Ehl-i Sünnet kavgamızda karşımıza çıkan Şii solucanlardan başka onların yandaşı ve müttefiki mezhepsizler de dikkat edilmesi gereken bir sapıklıktır. Bunların üstadları İbn-i Teymiyye hakkında Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin hükmü şudur: “Dini içten yıkan kâfir...” Bu itikad akrebine karşı, her ne kadar İbn-i Batuta, İbn-i Hacer, Es-Subkî gibi büyükler sapıklığını söylemişseler de onun zehrini kesici ateşle halkalayıcı bir davranış yapılmamış, bu mevzu küçümsenmiştir. 
“Sünnet ve Cemaat Ehli” yolu üzerine sistemini kuran Necip Fazıl; İbn-i Teymiyye’nin Şam’da, minberden bir iki basamak inerek, “işte Allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner” deyişini aktararak onun hakkında hükmünü şöyle ifade eder:
“Serâpa küfür belirten bu görüşten sonra talâk (boşanma) ve zekât bahsinde şeriate tam zıt nice iddialar.. Din ölçülerinin üçüncü temeli “İcma-Ümmetin toplu hükmü” usulüne aykırılık ve bu aykırılığın caiz olduğu hükmü. Hazret-i Ömer ve Ali’ye hücumlar ve onların güya yanıldıkları noktaları sayıya vurmalar... İmam-ı Gazalî ve Muhyiddîn-i Arabî’yi küfürle itham etmeye kadar gitmeler...

Ve en hassas tehlike noktası ve nasipsizlik ifadesi olarak, tasavvufu, bâtın temelini, topyekûn evliyayı, ruhu, ruhaniyeti inkâr etmesi ve onlara yönelmeyi küfür sayması, türbe ve mezarları ziyarete şirk gözüyle bakması, hatta Allah Resûlü’nün Kâbe’den üstün bilinen mukaddes ravzasına kadar ruhaniyet yollarını tıkamaya kalkması...” 

Üstadın, 72 dalalet fırkasını mevzu ettiği Doğru Yolun Sapık Kolları kitabından okumaya devam edelim:

“Bugünkü Vehhabiliğin, başıboş içtihad davranışlarının her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mânâ zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası İbn-i Teymiyye’dir. Ve onu “İslâm materyalisti” diye yaftalamak yerinde bir teşhistir.”

İbn-i Temiyye’ye bağlı İbni Abdülvehhap, Suud ailesinde aradığı kılıcı buldu ve isyân etti. Son İslâm devleti Osmanlı’nın bunların kellesini almasına rağmen I. Dünya Harbi’nde İngilizlerin yardımıyle Suudi Arabistan Krallığı kurulur ve Vehhabilik devletleşir. Üstad’ın bunlar hakkındaki tesbiti: “İşte tek cümle içinde Vehhabilik! Bugünün Vehhabi güdücülerine soracak olursanız Vehhabi değiliz” demezler de “Hanbeliyiz!” derler. Yani bal ve sarımsak katışığını bal cephesinden göstermeye bakarlar. Halbuki onların Hanbelilik binâsı, Vehhabi itikadı arsasında yer bulamaz. Bu bedahat ölçüsü de bir türlü anlatılamaz ve anlaşılamaz.” 

Vehhabiliğin bazı özelliklerini sayalım: Vehhabilik, Allah ve Resulünün kabrini ziyareti günah sayan, Allah Resulünden şefaat dilemeyi küfür kabul eden, kitap ve sünnete bağlanmak iddiasında bulunup İcma ve Kıyas gibi iki hayatî vasıtayı kökünden iptal eden bir sapıklıktır. Ayrıca, “selefiyecilik” iddiasıyla sahabiler yolunda gittikleri yalanı ve Vehhabilik dışındakileri küfürle itham etmeleri... Sünnet ve Cemaat Ehli’nce hak olan evliyanın kerametinin red ve tasavvufun topyekûn inkâr edilmesi de bunların vasıflarından.

Üstadın “iki palyaço” dediği Cemaleddin Efgani ve M. Abduh üzerinde duralım. Üstad, onların masonluğunun vesikasını bahsettiğim kitabında veriyor: “Cemaleddin Efganive Muhamed Abduh İngiliz ve Fransız masonları tarafından çizilen daireye dahil kılınmış ve İslâm modernistleri geçinen bu adamların elde edilmesiyle Batı dünyası (politika-reliyöz: dinî siyaset)lerinin teminini düşünmüştü.”

