubilay’ı kim vurdu?
Fahrettin Altay’ın anılarında geçer. Olayın hemen ardından Ankara’da toplanan bir toplantıda, Atatürk, İnönü, Kâzım Özalp, Şükrü Kaya ve Savunma Bakanı Zekai Bey alınacak tedbirleri görüşürler. İnönü burada ilginç bir ayrıntıdan bahseder. Der ki:
“…Bir tertip olduğu aşikârdır. Köylüler bir jandarma karakolunun basılmasını teklif ediyorlar, bunlar [mürteciler] “Jandarma ile işimiz yoktur” diyor. Kuvvete çarpmak istemiyorlar, sonra bir subayı vuruyorlar, irticaî bir hareketle büyük bir halk kitlesini elde etmek istiyorlar, askeri de tabiatı ile alacaklar… Rovelverle vurulmuş olması ahali tarafından vurulduğunu gösteriyor. Tetkili lazımdır.” (Bkz. Altay’ın On Yıl Savaş ve Sonrası adlı hatıraları.)
Bu notların profesyonelce alınmadığını göz önünde tutsak bile İnönü’nün sözlerinden Savcı’nın iddianamesinde dahi bulunmayan birkaç ayrıntı öğrenmek mümkün oluyor. Mesela tertipçilerin köylülere değil, tam tersine, köylülerin tertipçilere jandarma karakolunu basmayı teklif etmiş olmaları ve buna karşılık ele başıların “Jandarma ile işimiz yoktur” demiş olmaları.
Kubilay’ın rovelverle ve ahali tarafından vurulduğu iddiası üzerinde daha sonra nedense hiç durulmamıştır. Nitekim Savcının Mütalaanamesi’nde geçen bir ifadede, ilk mermi atıldıktan sonra “ağır bir surette” yaralanan Kubilay’ın hükümet konağının arka kapısına doğru gitmek için cami avlusuna girdiği ve kurşunu sıktığı söylenen Giritli Mehmet’in “her nasılsa” onun avluya yıldığını haber aldığı ifade edilmektedir.
İlk kurşunu Giritli Mehmet sıkmışsa yaraladığının mı farkında değildir? Boğaz boğaza bir kavga sırasında tabancasını çekip karşısındakini vurduktan sonra onun kaçışını görmemesi ve takip etmeyerek Kubilay’ın cami avlusunda düştüğünü “her nasılsa” haber alması epeyce garip değil midir? Bu durumda mermi, Giritli Mehmet tarafından değil, İnönü’ye gelen istihbaratta olduğu gibi, kalabalıktan birisi tarafından mı atılmıştır? Eğer böyleyse bu kişi kimdir ve bu konu neden mahkeme sırasında bir daha gündeme getirilmemiştir? (Genelkurmay’ın bir yayınında geçen, “ahalinin üçte ikisinin üzerinde tabanca bulun”duğu ifadesi, dikkatlerden kaçmayacak kadar nettir.)
- 4. Kubilay’ın başı kesildi mi?
Açıkçası benim bu konuda kuşkularım var. Mahkemedeki ifadelerinde hemen bütün sanıkların ağız birliği etmişçesine başının kesilip bayrağın tepesine takıldığı, bir süre sonra direğin yere düşmesi üzerine bir kunduracıdan ip bulunarak bayrak sopasının elektrik direğine bağlandığı, dolayısıyla kesik başın da direğe bağlanmaya çalışıldığı söyleniyor. Sanıkların aynı ağızdan konuşmaları, şüphe oklarını davet ediyor. Acaba olayın vehametini ve patetik tesirini artırıp kamuoyuna, verilecek ağır cezaların meşruluğunu ispatlamak için sanıklara “belletilmiş” bir ifade karşısında mıyız?
Nitekim zamanın ABD Büyükelçisi Joseph C. Grew’un, Turbulent Era adını taşıyan anılarında, baş kesilmesi haberlerini “gerçekliğinden şüphelenmek için yeterince sebep var” diye yorumlaması ilginçtir (bkz. Yeni Türkiye, s. 199).
- 5. “Devrim şehidi” iki bekçi, askerler tarafından mı öldürüldü?
