1) Rejim, "nizâm-düzen" ve hukuk; neticede sosyal, siyasî ve iktisadî unsurları içine almış olarak, hukukun kapsayıcı rolünde üst üste gelen kavramlar... Bu görüş çerçevesinde “Adalet sistemi" ve ilgili kurumların hâline, DGM Savcılığı'nın hakkımdaki iddianâmesine cevab yazmaya başlayabildiğim bugün, yâni 7 Şubat 2000 itibariyle değinme ihtiyacındayım. Hiçbir hukukî mesnede dayanmadan tutuklanmamın ardından, 25 Ocak 2000'den bugüne kadar yaşadıklarım ve içinde bulunduğum durum, Adalet sisteminin nasıl bazıları için "at içeri, çıkmak için uğraşsın dursun!" mantığı ile işletildiğini göstermektedir.
2-) Önce, yeri geldikçe açmak ve misâllendirmek üzere, fikrimi peşin peşin söyleyeyim: - "T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM'lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı'nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, "yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" diyen (sanıyorum Komiser yardımcısı) Bahri'nin tavrı, buna tipik bir örnektir. Polisteki baskı ve istediğini istediği gibi tertibe sokan sorgu usulü ile, bunu iddianâme hâlinde aynen kabul eden DGM Savcılığı'nın haksız yere tutuklaması karşısında, benim tabiî bir insan refleksi hâlinde Mahkeme'yi protesto ederek çıkmayışımın sebebi de belli olmuyor mu?..
3-) 25 Ocak 2000’den 7 Şubat 2000’e kadar olan yaşadıklarıma geçmeden önce, mevzuyla doğrudan alâkalı ve düzenin bütün unsurlarını kamuoyu PSİKOLOJİSİ olarak istediği gibi şekillendiren, yukarıda bahsettiğim zümrenin kendisi veya uzantısı büyük basının hâline de değinmek isterim. Bunun tipik bir örneği, 1991 yılından beri muhtelif gazetelere muhtelif defalar yazılmış ve çoğu da çıkmamış tekzib yazılarından biri ki, Avukatım Harun Yüksel’in, Akşam isimli gazeteye gönderdiği tekzib yazısıdır… Şöyle:
-“Gazetenizin 1/1/1999 tarihli nüshasında 7. sahifesinde “Yılbaşını kana bulayacaklardı” başlıklı haberiniz ile, 5/1/1999 tarihli nüshanızın 9. sahifesinde yayınlanan “İBDA-C lideri Cezaevi’nde” başlıklı haberinizde müvekkilimin kişilik haklarına ağır bir saldırı olduğu gibi, GÖRÜLMEKTE OLAN BİR DAVAYI ETKİLEYECEK MAHİYETTEDİR. Sözkonusu haberinizle ilgili düzeltme metni ilişiktedir. Bu düzeltme metninin Basın Kanunu’nun 19. Maddesi gereğince ilk çıkacak nüshada yayınlanmasını ihtar ederim.
Cevab ve Düzeltme Metni: SALİH MİRZABEYOĞLU, “ÖRGÜT LİDERİ” DEĞİL, “FİKİR ADAMI”DIR
Müvekkilim Salih İzzet Erdiş (Salih Mirzabeyoğlu) bugüne kadar yayınlanmış 41 eserinden de kolayca anlaşılacağı üzere, “yasadışı bir örgüt lideri” değil, Cumhuriyet tarihinin en üretken fikir adamlarından biridir. Sayın gazetenizin 1/1/1999 ve 5/1/1999 tarihli nüshalarında yayınlanan haberlerin başlıkları ve muhtevalarında, müvekkilim “yasadışı İBDA-C lideri” gibi gösterilmektedir. Müvekkilim bu iddiayı hem polis, hem DGM Savcılığı ve Hâkimliği önünde hiçbir tereddüte mahal bırakmayacak şekilde açıkça reddetmiş ve bu konuda aleyhinde en ufak bir delil de bulunamamıştır.
Aynı haberde müvekkilimin “korumalarıyla birlikte yakalandığı” iddiası da yanlıştır. Müvekkilimle birlikte gözaltına alınan Saadettin Ustaosmanoğlu ve Hüsnü Göktaş müvekkilimle birlikte yakalanmamışlar, evlerinden gözaltına alınmışlardır. Müvekkilim koruma kullanmamaktadır. Haberinizde “koruma” olduğu söylenen Saadettin Ustaosmanoğlu, FURKAN Dergisi Genel Yayın Müdürüdür, Hüsnü Göktaş ise Devlet memurudur.
Aynı haberinizde müvekkilimin evinde örgütsel dokümanlar bulunduğu iddiası da yalandır. Aynı şekilde, “şayet yakalanmasaydı yılbaşını kana bulayacaklardı” ve çeşitli eylemlerde kışkırtıcılık yaptıkları iddiaları da doğru değildir.
Sözkonusu haber metinleriniz ve haber başlıklarınız, müvekkilimin “Yasadışı İBDA-C Örgütü Lideri” olduğu İMAJ’ını doğuracak mahiyette olup, hem müvekkilimin kişilik haklarına ağır bir saldırı, hem de GÖRÜLMEKTE OLAN BİR DAVAYI ETKİLEYİCİ MAHİYETTE olduğundan, düzeltilmesi gereği ortaya çıkmıştır.
4-) Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, "İçişleri Bakanlığı'nın İBDA-C'yi illegal örgüt kabul etmesi"ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu hergün almak üzere gittiğim İlkokul'un önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, "örgüt lideri" imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde "evine yapılan baskınla yakalandı" diye tertib etmesi; 28 Ocak 1998'de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla Mahkeme'ye çıkmayı reddetmem... Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki Mahkeme'ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı'nın, Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak'ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?.. Aslında Cezaevi Savcısı'nın Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak'ta Mahkeme'ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir hak ve tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme'ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir... Ve DGM Savcılığı'nın iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası: Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay, "hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!" diyor. Devlet sözüyse fena!.. "Biz, söz namustur ukdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!" diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay, "tamam!" diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri döğüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grub, koluma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya gelmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; kasklı asker koridoru içinde birkaç kişi dışında tekme ve yumruk vuran olmadı. Koluma giren grubtan biri -burası önemli- bana, "sen de asker çocuğuymuşsun; boyuna askere saldırıyorsun, bu düşmanlık nerden?" dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine seslerin karşısında cılız kaldığı basının, "İBDA-C boyuna askere saldırıyor!" şeklindeki haberi idi. "Ben adalet sistemini protesto ediyorum, üzerime askeri yolluyorlar!"dedim. Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telâşesinde, orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi'nin dış bahçeye açılan mevkiine kadar geldik. Oradan dışarıyı gören bir odanın penceresinden, -ben odanın kapısına yakınım-, bahçede sıraya dizilmiş arkadaşları gördüm ve hiçbir pratik yararı olmamasına rağmen, beni tepeleyeceklerini işaret etmeye çalıştım. O anda Albay odadan çıktı ve “zafer işareti filan yapmak yok; gel şuraya önce güzel güzel konuşalım!” dedi ve beni odadaki bir sandalyeye oturttu, ardından kollarım kelepçelendi ve hemen akabinde de dışarı çıkartılarak sözkonusu grubun içine salındım. Üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, kafama ve vücuduma yediğim sayısız darbeden sonra kendimden geçtim. Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen beni günde birkaç kez baygınlık hâline sokan o darbelerin tesirine rağmen, o gün nasıl sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim. Neticede; hadisenin vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter: Ayaküstü dikildikten sonra, rüyâ gibi, yaklaşık 10 senedir görmediğim bir arkadaşla konuştum ve güyâ rüyâdan ayılmışım gibi, askerin içinde koridora dizilmiş arkadaşlarımı gördüm. Oysa “acaba” şüphesiyle 26 Ocak’ta mahkemeye getirilirken arabada sorduğum arkadaşlar, benim tepelendiğimi görmediklerini ve kendilerinin bahçede olduklarını söylediler.
Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üstüne basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek üzere bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk da söküldü. Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki "tenbihli" adam, bana, "sırtında bir darbe falan yok değil mi?" dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kağıdı dolduruyor... Acelesini bildiğim doktor'a, "yüzümde ve kafamda birşey yok değil mi?" deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, "yok!" cevabını verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi'nin "müşahede" bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi... Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları, acıklı bir tasvirle merhamet devşirmek için değil, koruma ve kolluk görevinden Cezaevi'ne kadar bir bütünlük teşkil eden Adalet sisteminin halini göstermek için yazıyorum: (1) ölü (5) yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyebilen Adalet Bakanı, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi adına asıl itibarının "adalet" olduğunu da göstermiş olurlardı... Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, -tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim-, karşınızdayım... "Yukarılardan " gelen tenbih gereği, Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması sözkonusu edilip huzurunuzda çıkarılmış olarak... Dönüşte, arabada anlayışlı taraflarını fark ettiğim sivil giyimli Binbaşı’ya, yukarıdan beri anlattıklarımdan birkaç çizgi ile bahsettim ve “bu davranışlar hukuka uygun mu?” diye sordum. “Hukukî değil, psikolojik!” dedi.
5-)Malûm olduğu üzere, her insanın her davranışı psikolojik bir temele dayandığına göre, psikolojik çözüm usûlü Ceza fikri ile çelişir; bu Ceza Hukuku ilmi yönünden ezel eski bir meseledir… Polis Akademisi Doçentlerinden birinin bir konferans haberini okumuştum: Bir takım gösterilerde polisin aşırı kaba kuvvet kullanması veya gereksiz kaba kuvvete başvurması ve işkence hususunda, “polisin hâli içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez; polis de içinde bulunduğu toplumun bir parçası!” deniliyordu… Oysa, “suçlu” denilen insanlar da, aynı mantıkla, “içinde yaşadığı toplumun hâlinden ayrı düşünülemez; onun bir parçasıdır!”… Aslında bütün mesele şu noktada toplanıyor: Vaktiyle bir Milletvekili'nin, "bu memlekette iki zümre meydana getirdiler; biri polisin korkuttukları, biri de polisin korktukları!" demesi gibi, duruma göre, birileri Hukuk'un bu tarafında kalırken, birileri öbür tarafında kalıyor... Estirilen hakim psikolojiye göre!..
6-)Hukukun en genel ilkelerinden biri, "kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur" diyedursun, büyük sermaye teknesinin cariyesi basın, hakkımızda Savcı ve Hâkim olmanın da ötesine geçerek, hüküm giymiş olsan bile gerçek bir Hukuk Devleti ve ahlâk ilkeleri önünde tasvip edilemez aşağılık bir ağızda maruz kaldığım muamele için birilerini yağlamış ve kamuoyu önünde beni küçük düşürmeye çalışmıştır... Savaşta bile bir esire davranış şekli Milletlerarası cari bir hukuk olarak düzenlenir ve bu yasanın bir gerçek halini alması gerekirken, benim mevcut hukukun öbür tarafında kalanlar tarafından kafamın gözümün yaralanması, bacağımın sakatlanması, saçımın sakalımın kesilmesi ve ayakta duramaz bitkin halim karşısında atılan başlıklar malum: "Traş olurken yüzünü kesti-Yolunmuş Tavuğa Döndü!" bunlar, hayatı ona buna tavukluk yapmakla geçmiş veya buna aday, anasından yana özürlü ve benim ruh aynamda kendi ruh aşağılıklarını görüp tasvir eden adamlar... Şu satırlardan sonra bile, irkilip silkinecekleri yerde sadece sırıtacaklarını bilmek için, kâhin olmak gerekmez... Ama onlarla aynı çizgide saf tutan ve "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyen Adalet Bakanı için ne demeli?.. Hukuku dehleyip de estirilen "psikolojik" hava?..
7-)Cezaevinin müşahade bölümünde, ciğer yakan helâ kokusu altında ve tekrar tasvirine lüzum görmediğim bitik hâl ve baygınlık durumlarına düşerek 9 gün kaldım. Kapıda kendisine çıkarılan zorluk sebebiyle bir türlü benle görüşmeyen ve nihayet mesaî bitimi kendini Cezaevi Savcısı’nın önüne atarak 10 dakika benle görüşebilme durumu olan Avukat Hasan Ölçer’e, Metris’te zayî olan Savcılık iddianamesini getirmesini söyledim. Nihayet 6 Şubat’ta 15 dakikalık görüşmemiz sırasında, buna da görüşme denirse, iddianameyi aldım. F Tipi Cezaevi uygulaması için beni Saadettin Ustaosmanoğlu’nu ve Ali Osman Zor'u kobay seçen Adalet Bakanı'nın emri gereği şu satırları yazdığım 10 Şubat itibariyle, tek başıma bir odada, televizyon ve radyo gibi haber dinleme imkanlarından mahrum ve şimdiye kadar çoluk çocuk dahil hiçbir yakını ile görüşmemiş olarak, hınç devşirici şartlarda, cevap hazırlamaya çalışıyorum... Bütün kurumlarıyla bir bütün olan "Adalet Sistemi"nin, bırakın hukuku, en basit insan haysiyetine bile riayet etmez bu tıkır tıkır işleyişi karşısında, üst kattakilerin gururdan gözleri yaşarıyordur herhalde... Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insan nasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! Buraları sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor... Kıssadan hisse!..
8-)Gelelim Savcılık iddianamesine… Bugün beni aşağılamak isterken “suça tahrik” suçu işleyen, ama “hukuk üstü” kalan aşağılık basına da temas imkânı veren, Şubat 1999’da Furkan dergisinde çıkmış bir yazım… Şöyle:
Benim kim olduğum, hangi rol ve misyon üzerinde bulunduğum, İlâhî takdir icabı tecellinin şu ân ne kadarıyla göründüğüm ayrı dava, perişan dil ve ifadeleri de kendilerine âit olmak üzere DGM Savcılığı’nın hakkımdaki iddiası şudur:
-“İBDA-C adlı silahlı terör örgütünün asıl hedefinin de, mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip yerine İslam devleti kurmaktır.
İBDA-C adlı örgütün lideri olan kod adıyla kurulacak Büyük doğu İslam devletinin komutanı seçilecek olan Kumandan kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber, bizzat kendisi tarafından kaleme alınan ve İBDA-C adlı örgüte sempati ile bakanlara okutturulmak suretiyle siyasî ve ideolojik bir bilinç verilmesinde kullanıldığı ve Büyük doğu İslam devletinin nasıl kurulacağı hususunda kitaplarında, yer vererek örgüt mensuplarına yön vermektedir. Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur.
İBDA-C adlı örgüt mensuplarının Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’e olan bağlılığı, bağlı oldukları İBDA-C adlı örgütün ülke genelindeki organik bütünlüğü, gerçekleştirdikleri eylemlerin çokluğu, gerçekleştirilen eylemlerin ağırlığı toplum içerisinde yarattığı korku ve vehamet derecesi, eylemlerde çok sayıda bombaların kullanıldığı ve bir çok insanın yaralanmasına ve ölümüne neden olduğu, büyük çapta maddî hasarlar meydana getirildiği göz önüne alındığında, sanık Salih İzzet Erdiş’in Mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirmeye teşebbüs etmek suçunu oluşturduğu:
Sanıklar Saadettin Ustaosmanoğlu ile Mehmet Fazıl Aslantürk’ün İBDA-C adlı örgütün sair efradı oldukları…”
DGM savcılığının "kanatsız kuş" misalini andırır bu sığ ve sakat tasviri, kısır mantık ve sakat suç isnadı, benim temsil ettiğim davanın ulviyeti önünde "işte yobazlık budur!" kabilinden bir mahiyet belirttiği gibi, hukuk haysiyeti açısından da bir suçtur. Yakalanışımdan, polis sorgusundan, sözkonusu iddianamenin keyfiyetine kadar herşeyi destanlık bir komedi olarak kitaplık çapta ortaya koyacağımı kamuoyuna duyururum.