İstanbul’da bir konferansta Cemaleddin Efgani: “Peygamberlik sanatlardan bir sanattır” deyince Abdülhamid Han tarafından hemen dehleniyor. Onun için mezhepsizler Abdülhamid Han’ı ve Ehl-i Sünnet’in kılıcı olduğu için Osmanlı’yı sevmezler. Biliyorsunuz Şiilerde de Çaldıranın acısı var, onlar da sevmezler. Ceddimiz Osmanlı, kılıcıyla İslâm’ı yüceltmiş iç ve dış düşmanlarına karşı savaşmış ve Viyana’ya kadar gitmiştir. İrancı Şii ve mezhepsiz sapıklar, “kardeş katliydi, yok şuydu, buydu” deyip Osmanlı’yı küçültmek isterler. Halbuki onlar, Osmanlı’yı Osmanlı yapan Fatih’e, Yavuz’a, Abdulhamid’e düşmanlar. Kendi sapık fikirlerine uymadığı, Ehl-i Sünnet’in kılıcı olduğu için kabul etmezler. Yani, bizce meziyet ve üstünlük olan taraflarına düşmanlar Osmanlı’nın.

Ehl-i Sünnet düşüncesinin temsilcisi olup ve Ehl-i Bidat görüşlerinin tepesine bir balyoz gibi inen Büyük Doğu Mimarı aynı kitabında “Öbür Reformcular” hakkında şöyle der:

“Başlarında, “Merdudi” ismini taktığımız Mevdudi ile “Baidullah” sıfatını yakıştırdığımız Hamidullah var.. Ve daha birkaçı. 

Evvelâ Mevdudî:
“İslâmda İhya Hareketleri” isimli eserleriyle İslâm’da imha hareketinin temsilcilerinden biri... Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzerine eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi cilâ... Cemaleddin ve Abduh’a hayran... İbn-i Teymiyye’ye ise kara sevdalı. İslâm onca bir felsefedir ve nice şerî  ölçüler bu bakımdan muhakeme edilerek değiştirilebilir. Çorap üstüne mesh etmenin cevazını iddia ettiği gibi... Ayrıca mezheplerin birleştirilmesi fikrini müdafaa ve dört hak mezhebi birbirine karşı mücadele ve garaz halinde gösterme.. 

“Sana nasıl geliyorsa öyledir!” hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...”

Mevdudî, aksiyona da girişti. Sapık fikirlerin sapık ihtilalcisi olarak hapislere girdi. Derken Vehhabilik dünyasına kapılandı; Medine’deki Vehhabi Üniversitesi istişare heyetine aza seçildi. Vehhabilere bile giran gelen fikirleri yüzünden muhakeme altına alındı.

Hamidullah ise; mezhepsiz, miraç mucizesini inkâr eden, tasavvufa “uydurma” diyen bir sapıktır.

Şunu da belirtelim ki Türkiye’de şii salyangozların üremesinin sebebi laik T.C.’den sonra mezhepsizler gelmektedir. Çünkü bunlar, mezheplere gerek yok” deyip, 4 hak mezhebe bağlılığı gevşetmişler, bunların açtığı yoldan giden İrancı kalemler de oradaki devrimi bahane ederek Şiilik aşılamaya zemin bulmuşlardır.

Türkiye’deki mezhepsizleri belli bir isim ve teşkilat altında topluca sınıflandırmak zordur. Bunların hepsi müçtehid taslağı olduğu için renk renk, çeşit çeşittir. Reformist, Vehhabî, selefi...  gibi isimlerle de anılırlar. Mezhepsizler, aktif ya da pasif olurlar. Aktifler, Ehl-i Sünnet düşmanı olup, mezhep imamlarımıza küfrederler. İrancı Şiilerle yakın işbirliği içindedirler. Sapık fikirlerin etkisinde kalan pasif mezhepsizler ise, “mezhep tartışmalarına gerek yok, Müslümanım diyorsa yeter” derler. Bunlar, Ehl-i Sünnet dışındaki yolların Ehl-i Bid’at olduğunu ve İslâm’ı içten yıktıklarını anlamazlar. Ehl-i Bidat ile mücadele etmenin İslâm’ın gereği olduğunu görmezlikten gelirler. İtikadımızı tahrip eden ve sahabilere küfredenlere bilerek veya bilmeyerek hizmet ederler. Bunlar genelde mezhebin ne mânâya geldiğini bilmeyen şuursuz kimselerdir. 