Hasan ve Şevki (veya Vefki) adlı iki bekçinin nasıl öldürüldüğü üzerindeki sır bugüne kadar tam olarak aydınlanmış değildir. Bekçi Hasan Efendi, Girit muhacirlerindendir Kubilay gibi. Şevki Efendi ise Florinalıdır. Kubilay’a sıkılan mermiyi duyunca olay mahalline koşup gelen Hasan Efendi’nin hükümet dairesinin demir parmaklığını siper alarak “yobazlar” üzerine ateş açtığı ve birini yaraladığı biliniyor. Ancak vurularak ölür. Şevki Efendi de aynı akibete uğrar. Ancak bazı tanıkların sözleri bekçilerin, askerler tarafından vurulduğu kanaatine yol açıyor. Mesela 1988 yılında Zaman gazetesinde çıkan yazı dizisinde olayın şahitlerinden Mehmet Yontucu ile eski Menemen Belediye Başkanı Bedri Onat da bekçilerin Kubilay’ın ölümünden sonra gelen takviye kuvvetinin açtığı ateş sonucu öldüklerini söylemektedirler. (Sadullah Amasyalı, Şirin Kavakçı, Mehmet Deniz “Menemen olayının içyüzü”, Zaman, 23 Aralık 1988.)
- 6. Provokatör ajan çarşaf mı giymişti?
Necip Fazıl’ın dikkatimizi çektiği bu husus da yeterince araştırılmamıştır. Şunları yazıyor Son Devrin Din Mazlumları adlı eserinde:
“Söylendiğine göre gizli ajan, hâdiseyi çarşaflı bir kadın kılığında uzaktan takip etmiş ve muradına erer ermez, ancak bir erkeğe mahsus sert adımlarla uzaklaşıp gitmiştir. Bu manzarayı aynen görenler vardır ve onlardan biri hâlâ sağdır.” Bu bir rivayet de olsa, yukarıda İnönü’nün sözünü ettiği “rovelver” (tabanca) iddiasıyla birleştiğinde bir anlam kazanmaktadır.
- 7. İdamlar adil miydi?
23 Aralık ve onu takip eden günlerde Menemen’de 36 kişi dünya değiştirdi. Ancak ölüm sebepleri farklıydı: 3’ü olay yerinde açılan mitralyöz ateşiyle öldürülen göstericilerdi (Giritli Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet) diğer 3’ü ise Kubilay ve 2 bekçidir (Hasan ve Şevki). Mahkemeden toplam 37 idam hükmü çıkmıştır. Ancak bunlardan 2’si (Şeyh Esad Erbilî -ki, Mehmet Ali Erbil’in dedesidir- ve Abdülkerim) idamlarından önce ruhlarını teslim etmişlerdir. (90 küsur yaşındaki Şeyh Esad’ın idamına hukuken imkân olmadığı için zehirli iğneyle öldürüldü şüphesi yaygındır.) 5 kişi yaşlarının büyük veya küçük olmalarından dolayı idamdan kurtulmuştur. Fakat asıl çarpıcı olan husus, idama mahkûm edilen iki kişinin cezalarının TBMM tarafından sadece 2’şer yıl ağır hapse çevrilmiş olmasıdır.
Nasıl oluyor da, idam cezasını gerektiren o “dehşetli irtica” suçu sabit görülmesine rağmen Terzi Talat affedilebiliyor ve onca mahkemeden sonra idama mahkûm edilen İsmail’in idamı, suçu sabit bulunmadığı için cezası dönüyor meclisten? Bu nasıl adalet?
Üstelik Giritli Mehmed’in ekibinden daha Menemen yolundayken ayrılıp kaçan ve bir daha da kendileriyle temas kurmayan, dolayısıyla tek suçu ilk zamanlar birkaç gün Giritli ile bulunmaktan ibaret bulunan Çakır oğlu Ramazan, bu hareketiyle ödüllendirileceğine, idama mahkûm edilmiştir. Bu gibi tutarsızlıklar da mahkemenin zaten tartışmalı ve hukukî değil, siyasî olduğu besbelli olan kararlarını ayrıca tartışılır hale getirmektedir.