9-)Kitaplık çapta ortaya koyacağımı söylediğim, "hukuku uygulama durumunda olanların hukuk dışı davranışlarının" destanı, malum Metris hadisesinde telef oldu; bu ayrı dava... Mesele şurada: Ben bunu ifade etmişken, 26 Ocak'ta kafam gözüm yaralı ve üstüm başım çamur, bitkin bir halde Mahkeme'de iken bu halimi dünyanın hiçbir yerinde -tabii, Hukuk Devleti'nden bahsediyorum-görülmeyecek şekilde yamyamca şakşaklayan bir kısım aşağılık basın, suç olan bir fiili övmekle kalmamış, aynı zamanda benim "zaten Mahkeme'ye gelecektim!" sözümü "Mahkeme'de kuzu kesildi!" ağzıyla tahkir ve bilhassa TAHRİK edici şekilde vermiştir... Basın, kuklalık ettiği güçlerin elinde yönlendiricilik yapıyor ya, burada sözü, arkasından ben devam etmek üzere, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un Adlî yılın açılışında yaptığı konuşmanın bir kısmına getirmek istiyorum ki, şöyle diyor:
-"Akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayattılar. İnsanların, yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler; kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları parçalara ayırdılar, sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her TOTALİTER rejim gibi bir meyve koparmak için ağacı devirdiler. Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı; bu, Devlet'ti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet, çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık olup çıktı"
Yargıtay Başkanı'nın yaptığı tesbit, benim en başta "Hukuku kapsayıcı rolü" diye yaptığım tesbite, TEKLİF farkıyla yakındır: Zaman zaman o konuşmaya atıfta bulunacağım... Benim teklifim malum: Büyük Doğu – İBDA sistemi... Sözkonusu tesbit, varlığını bizzat çarpıklığa borçlu ve bu çarpıklıktan nemalanan "3000 aile" diye ifade ettiğim zümrenin çıkarına göre bir müesseseleşme kurumlaşmanın, devlet kurumunun halini gösteriyor... Bu çerçevede benim davamda da görüldüğü gibi bir ucu devlet içinde olan basın, çok bahsedilen gücünü ahlâklı veya ahlâksız çalışanlarından değil, onları kendi çıkarı için kiralayanların gücünden almaktadır... Hani şu; 20 milyonu gerçek anlamda aç ve geri kalanı köle, uşak ve korucu haline getirilmiş ve bir kısmı da -mesela siyasiler ve değişik meslek mensupları- çıkar ortağı edinilmiş bir insan coğrafyasında tereyağından kıl çeker gibi trilyonları ve katrilyonları götürenlerin gücü.
10-)Bir trenin içinde, onun gidiş istikametine ters yönde yürümenin, trenin kendi istikametinde yol almasına bir zararı yoktur; bunun gibi müsaade edilen çerçevede çıkan birtakım doğruyu ifade eden yazılar, yukarıda sözünü ettiğim büyük basın içinde, aykırı sesleri de kendi veriyormuş havasını doğuran çeşni neviindendir... Bu ölçülendirme çerçevesinde, savcılık iddianamesinde sadece İBDA ile İBDA-C’ye değil, İBDA-C’nin bir sıfatlandırma ve vasıflandırma belirtmesine nazaran İBDA-C’leri de birbirine karıştırdığını göstermek üzere, önce Bekir Coşkun’un “Medya Nereye?” başlıklı (Hürriyet Gazetesi: 1 Şubat 2000) yazısını misal vereyim… Yazısının bir bölümü şöyle:
-(Öbür Türkiye’yi daha çok gazetelerin sayfalarında bulabilirsiniz. Misal, Türkiye’nin “parlayan yıldız” olduğunu…
Ya da “uç Türkiyem uç…”
Bu “uçan Türkiye”, yatırıma ayırdığı parayla iktidar yakınlarının sırf 1999 yılında çaldıkları para eşit olan Türkiye. Deprem görmüş vatandaşlarına ayırdığı parayı, sırf beş banka batıranlara kaptıran Türkiye.
Hırsızların ve soyguncuların egemen olduğu, bir milleti soyanların el üzerinde tutulduğu Türkiye.
Çeteler ülkesi…
Ülkeyi yönetenlerin ihanet ve gafleti ile bodrumlardan ceset toplayan Türkiye.
“Parlayan yıldız” bu…
*
Ne yapıyorsunuz siz?..
Böyle bir medya ile olacağı varsa da yıldız olmanın, ya da uçmanın olanağı var mıdır?..)
İkinci misâl, “Türkiye’de 20 bin faili meçhul var” başlığı ile Akşam gazetesinde çıkan (26 Ocak 2000) bir haber ki şöyle:
-(ANAP Trabzon milletvekili Eyüp Aşık faili meçhul olayların “devlet kayıtlarında” 20 bin civarında olduğunu açıkladı. Aşık, Meclis Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu Üyeliği yaptığı sırada Hizbullah’ın varlığını rapor hâlinde İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’e verdiğini, ancak Sezgin’in bunu önemsemediğini söyledi. Eyüp Aşık, “Batman’da Hizbullah diye bir örgüt var. Adam kaçırıyor, cinayet işliyor” dedim. Bana, “böyle bir şey yok” diye konuştu. Aşık, Hizbullah’ın PKK’ya karşı kullanıldığı için devlet görevlileri tarafından korunduğunu öne sürdü.
Trabzon’da düzenlenen Susurluk ve Faili Meçhuller konulu panelde konuşan Eyüp Aşık, “Hizbullah’ın 10 yıldır cinayetler işlediğini, ancak devletin bugün fark ettiğini söyledi. Hizbullah’ın PKK’ya karşı kullanıldığı için devlet tarafından korunduğunu öne süren Eyüp Aşık, şu iddialarda bulundu:
Türkiye’de faili meçhul olayı devlet kayıtlarında 20 bin kişidir. Hizbullah olayı 10 yıldır var. Benim Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu Üyeliğim döneminde yaptığım araştırma sonucu Hizbullah’ın varlığını rapor halinde verdim. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’e, “Batman’da Hizbullah diye bir örgüt var. Adam kaçırıyor, cinayet işliyor” dedim. Bana “emin misin? Böyle bir şey yok” dedi. Yine dönemin Emniyet Müdürü’ne bu olayı sorduğumda, yalanladı. İnkâr edildi, çünkü terör örgütüne karşı bu örgüt kullanılıyordu.)
Manşetten verilmesi gerekirken mahçub bir köşe sıkıştırılan bu haberden sonra, üçüncü misal, yine mahçup bir köşede çıkan Posta gazetesi (26 Ocak 2000) “Genç savcıdan şok suçlama” haberi:
-(Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı Mehmet Demir, yasama ve yürütme gücünü kullananların hukuka saygı duymadıkları için yargının görev yapamaz duruma geldiğini ileri sürdü. Demir, bazı görevlilerin hukuku hiçe sayarak, Hizbullah gibi kanlı örgütlere destek verebildiklerini belirtti.
Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı Mehmet Demir, dün yazılı bir açıklama yaparak yargının sorunlarını dile getirdi. Hizbullah operasyonlarına değinen Mehmet Demir, “peki örgütün yasalara aykırı oluşması ve kullanılması sırasında yargı neredeydi? Neden sorumlular hakkında gerekli soruşturmayı yapmadı ya da hukuk devleti olan Türkiye’de neden hiç aldırmadan ve yargı diye bir kurumu hesaba katmadan bu kadar rahat hareket edebildiler?” sorusunun sorulması gerektiğini kaydetti. Demir, yasama ve yürütme günü kullananların yıllardır yargıya hiç saygı duymadıklarını iddia etti. Bu tavrın yargıyı ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak gerilettiğini vurgulayan Demir, “yargı kendisini millete âit egemenlik hakkını kullanan bağımsız ve diğer kuvvetlerle eşit, bir kurum olarak göremez hâle geldi. Yargı mensupları kendilerini hâkim ve savcı olarak değil, hukuk memuru konumunda gördüler. Ne kadar kanunsuzluk yapıldı ise, işte bu ezikliğin üzerine bina edildi”. Meslektaşlarına çağrıda bulunan Demir, “devlet görevlilerin gözümüzün içine baka baka yasalara aykırı iş ve oluşumları bir daha yapmamaları için, el birliği ile yargıyı ekonomik, sosyal, fiziksel ve psikolojik olarak ayağa kaldırmamız şarttır” dedi. Genç Savcı sözlerini bir uyarı ile noktaladı: “Ne yapılması gerekiyorsa hemen yapılmalı. Yoksa yine birileri kendi kafasına göre bir örgütün kurulmasına yardım eder ve ileride yine ceset tarlaları ile karşılaşırız.)