Şöyle enteresan bir noktaya da temas etmek istiyorum. Mezhepsizlerin babası İbn-i Teymiyye şiilere karşı sert tavır alıp hepsine kâfir demesine rağmen, Türkiye’de İbn-i Teymiyyecisi ile Humeynicisi gayet iyi anlaşırlar. Çünkü ortak düşmanları İbda’nın şahsında Ehl-i Sünnet’tir. Bunları ezecek olanın İbda Fikriyatı olduğunu çok iyi biliyorlar. Bunun için sapık imamlarının birbirlerini kafirlikle suçlamalarını görmezlikten gelip  İbda’ya karşı ortak cephe kurmaktadırlar. İsimleri ve renkleri ayrı olsa dahi, Allah Resulü’nün işaret ettiği 72 dalalet fırkası Ehl-i Sünnet yoluna karşı birleşmektedir. Buna bir örnek: İran’a davet edilen İlahiyat Fakültesi’ndeki öğretim üyelerinden biri dönünce, “İran şer’i bir devlettir” diye fetva(!) vermekte... Kimin kimi koruduğu ortada değil mi?

“Sünnet ve Cemaat Ehli” yolunun Ehl-i Bid’at diyerek dışladığı 72 dalalet fırkasına ılımlı bakan, onları kardeş gören, her ne kadar lafta Ehl-i Sünnetim dese bile sapık kollara hizmet etmiş olur. Bu noktaya dikkat edilmesi, itikadımızın düşmanlarına şekil ve kisveleri, makam ve etiketleri ne olursa olsun aldanılmaması önemlidir.

Celaleyn Tefsirinin haşiyesinden: “Dört mezhebin dışında hiç bir görüşle amel ve taklit caiz değildir. İsterse bu görüş sahabilerin görüşüne veya hadise ve ayete uygun gösterilsin. Hadis ve âyetlerin zâhirlerini şahit gösterip, sahte nisbetler kurmak, küfür ehlinin marifetidir” (Hayretülhisan Cilt 3 Sh. 10)

Dört Hak mezhebi telfik edip (birleştirip) ayrı bir mezhep ortaya çıkarmaya Zahidü’l Kevserî “mezhepsizlik” diyor. Ve “mezhepsizlik dinsizliğe giden köprüdür” diye tarif ediyor. (Makamat. Zahidü’l Kevserî sh. 129)

Biraz da Selefilik üzerinde duralım. Size şu anımdan bahsedeceğim: Davetli olarak katıldığım İslâm Konferansı için Bağdat’a, Amman’dan karayoluyla geçerken otobüste karşılaştığım bir Pakistanlıya mezhebini sordum. “Selefiyim” dedi. Önce hayret ettim. “Benim bildiğim dört hak mezhep var, gayrısı batıl ve bid’at’tır.” Dedim. Bana, hayır manasına birşeyler söyleyip, “sahabilerin mezhebi var mıydı?” diye sordu. Sahabilerin hepsinin müctehid olduğunu, kendisinin de sahabîler gibi müctehid olup olmadığını sordum. Lafı kıvırmaya başladı, zaten Arapça konuşma pratiğim az olduğu için ne dediğini anlayamadım ve mevzu kapandı.

Şunu söyleyeyim ki sahabenin devrine “selef-i salihin” denilir ve şimdiki Selefilik cereyanının bununla ilgisi yoktur. Bilakis sahabenin yoluna bağlı olan dört hak mezheptir. Din büyüklerimizin belirttiği gibi gerisi bid’attir. Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu İbda Diyalektiği adlı eserinde “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak sahabenin “Topluluk Hakikati”nin ne olduğunu gösterir.

Mezhepsizlerde Selefilik iddiaları olduğunu belirtelim. İbn-i Teymiyye, İbn-i Abdülvehhap, Afganî, Abdüh, Mevdudî vs. de de vardır bu iddialar. “Selefiyim” diyenler dört hak mezhebi reddettikleri için Bid’at Ehli olurlar. 

“Sahabinin mezhebi var mıydı?” diye itiraz eden kendini sahabi yerine koyup, ben de onlar gibiyim mi, demek istiyor? Çünkü, sahabenin mezhebe ihtiyacı yoktu, doğrudan Allah Resulü’nün nuruna muhataptı ve hepsi müçtehitti. Bilakis, sahabeye gereken kıymeti veren, onlara Şii ve mezhepsizler gibi sövmeyen Ehl-i Sünnet’tir. Zaten Edilde-i Erbaa’da bu vardır: Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas. Dört halkadan oluşan bu zinciri koparıp sadece Kur’an ve Sünnet diyen, İcma ve Kıyas’ı reddeden de ve zaten mezhepsiz ve Şiiler değil midir?