- 8. Menemen’de asılan Yahudi Jozef bilmecesi
Evet, Menemen’de bir de Yahudi asılmıştı. Adı Jozef, baba adı Haim’di. Tek suçu, olayın ele başılarına ip satmaktan ibaretti. Ne alakası varsa bir “irtica kalkışması”nda dinen Müslümanlıkla alakası olmayan birine, bir Museviye “Şeriat isteriz” dedirtmenin yolunu bulmuş olmalı değerli mahkememiz. (Bu arada isyancılara tütün satanın da idam edildiğini belirtelim.)
- 9. Menemen kime karşı tertiplenmişti?
Daha ilk günden itibaren Menemen’in bir tertip, yani komplo olduğu dile getirilmiştir. Hükümete karşı diyenler de var, daha yeni kapanmış, ancak toplum üzerindeki etkisi devam etmekte olan Serbest Fırkaı’ya karşı düzenlenmiştir diyenler de.
Şurası kesin olmalı: Menemen olayı son tahlilde CHP’nin işine yaramıştır. Bu konuya uzun uzadıya girmeyeceğim, çünkü geçenlerde yazdım (Zaman Pazar, 24 Aralık 2006 http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=101). Ancak Atatürk’ün, Fahrettin Altay’ın notlarından öğrendiğimiz zirvede söylediği bir cümle her şeyi açıklıyor bence: “Bu bir hadisedir ki Serbest Cumhuriyet Fırkasını lekelemek için tertip olunmuştur.” Genişletirsek, her türlü muhalefeti ortadan kaldırmak için tertiplendiğini söyleyebiliriz. Nitekim 1931 Nisan’ında Türk Ocakları da kapatılacaklar kervanına dahil olmuş ve arkası gelmiştir. (Her cümlesine önem verildiği söylenen Atatürk’ün bu sözünün atlanmış olması size de garip gelmedi mi?)
- 10. Kubilay’ın oğlu seyyar satıcı mı kovalıyordu?
Menemen’deki son mitingde atılan nutuklara bakarak Kubilay ailesini abad olmuş, bir eli yağda bir eli balda zannediyorsanız aldanırsınız. Bugün Kubilay’ı istismar için meydanlara çıkanlar, onun ailesine nasıl bakmışlardır acaba? Bir kere Kubilay öldüğünde karısından ayrı yaşıyordu. 18 aylık oğlu Vedat, annesi Vedide’nin yanında, Ayvalık’tadır ve Vedide Hanım, bir süre sonra başka biriyle evlenmiştir.
Kubilay’ın öğretmen arkadaşlarından Kemal Üstün, 1969’da Vedat’ı aramaya çıkar. Nerede bulur biliyor musunuz? Nazilli’de. Belediye Zabıtası’dır. Oturur, konuşur kendisiyle. Vedat Kubilay’ın verdiği cevaplar, İnönü devrinden itibaren Menemen olayının nasıl unutturulduğunu gösterir.
Bu konuşmadan “Aydınlanma kahramanı” Kubilay’ın oğlunun ortaokulu yarıda bıraktığını öğreniyoruz. Geçim sıkıntısı çekmişler. İşsiz kalmış. Bunun üzerine Almanya’ya gurbetçi olarak gitmiş. (Kubilay’ın oğlu Alamancıymış da haberimiz yokmuş!) Yurt dışında 2 yıl kadar çalıştıktan sonra dönmüş ve Nazilli’de zabıta olarak iş bulmuş. Kimsenin elinden tutmadığından yakınır Vedat Kubilay. İnanılmaz ama her yıl 23 Aralık’da Menemen’e tek başına gidip geri dönüyormuş. “Babam unutturulmak isteniyor” diyor Kubilay’ın arkadaşına. (Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, 2. baskı, İstanbul 1978, Çağdaş Yayınları, s. 90-95.) Ne yazık ki Vedat Kubilay 1984’de ölmüş ve 28 Şubat’ta babasının yeniden “hatırlandığı”na tanıklık edememiş. Şimdi törenlere Kubilay’ın geliniyle torunları katılıyormuş. İnsanın bu samimi Atatürk ve Kubilay sevgisinden gözleri yaşarıyor doğrusu.
Mustafa Armağan, 2010