İşte; legal planda ifade edilen Yargıtay başkanı, bir gazeteci, bir milletvekili ve bir savcının bu sözlerinden hareketle kendilerince bir neticeye vararak legal ve illegal bir davranışa tevessül edenlerin veya edebilecek olanların da mesuliyeti de sözkonusu kişilere atfedilemez… Tıpkı şu anda sanık sıfatıyla o sözleri iktibas eden benim durumumdan dolayı, onların da aynı konumda olmaması gibi…
Netice olarak: 1975'den beri dergi ve kitab faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984'den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, "fikir suçu" kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulu tutulamam... Nitekim, tutuklanmamdan 5 ay önce bir başka İstanbul DGM Savcısı'nın Adana DGM Savcısı'na yolladığı belge -ki Avukatım Harun Yüksel tarafından "İddianame ve ekleri hakkında beyanlarımız" diye Mahkeme Başkanlığı'nıza verilmiştir- bunu teyid eder:
-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI'NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL'DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERİNDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)
Ve Avukatım Harun Yüksel, "Adana DGM dosyasında İstanbul DGM dosyasından farklı hiçbir delil yoktur. Ve İstanbul DGM Savcılığı bu kararı verdikten 5 ay sonra müvekkilim tıpkı Adana dosyasındaki gibi mesnetsiz iddia ile, yasadışı örgüt yöneticisi olma iddiası ile gözaltına alınıp tutuklanmıştır... Bu 5 ay içinde ne değişmiştir?" diye soruyor... Ortada ne emare, ne karine ve ne de delil olmaksızın tutuklanmamın en şirin cevabı, bütün bu olup bitenlerden sonra doğruluğundan asla şübhe edilemez şekilde, polis sorgusunda –Komiser veya Komiser Yardımcısı- Bahri'nin,"yukarıdan bastırıyorlar; sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" sözüdür. 100 sayısının tabiî olarak 99 sayısına kadar bütün sayıları içinde barındırması gibi, aynı doğruluk ölçüsüyle, polisteki sorgudan başka bir sahne:
Bana sordukları soruların cevaplarından, daha hülâsa edilmiş sorular hâlinde, hiç yurtdışına çıkmadıysam bunu isbat etmem gerektiğine dair saçmalıklar da içinde, 5-6 madde hazırlamışlar... Bahri ile beraber, -aynı yaşlarda, sarışın, ismini Mehmet diye bildiğim Komiser veya Komiser yardımcısı- üçüncü maddeye geliyorlar:
-"Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna..."
Ben "hiç kimseyle görüşmediğime, talimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?" deyince, Bahri, 20 bin kişinin yargısız infazlarla gitmesine nisbetle hafif kalacak şu sözleri söyledi:
-"Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik... Gel sen şunu güzellikle kabul et!"
Benim bu güzelliği kabul etmemem karşısında, Mehmed hışımla atıldı:
-"Yuh be sana!.. Bi Terör Örgütü'nün başıyım diyemiyorsun, delikanlılık yapamıyorsun! Burada eylem yapmış kaç kişi seni öve öve bitiremedi... Bi slogan bile atamadın!"
İBDA ile İBDA-C arasındaki fark ve "kendinden zuhur" bahsi ile ilgili “anlamak” için sordukları sorulara da, "ben orada 41 tane kitab yazmışım, okuyun!" deyince, Bahri, şu tersine harika cevabı verdi:
-"Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil. Buradan önüne ne giderse o..."
İBDA, lûgat mânasıyla, “benzersiz oluş, icad” mânasına geliyor… Yine lûgat mânâsıyla “kârı tamamen verilene âit olmak üzere sermaye vermek” anlamına geliyor. “Kendinden zuhur” da, kelime delaletinden bile belli ki, “kendi karar verip, uygulayan”… Bunun çeşitli mevzulardaki anlamı ve görüntüsü hâlinde 41 cilt kitab yazmışım; ya bunları anlayabilmek için fikir ve irfan sofrasından ne kadar pay almalı? Bu da herkesin kendisinin bileceği ayrı iş… Ama herhalde şunu takdir edersiniz: Karşınıza geçip de “Hâkim ne iş yapar” diye soran ve bu yoldan bütün bir hukuk ilmini, lafa laf ebeliğiyle birkaç saatte devşirmeye bakan birine, “kanunu uygulayan, mahkeme eden kimsedir” sözünden başka söylenebilecek bir şey yoktur.
Bütün bu anlattıklarımdan da anlaşılıyor ki, ben, yakalanışımdan ve tutuklanışımdan sonra binbir türlü bayağılıkla aleyhimde yönlendiricilik görevi yapan basın bir tarafa, doğrudan adaleti ilgilendiren polis sorgusundan bu yana da "suçsuz olduğunu isbat et!" gibi hukuk dışı bir muameleye maruz bulunuyorum... Neticede: Yukarıda kendilerinden iktibaslar yaptığım kişilerin yazılı ve sözlü düşünceleri gibi, ben de İBDA markası altında çeşitli mevzulara dair düşüncelerimi beyân ediyorum... Düşünce beyân edenle muhatabları arasındaki farkı da, her düşünce için geçerli olmak üzere, "ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam" sözüyle ifâde ediyorum... Türkçe’de “cı, cü” gibi eklerin sıfat ve nisbet ekleri olması ve nasıl ki “simitçi”nin simidin kendisini belirtmemesi gibi, İBDA’ya nisbetle İBDA’cılar; Atatürk’e nisbetle Atatürkçüler, Marks ve Lenin’e nisbetle “Marksist Leninistler” vesaire… Atatürkçülerin “Atatürkçü Cebhe”, Marksist Leninistlerin “Marksist-Leninist Cebhe” diye vasıflanabilmesi, bunun yanında “Milliyetçi Cebhe” ve “Sol Cebhe” gibi tanımlamalar göz önünde tutulursa, aynı şekilde İBDA-Cebhesi. Cebhe sözü, birbirinden farklı oluş ve kuruluşları ifade ederken bu farklılık birbirine zıt oluş ve kuruluşları da ifade eder… Mesela, 12 Eylül öncesi “Milliyetçi Cebhe”deki çeşitli partiler… Sol Cebhe tanımı içinse, birbirinden ayrı ve birbirine aykırı legam ve illegal faaliyet gösteren parti ve örgütler, yayın faaliyetleri… Keza “Atatürkçü cebhe” tanımı içinde de aynı şey ki, bunun üzerinde duracağım.