Bir partinin il yönetimindeki mezhepsizin, İbdacıların konulduğu bir yerde söylediği şu lafa bakın: “Yavuz, Hıristiyanların teşvikiyle Şah İsmail’e savaş açtı”… Küstahlık ve edepsizlik bu kadar olur. Görüyorsunuz sapık sapığı nasıl koruyor. Mezhepsize, Çaldıran ovasında leşi serilen Şiilerin derdi düşüyor. Ve büyük halife ve veli bir zat olan Yavuz Sultan Selim’e dil uzatıyor. Görüldüğü gibi, İbda’nın şahsında Ehl-i Sünnet itikadını tahrip etmede Şii ve mezhepsizler kolkola… Bizim asıl hedefimiz laik T.C. bu biline… Fakat bunlar da onun pislikleri, o da biline…  

Bu mezhepsizler, İslâmî etiketli çeşitli gazete, dergi, yayınevi ve partide üslenmişler ve bir kısmı da piyasada “İslâmcı yazar” diye tanınmaktadır. İmam-Hatip ve İlahiyatlarda hoca ve öğretim üyesi olarak da etkili olmaktalar; oralarda, hoca, âlimi, büyük müctehid vb. sıfatlarla anılmaktalar. Bu tipler, sahih İslâm itikadı olan Ehl-i Sünnet yolunun düşmanıdırlar. Gizli veya açık Ehl-i Sünnet büyüklerine söverler. Bunlar Şiiler kadar tahripkârdır. “Kur’an ve Sünnet’ten yaparız, dört mezhebe gerek yok, aklımızla ictihad ederiz” diye konuşan bu mezhepsizler halkımızın kuvvetli bir sezgiyle dinsiz, kitapsız mânâsına kullandığı “mezhepsiz” vasfına denk düşerler. Müslüman halkımızın “mezhepsiz” kelimesindeki bu aşağılayıcı ifadesinde hakikaten çok isabet vardır. Mevzumuzla yakından alakalı ictihad hakkında Üstad’a kulak verelim:

“Devrimizde ve her devirde içtihad kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak… Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait bir hüküm mevcut değil. Şu kadar ki, imkân aleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüştür. Nebi ve Resûl gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir “imkânsız” ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil... Cins atların atladığı, mesela 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?.. Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından apaçık içtihad kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük mütefekkirler gelebilir ve bunlar asır yenileyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbanî Hazretleri, derecede belki bütün hak mezhep müctehidlerinden üstün olduğu halde Hanefî mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezhep üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilaf pürüzü yoktu.”

“Kur’an’da mezhep var mı? Sahabinin mezhebi var mı? Biz Kur’an ve Sünnetten yapacağız, mezhepler din yapılıyor.” şeklindeki sahte mantık oyunlarına aldanılmamalı... Dört hak mezhepten oluşan ve Ehl-i Sünnet olarak tekleşen yol İslâm’ın kendisidir. Mezhep imamlarımız, İslâm’ın yayılmasından dolayı dıştan girmeye başlayan Ehl-i Bidat görüşlerinden dinimizi koruyup öz bir şekilde ortaya çıkarmışlar; Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’a uygun olarak dini ölçüleri çerçevelemişlerdir. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim Hazret-i Ebubekir döneminde toplanmış ve Hazreti Osman devrinde harekelenmiş ve çoğaltılmış diye elimizdeki Kitaba itiraz etmiyorsak; nasıl ki, fıkıh, tefsir, kelam, hadis, usul ve ilimleri Allah Resûlü devrinde yok diye inkâr etmiyorsak, mezheplere de itiraz edemeyiz... Eğer Selefiler İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed b. Hanbel’e Kur’an ve Sünnete zıtlık iftirasında bulunmuyorlarsa ne diye içtiha-da kalkıyorlar. İtikadi ve fıkhi ölçülerimiz bu müctehid taslakları vasıtasıyla 14 asır sonra mı değişecektir? Ölçülerimiz çerçevelenmişken asıl bunları sahte içtihadlarla değiştirmek yeni din kurmaya kalkmaktır. Çağımızda bize düşen, bu ölçüleri ölçülerin istediği ruhla anlamak için “İslâm’a Muhatap Anlayış” seviyesinde durmaktır. Bu da İslâmî anlayışı yenilemektir; içtihad değil, tefekkürdür.

“Sünnet ve Cemaat Ehli” yoluna bağlılık üzerinde sistemini kuran Büyük Doğu-İbda fikriyatı “Kurtuluş Yolu” çizgisinin günümüzde yürüyen hâlidir. Ehl-i Sünnet’in, bugün fikir ve aksiyonda temsilcisidir. İbda Fikriyatı; ölçüleri, ölçülerin istediği ruhla anlayıp, “İslâm’a Muhatap Anlayış” seviyesini temsil ederek, “Sünnet ve Cemaat Ehli” yoluna nasıl bağlanılacağını göstermiştir. Tüm sapık kolların tepesine de balyoz gibi inmiştir.
 
Taraf Dergisi, 15. Sayı Mayıs 1992