11-)Şimdi, 1991 yılında basılan “İŞKENCE” isimli eserimden, yine polisteki sorgulama ve yine İBDA-C mevzuu:
-(İBDA-C ne?.. “İBDA Fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-propoganda, Ak Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar… Bu izah, ağzımdan “İBDA-C, İBDA’nın silahlı mücadele cebhesidir!” sözünü devşirmek için parlak vaadlerden tehditlere ve o andaki dayak fasıllarına kadar her yola başvuran “hayaletleri” kızdırıyor. Onlar da tesbit ettiğim en önemli özelliklerden birisi de bu; hakikatin ne olduğunu aramaktan çok, meslekî bir başarı elde etme cehdiyle çırpınıyorlar ve bu yüzden muhatablarının suçsuz olma ihtimalinden adeta üzülüyorlar… Nitekim “Şef” diye hitab ettikleri tip, “ben seni konuşturmayı bilirim!” diye öfke veya öfke taklidiyle beni sandalyeden kaldırıp duvarın önüne götürüyor ve omuzlarımdan kavrayarak birkaç defa duvara vuruyor… Ardından, beni perişan edeceğinden emin bir buluş zevkiyle, “şınav çek, şınav çek!” diye yüzükoyun yere yatırıyor… Gövdem yere paralel bir vaziyette kollarımla inip çıkarken yorulacağım ve o da “devam et” diye beni tekmeleyecek… Adi numara!.. Ben de işin sonunda nasıl olsa dayak var diye bir-iki kere çektikten sonra “yoruldum!” diyorum ve Şef’in pabucunun üstüyle vurduğu tekmelere rağmen devam etmiyorum. Ayağının üstüyle vurmasından, vücudumda kırık çıkık olmaması ve yara bere izi kalmamasını istediklerini anlıyorum… Tekme faslından sonra Şef, tamamen kontrolden çıkmış bir öfke(!) ile, sırtımı, belimi, bacaklarımı ve ellerimi çiğniyor. Bense kendimi tamamen salmış sürekli “La havle”yi tekrarlıyorum… Düzgün konuşan başka bir adi numarayla atılıyor: Yapma Şefim konuşacak!)
12-)Tarih özellikle önemli: 1991… Amerika önderliğinde Irak’a yapılan saldırıyı, şu meşhur Körfez Savaşı’nı protesto için, Beyazıt Camii’nden çıkan İslâmî kesimin değişik grublarının yaptığı gösteride polisle çatışma çıkmış, yakalananlardan bazıları da İBDA’cı… Ve söz konusu tarihe kadar, İBDA Cebheleri içinde hiçbir illegal ve silahlı mücadele veren bir örgüt yok!..
13-)Yine aynı eserden bugünkü durumla karşılaştırılmasını ve takdirini size bıraktığım bir husus
-(Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne MİT'te ve ne de Siyasî Şube'de, sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi... İBDA - C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA'nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler... Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi bir şey... Bütün bilgileri, gazete haberleri çerçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonrada bunları İstihbarat Teşkilatı'nın çalışması diye basına veriyordu...)
14-)Yukarıda belirtilen hususun iki tipik örneği var… Birincisi: “Savaşa hayır!” dedim diye, polis sorgusunda “Saddam’dan emir aldığımı” itiraf için işkence görmem ki, aynı eserde anlatılmıştır… Ve yine aynı eserde bununla ilgili olarak tesbit edilen husus:
-(Basın ve MİT-Siyasi Şube işbirliğinin tipik örneği bizim davamızda da görüldü; ve basın ve fikir hürriyeti adına salya sümük demokrasiye methiyeler dizen adamların, ne kıratta karakter sahibi oldukları bu vesileyle tekrar ifşâ oldu… Büyük puntolarla “Irak Casusu Örgüt” diye hadiseyi veren Milliyet Gazetesinden aynen:
İstanbul Siyasî Polisi’nce gerçekleştirilen operasyonda, yasadışı dinci İBDA-Cephesi örgütü militanı oldukları öne sürülen 17 kişi yakalandı.
Bu kişilerin İstanbul’da bir çok kez “savaşa hayır” ve “türban” gösterilerini gerçekleştirdikleri, ayrıca, Konya ve Kahramanmaraş’taki örgüt militanlarının askerî birliklerin durumuyla ilgili olarak Irak Gizli Servisi’ne bilgi sızdırdıkları öne sürüldü. (…) Gözaltına alınanların sorgulamalarının sürdüğünü belirten yetkililer, “yapılan eylemleri belirledik. Bunun yanında örgütün Konya ve Kahramanmaraş’taki elemanları aracılığıyla, Körfez Savaşı sebebiyle Güneydoğu’ya kaydırılan birliklerle ilgili bilgi toplayarak Irak Gizli Servisi’ne aktardıkları konusunda durumlarımız var. Bu konuyu araştırıyoruz” diye konuştular.
Güyâ, organları ve hiyerarşisi belli, emir ve talimatla iş gören tek bir İBDA-C örgütü var ya, bir de buna “dış güçler” ve onlara çalışan imajını eklemek üzere üretilen bu haber, avukatım Harun Yüksel tarafından tekzib edildi; ve aynı gazetenin bir köşesine görülmemek üzere küçücük bir haber olarak sıkıştırıldı… Ve o günden bugüne birçok değişik ülke adı geçerek, “bir istihbarat yetkilisi dedi ki” diye sayısız haber.
İkincisi: Uğur Mumcu cinayeti... Cinayetten bir kaç gün sonra, Hürriyet Gazetesinde, yine "polisten alınan bilgiye göre" kaydıyla, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olarak, benim ve 15 arkadaşımın gözaltına alınıp sorgulandığım yalan haberi çıktı... Uğur Mumcu'nun Avukat ağabeyinin ısrarlı takibleriyle işin hangi mecralara döküldüğünü ve nerelerde tıkandığını biliyorsunuz.
15-)Bir kısım kimseler veya örgütler eylem yapacak, Hattâ mesela İBDA-C Fetih diye bir örgüt eylem yapacak, oraya bırakılan kâğıt veya telefonla üstlenildi diye, -buraya dikkat edilsin, altını çizerek söylüyorum-, eylemci veya talimat veren olarak ben münasib görülüp, hakkımda böyle bir psikolojik hava oluşturulacak veya "suçsuz olduğunu isbat et!" gibi bir davaya mevzu olacağım... Hukuk devletinde böyle bir şey olabilir mi?..
16-)Savcılık iddianamesinin, daha önce altını çizdiğim hülâsa edilebilecek kısmını, sonra cümle cümle tahlil edeceğim… Burada, şu “münasib görme” bahsiyle alakalı olarak üzerinde duralım:
“Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katılmış olduğu tesbit edilememiş olmakla beraber” diyor; yani ne eylem yapmışım, ne de talimat vermişim… Bu husus yakalanışımdan beş ay önceki bir başka İstanbul DGM Savcısının, hiçbir illegal faaliyette bulunmam hükmüyle de sabit… Ardından, benim bir fikir adamı olduğumu bizzat tesbit eden şu ifade: “Bizzat kendisi tarafından kaleme alınan ve İBDA-C adlı örgüte sempati ile bakanlara okutturulmak suretiyle siyasî ve ideolojik bir bilinç verilmesinde kullanıldığı ve Büyük doğu islam devletinin nasıl kurulacağı hususunda kitaplarında yer vererek örgüt mensuplarına yön vermektedir.”… Bu hususun cevabı da yakalanışımdan beş ay önceki Savcılık kararında verilmiştir; yani, “İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerdeki faaliyetlerinden dolayı yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğu delili olamaz”… Ayrıca, “örgüte sempati ile bakanlara okutturulmak” ifadesinden neyin kastedildiğini anlamış değilim; yasadışı olmayan bir dergi veya kitab sempati ile bakanlara, yakasına yapışıp da okutturulmuş veya kim okutmuş? İsteyen istediğini okur… Savcılık iddianâmesi, eskilerin "muhayyelâttan terekküb eden kıyas" dedikleri şekilde, "o o olursa, bu da bu olursa, netice şudur" kabilinden, benim "münasib görme" dediğim şekilde devam ediyor: "Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensublarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensublarının Kumandan kod Sanık İzzet Erdiş'e bağlılığı..." diye, örgüt mensublarının yaptığı eylemler faslıyla sürüyor... "O o olursa, bu da bu olursa. netice şudur" da, o öyle değil, bu da böyle değil"; neticede de, ne legal ve ne de illegal hiç bir İBDA-C'nin lideri değilim... Bu çerçevede, beni suçlamak için, bana olan bağlılıktan bahsetmek, "suçun şahsiliği prensibi"ne aykırıdır. Nasıl ki, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e yakınlığı ve bağlılığı malûm üst katlarda oturan, katrilyonlara varan yolsuzluk ve cinayete varan sair suçlarda adlarının geçmesinden dolayı o suçlanamıyorsa ve sık sık "suçun şahsîliği prensibi"ni tekrarlıyorsa, "hukukta eşitlik prensibi"nden hareketle hiç tanımadığım insanların bana bağlılığından dolayı da aynı şekilde ben de suçlanamam... Bu misâl başa alınarak, sayısız misâl temin edilebilir.
17-)Yakalanışımdan 5 ay önceye âit Savcılık hükmü hiçbir yasadışı ilişki içinde bulunmadığımı tesbit ederken, hâlihazır suçlamanın hülâsa olarak altını çizdiğim kısmı, netice olarak "olsa olsa budur!"cinsinden bir "münasib görme" işidir... Bu "münasib görme" işinin hukuk dışı olması bir yana, ölçüsü nedir? Niye şu değil de bu?
Bu hususla ilgili, yine “İşkence” isimli eserimden bir nakil ile başlayarak durmak istiyorum:
-(İşkencecilerin, meslekî başarı hissi içinde davrandıklarından ve “kanguru” hikâyesinden bahsetmiştim… Zorlamalarla işi kitabına uydurmak, örgüt mantığı vermek için hakikati tahrif ederek seçme yapmak… “Seçme yapmak” diyorum; çünkü “Tilki Günlüğü”nde geçen hâdiselerde yüzlerce isim var ve elbette kendi isimleri de bunlardan biri… Ama adam ille işine gelen ismi seçip, onun hâdisesini gerçek gösterme peşinde… İBDA’ya bağlı gençlerin çıkardığı bir sürü dergiden bahsediyorum, ama onlar ille “Atatürk düşmanı” AK-DOĞUŞ üzerinde ve benimle organik bir bağ gösterme peşinde… (Üstelik beni yasadığı örgüt başı olarak göstermek için organik bir bağ kurmaya çalışılan bu dergi de, legal olarak çıkan bir dergiydi.)… (İşine gelen ismi seçmek): Nitekim, Üstadım’ın (Necip Fazıl’ın) Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a yolladığı mektub, Savcı’nın önüne götürülmedi; çünkü, soruşturma mantıkları içinde Birinci Ordu Komutanlarından emekli Orgeneral Faik Türün ve Turgut Özal’ı da, İBDA-C örgütü militanı olarak sorguya çekmek icab ederdi!..
Bu meseleyi anlatmalıyım… Evde, üzerinde “Salih’e verilecek” notu bulunan beş-on sayfalık bir şeyler bulmuşlar… O notlar, Üstadım’ın Turgut Özal’a iletilmek üzere Özel Kalem Müdürü Akgün Albayrak’a dikte ettirerek ilettiği, parti kurma meselesi ile ilgili… 1983 senesinde sözkonusu olan dava… Üstadım’la beraber görüşmeye gidecektik vesaire… Üstadım, onun mukaddemesi hâlinde o notları iletmişti. Ve bir nüshası da bendeydi… Evdeki aramada onu bulmuşlar… Bana sorduklarında hâdiseyi hikâye ettim. “Faik Türün’le ilişkin ne, görüşüyor musun?” suâline, “hayır!” cevabını verdim… İşin fazla üzerine gitmedikleri gibi, o notları ne Savcı’nın önüne götürdüler ve ne de iâde ettiler… Biline!.. Niçin?)
Şunu tanıyor musun? “Tanımıyorum”. Bunu tanıyor musun? “Tanımıyorum”; öyleyse onlar da örgüt üyesi… “Ben filâncayı da tanıyorum ama, nedense o tarafa bakan yok!”… O günkü şartlarda, benim Başkanlığımda bir örgüt şeması çıkarmak üzere, her biri örgütün her organına “hangisine uyarsa” diye zorlanan ve işkence görenler arasında, sırf beni tanıdığı için Örgüt 2. Başkanlığına münasib görülenler de vardı… Sonradan sırasıyla 6 cilt olarak yayımladığım, “rüyâ tabirnamesi ve ruhî roman” neviîndeki “Tilki Günlüğü” isimli eserim, o zaman, basına da teşhir edildiği ve basında da yer aldığı gibi, “İBDA-C’nin eylem günlüğü” diye Savcılığın önüne götürülmüştü.
Gelelim “münasib görme” işine: Turgut Özal’a Üstadım tarafından iletilen notlar, sonradan, sanıyorum 1992 veya 1993 sonlarında, yazıda geçen “sonradan -kendi yolunu kendi yapan- tanka dönüşecek solucan taktiği” diye bir cümleden mülhem bir başlıkla, “Aydınlık” isimli solcu dergide yayınlandı… Aynı şekilde, “Tilki Günlüğü” isimli eserimde de mevcut… Mesele şurada: Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu-İBDA... Biri, eşya ve hadiseler karşısında ruhun "nasıl" tavrıdır; diğeri aklın "niçin" tavrı... Buna rağmen "o olmakla, ondan olmak" arasındaki fark gereği, İBDA'ya isnad edilen bir suçtan dolayı, Büyük Doğu suçlanamaz... Aynı şekilde legal veya illegal İBDA-C'lerden dolayı da, "o onu tanıyor bu bunu tanıyor" diye sorumlu tutulamaz... Eğer sorumlu tutulursa, ben de diyorum ki, "benim liderim Necip Fazıl'dır!"... Üstadım'la Turgut Özal'ın teması malûm olduğuna göre o da örgüt üyesi... Şayet bugün bu iki ismin vefat etmiş olduklarını ileri sürerseniz, o zaman da, sağlığından beri Turgut Özal için "benim doğal liderim!" diyen ve onunla yan yana çalışması malûm Mesut Yılmaz'ı örnek gösteririm... Yani örgüt liderliğine niye onlar münasib görülmüyor da, "olsa olsa budur!" kabilinden bir yaklaşımla ben yasadışı örgütün lideri oluyorum?..
Aynı şekilde: Necib Fazıl'ın 1976'da başlayan ve Süleyman Demirel' in 3-5 bin adedini üst fiatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu "Rapor" isimli kitab-dergide, Nisan 1980'den sonra 12 Eylül'deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım. Süleyman Demirel'in haftada veya onbeş günde bir telefon etmesi ve saygılarını bildirmesinin ve ara sıra dergiye siyasî çıkarı gereği para yardımında bulunduğunun şâhidiyim. “Kavgam-Necip Fazıl” adıyla günlük bir tarihçe şeklinde tertipleyerek basılan onun yazılarında müteşekkil bu eserimde, sözkonusu yakınlık süzülebilir... Buna nisbetle, niçin yasadışı örgütün liderliğine o münasib görülmüyor?
18-) Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vesilesiyle, münasib görme işinden başka, şu “Kumandan kod” lâfına da açıklık getirmiş imkânını bulmuş oluyoruz... Şöyle: "kod" belirli bir göreve tahsisen veya -şifre gibi- gizlemeye dair işlerde kullanılır. "Lâkab" ise, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır... Süleyman Demirel'e 10-15 senedir "baba" denmesi malûm; ama hiç kimse, onu çok sevip sayıyorlar, görüşüyorlar, samimiler veya akrabalar diye, onların bulaştıkları katrilyonlara varan yolsuzluklara adları karıştığı için, "Baba"yı, mafya babalığına yormuyor, "münasib görmüyor"... "Kumandan" lâkabı da, bana 1980'lerde "Rapor" Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lâkaptır. Ortada hiç bir legal veya illegal hiyerarşi ve ilişki olmamasına nazaran, bunun böyle olduğu da açıktır... Meselâ “Berbat Süleyman” dedikleri biri, sırf lâkabı “Berbat” diye, bu yoldan hareketle birtakım suçlarla ilişkilendirilemez.
19-)Savcılık iddianamesindeki, “kurulacak Büyük Doğu İslâm Devleti’nin Komutanı seçilecek olan Kumandan kod Salih İzzet Erdiş” sözünü de anlamış değilim… Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu İdeolocyası” isimli eserinde geçen “Başyücelik Devleti” faslı, benim “Başyücelik Devleti” isimli eserimde tahlil edilmiştir; ve orada, “Başyücelik Devleti”nin başının, “Başyüce” diye adlandırıldığı sabittir… “Kumandan”, eğer bir görev ve hiyerarşi olarak kullanılıyorsa, bu “askeri bir görev” ifâde eder ki, hem “Kumandan” seçimle gelmez, hem de “Devlet Başkanı” değildir.
20-)Sayısız örneklerle genişletilebilecek olan “münasib görme” işinin üzerinde yeterince durdum… Savcılık iddianamesinde, “lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer” diyor… Hem münasib bulma işine, hem de “lidersiz örgüt” düşünülemeyeceği bahsine misâl, bizzat “Adlî Yargı’daki rutin dışı işler”den gösterilebilir… Bu husustaki sayısız örnekleri sayma yerine, Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz’in bir gazetede hülâsasını gördüğüm “Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması” isimli eserini hatırlatabilirim… Birbiriyle, “muhayyelâttan terekküb eden kıyas” gereği ilişkilendirilmesi mümkün bu işin, lideri kimdir? Böyle bir ilişkilendirmede iş, Adalet Bakanı’ndan Başbakan’a kadar gider.
21- )“Hukukun bu tarafında kalanlarla, o tarafında kalanlar” bahsini son günlerde “Atatürkçü Cephe”de cereyan eden tartışmalardan da göstermek istiyorum… “Hürriyet” gazetesinden Bekir Coşkun, 15 Şubat 2000 tarihinde şöyle yazmış:
-(İşte Batman…
Sorduklarında, Cumhurbaşkanı, “Devlet icabına göre hareket eder, rutini takip etmek zorunda değildir” diyor.
Yani, bu tuhaf ilişkileri onaylıyor…
Devlet icabına göre hareket ederse, bu kurumlar ilkeler kurallar niye konuldu?
Niye “hukuk devleti” diyorlar?..
Bu anayasa, bu yasalar niçin var?..
O zaman, Susurluk’ta sustuktan sonra, Batman’daki batağa razı mısın?..)
Aynı gazetenin, aynı günkü nüshasında, Zeynep Atikkan da şöyle diyor: (Bizdeki hazin manzaraya gelince:
Görev süresinin uzatılması için Meclis’e kıyak emeklilikle “kıyak çeken” Cumhurbaşkanı, “Devlet her zaman rutini takip etmek zorunda değil. Yüksek menfaatleri icap edince rutin dışına çıkabilir” diyerek hukuk dışılığı aklıyor. Belli ki Batman’da kurulan garip ordudan kendisi de haberdar.)
Ve aynı yazar, yazısının sonunda şöyle diyor:
- (Aslında herkes her şeyi biliyor. Arkasından konuşuyor. Yüzüne yılışarak sırıtıyor. Ne yazı ki masumiyetini yitirmiş bir düzende debeleniyoruz!
Bağırsaklar mı boşalıyor? Bilemem.
Ama Sartre’ın dedi gibi insanın midesi bulanıyor!)
22-)Son olarak, “yakın korumam” diye bahsi geçen Saadettin Ustaosmanoğlu ile Mehmed Fazıl Aslantürk’ün durumuna değinmek istiyorum:
Saadettin Ustaosmanoğlu, -tarihini tam bilmiyorum- , 1987 – 1989 arasında çıkan “Öfke” isimli dergide yazıları çıkan bir gençti; ve kendisini hiç görmedim. 1992 - 1994 tarihleri arasında birgün, Bursa’daki bir çay bahçesinde otururken, masama gelerek kendisini tanıttı bir-iki saat sohbet ettik. O tarihten sonra kendisini görmediğim gibi, Terörle Mücadele Şubesi’nde de, ancak ismini öğrendikten sonra tanıdım. Senelerdir hiç görmediğim ve sokakta görsem tanıyamayacağım biri, üstelik kendisi Fatih’te oturur ve ben Tuzla’da bulunurken, nasıl benim yakın korumam olabilir?
Mehmed Fazıl Aslantürk’e gelince, 1980’lerden beri yakın arkadaşımdır, aile dostuyuzdur; tanışıklığımızın niteliği de bundan ibarettir.
Salih İzzet Erdiş
21 Şubat 2000
Salih Mirzabeyoğlu’nun Mahkeme Başkanlığı’na sunduğu ve 21 Nisan 2000’de yapılan duruşmada okuduğu Savunması’nın ikinci kısmıdır:
23-)Geçen celsede, “teferruatı kendine bağlayan asıl” hâlinde, söylenmesi gerekenleri söyledim… Bu celsede, teferruat kabilinden söyleyeceklerim ve yer yer hatırlatıcı zarurî tekrarlar, o asıla nisbetle olacaktır.
24-)Malûm olduğu üzere, sadece “cürüm atfı”nın herhangi bir mânâsı ve delil teşkil etmesi sözkonusu olamaz… Polis sorgusundan itibaren “delillerden suçluyu tayin etme” yerine, “olsa olsa budur” kabilinden bir yakıştırma ve “münasib görme” ile cürüm atfına maruz kalmışken, ortada herhangi bir delil olmaması bir yana, daha İBDA-C’nin ne olduğunun bile bilinmediğini görüyorum… Aşağıda tekrar açıklayacağım ve delillendireceğim üzere, İBDA-C diye organları belli ve organik bütünlüğü olan tek bir örgüt yok, bunu bir sıfat ve vasıflanma hâlinde alan bir sürü legal ve illegal oluşum vardır; bu durumda da, ben “örgütün başı” şeklindeki, polisin ve Savcılığın “suç atfını” üstlensem bile, yine kendilerinin bizzat ikrar ettikleri gibi, “örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber” ifâdesi, -İBDA-C diye tek bir örgüt olmadığı hususu da caba-, bu üstlenmenin bile bir delil teşkil etmeyeceğini gösterir.
25-) “Rutin dışı” yollardan rejimi korumaya kalkan çevrelerin kulağıma fısıldadığı bir hususu da içine alacak şekilde, geçen celsede söylediklerimi hatırlayalım:
-(Türkçe’de “cı, cü” gibi eklerin sıfat ve nisbet ekleri olması ve nasıl ki “simitçi”nin simidin kendisini belirtmemesi gibi, İBDA’ya nispetle İBDA’cılar; Atatürk’enisbetle, Atatürkçüler, Marks ve Lenin’e nispetle “Marksist-Leninistler” vesaire… Atatürkçülerin “Atatürkçü Cebhe”, Marksist - Leninistler’in “Marksist-Leninist Cebhe” diye vasıflanabilmesi, bunun yanında “Milliyetçi Cebhe” ve “Sol Cebhe” gibi tanımlamalar gözönünde tutulursa, aynı şekilde İBD-Cebhesi… Cebhe sözü, birbirinden farklı oluş ve kuruluşları ifâde ederken, bu farklılık birbirine zıt oluş ve kuruluşları da ifâde eder… Meselâ, 12 Eylül öncesi “Milliyetçi Cebhe”deki çeşitli partiler… Sol Cebhe tanımı içinde, birbirinden ayrı ve birbirine aykırı legal ve illegal faaliyet gösteren parti ve örgütler, yayın faaliyetleri… Keza “Atatürkçü Cebhe” tanımı içinde de aynı şey…)
“Yukarılardan” gelen tenbih gereği, Mahkeme’de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini imâsını almış ve maruz kaldığım muamelelerden bahsetmiştim; hatırlayacaksınız… İşte onun devamı hâlinde, Kartal Cezaevi’nde konduğum “çok özel” tek kişilik koğuşta -ki, burası hakkında ya delirme, ya her denilene tâbi robotlaşma veya korkudan dolayı, kimse konuşmamaktadır; isbatı kabil değil sanılan hususları, “Adalet sistemi”nin bir bütün olmasına nazaran tafsilatıyla anlatmam gerekse de, bunun şu ân pratik bir yararı olmamasına binaen mahkemeye değil, kitablık çapta kamuoyuna sunacağım-, “Cebhe hususunda yukarıda söylediklerime kızgınlık ifâdesiyle şu fısıldandı: “Peki DHKP-C ne?”… Yâni İBDA-C’yi ona kıyaslıyor… Bir kere “DHKP-C”, zaten illegal bir kuruluş olduğunu, “Parti” vasfıyla, yâni organları belirli ve organik bir siyasî kuruluş diye hem ismine koymuş, “Cebhe”yi de buna nisbetle silahlı kanat olarak almış… Herhâlde bir binanın cebhelerinden bahsedildiğinde, içinde “cebhe” lâfı geçti diye onu silâhla alâkalandırıcı bir tersine zekâ örneğine itibar edilemez.
25-)1991 yılında basılan “İŞKENCE” isimli eserimden, yine polisteki sorgulama ve yine İBDA-C mevzuu:
-(İBDA-C ne?.. “İBDA fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-Propaganda, Ak-Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar… Bu izâh, ağzımdan “İBDA-C, İBDA’nın silâhlı mücadele cebhesidir!” sözünü devşirmek için, parlak vaadlerden tehditlere ve o ândaki dayak fasıllarına kadar HER YOLA başvuran “hayaletleri” kızdırıyor… Onlarda tesbit ettiğim en önemli özelliklerden biri de bu; hakikatin ne olduğunu aramaktan çok, meslekî bir başarı elde etme cehdiyle çırpınıyorlar ve bu yüzden muhatablarının suçsuz olma ihtimâlinden âdeta üzülüyorlar.)
Geçen celsede, tarihin özellikle önemli olduğunu vurgulamış ve sözkonusu tarihe kadar, İBDA Cebheleri içinde hiçbir illegal ve silâhlı mücadele veren örgüt olmadığını söylemiştim; bu hususun üzerinde ayrıca duracağım.
Şimdi, yine İBDA- C’nin ne olup olmadığını, 1 Ekim 1991 tarihli “Taraf ” dergisindeki röportajımdan göstereyim… Aynı röportaj, 1996’da “Adımlar” ismiyle bastırdığım kitabda da mevcuttur… Şöyle diyorum:
- (Üstadım’dan altını çizdiğim dava: “Her ferdiyle, mutlaka sağındakini, solundakini, önündekini ve arkasındakini yakan “otomobil zatıyla hareketli” bir teaddi hamle ve hareket ateşi olabilecek ve değdiği herşeyi kendisine döndürebilecek…” Ben tam 12 sene önce “Oluş Tekniği” diye bu bahsin altını çizmişim… Ötesi de hafızamda mahfuz bir dava olarak söyleyeyim, şu gün için bunun tam karşılığı, İBDA’ya mahsus bir orjin hâlinde “cebhe” esprisidir… Herkesin liyakati, iş yapanla kuru caka atanı gösterici olduğu gibi, herkesin yaptığının şerefini ve mesuliyetini yüklendiği bir yapılaşma; aynı zamanda provakasyonlara ve arzu edilmeyen hareketlere de engel… Ben bunu “İşkencehâne”de söyledim… Profesör Muammer Aksoy ile gazeteci Çetin Emeç’in öldürülmesini bana, olmazsa “adamlarıma” yıkmaya çalışıyorlardı… Dedim ki, “İBDA-C, İBDA fikriyatını benimsemiş olanların, kim ne yapıyorsa mesuliyetini taşıdığı benim dışımdaki işlerdir. Zaten böyle olmazsa, gidersiniz bir adamın kafasına kurşun sıkarsınız, İBDA-C diye bir kâğıt bırakırsınız; ondan sonra da bana yıkarsınız!”… Demek ki İBDA-C, hukuk plânında bir suçlamanın umumî olarak zümreye sirayetini önleyen ve bir takım devlet destekli illegal örgütlerin (Kontrgerilla hikayesi) provakasyonuna karşı da bir tedbir… Bu yüzden daha önce açıkça, “provakasyonlar da bize yarıyor!” dedim.)
Ve yine aynı Röportaj’dan, İBDA-C’deki “Cebhe” esprisi:
- (Şimdi bizim en mühim meselelerimizden biri, hukuk savaşıdır; yâni kanun adına yapılan kanunsuzlukları, açık olduğu yerde açık, yoruma gidildiği yerde yorumla gösterecek bir diyalektikle sergilemek… “Bunun faydası nedir?” derseniz, gûyâ “hukuk düzeni” adına yapılan hukuka aykırı davranışları ve düşünceleri ifşâ etmekten büyük fayda olmaz derim… Bir misâl vereyim… Meselâ şu gazete haberi: Bursa’da bilmem ne mahallesinde 2 banka şubesi bombalanmış… Şimdi oraya bırakılan İBDA falan filân yazılı bir kâğıttan dolayı, sen de İBDA’cı olduğuna göre, gel hesab ver… Üç aşağı beş yukarı operasyoncuların mantığı da bu!.. Şayet “kanun önünde eşitlik prensibi” geçerliyse, aynı şeyin Başbakan için de Savcı için de geçerli olması lâzım; oraya “Başbakanlık” veya “Savcılık” diye bir kâğıt atarlar tamam… Misâl güzel olsun diye “Milliyetçi Cebhe” vardı ya, hani “MSP-AP-MHP”nin koalisyonu, onu düşününce daha da inandırıcı; üstelik CEBHE!.. “Cebhe” deyince hemen “askeri kanat”ı anlayan savcı hikâyesi… “Sen filânı tanıyorsun, filân senin emrinde, sen filânın emrindesin!” gibi rastgele suçlamalar… “Ben falanı da tanıyorum, ama her ne hikmetse pek oralı görünmüyorsunuz!”… Eğer delilsiz ve mesnedsiz “hâl ve durum”un takdiri sözkonusu ise, bu herkes için geçerli olmalı; delilli veya delilsiz, “hâl ve durum”larına bakar bakmaz, “Bakan”lardan başlayarak emrindeki “görevli”lere kadar her kademede “hırsız, rüşvetçi, haraççı” olanları hemen tanırsınız… Ama birbirleriyle alâkaları dikkate alınarak bu “örgüt üyeleri” yakalanmaz!)
27-) 1991’de ifâde ettiğim, yukarıda altını çizdiğim hususlar, hem de ben o tarihten sonra, Yayınevi’ne bakan arkadaş, eniştem Harun Yüksel, Tüccar Mehmed Fazıl, 6 ayda veya senede bir hatır sorduğumuz Hasan Ölçer gibi son derece sınırlı ve tek tek sayılır dostlarım hariç, İBDA-C sıfat ve vasfıyla görünen ne legal ve ne de illegal faaliyet gösteren hiç kimseyle temasım bile olmamasına rağmen 1998’in sonunda tutuklanmamın ardından, Emniyet Müdürü Hasan Özdemir tarafından teyid edilmiştir… Emniyet Müdürü, Metris’te telef olduğu için küpürünü ve tarihini şu ân veremeyeceğim ama gazete arşivinden temini kabil bir basına gösterme işinde, (Hürriyet gazetesi haberi), yakalanan bir takım bombalama sanıklarını “İBDA-C örgütü mensubu” diye takdimden sonra, “bunlar gece rüyâ görüp, sonra eylem yapıyorlar!” diyor… Bu duruma göre, ben de “örgütün başı” diye tutuklandığıma göre, Türkiye’nin herhangi bir yerinde varlığından bile haberim olmayan insanların rüyâlarına girip onları örgütlüyor ve yine rüyâlarına girip talimat veriyorum… Benim tutuklanma gerekçemi çelen bu ifâdenin hukuk, mantık ve sıhhat şartı üzerinde durmayı size bırakıyorum; yalnız bu ifâdede, benim daha önceki celsede söylediğim, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam!” sözünün, yâni benle alâkasızlığın anlamı açık… Yâni, “kendinden zuhur diyalektiği” gereği, kim ne yaparsa, kendi karar verir ve yapar; Emniyet Müdürü’nün ifâdesinden de belli ki, ortada İBDA-C diye yekpâre bir örgüt, hiyerarşi ve organlar yok… Neticede; herhangi bir Parti veya cemaat veya Devlet teşkilâtı içinde, -malûm olduğu üzere polis içinde de var, Partiler içinde de var, Devlet’in değişik kurum ve kuruluşları içinde de var-, birtakım illegal örgütlenmelerden dolayı, (rüşvet, haraç, cinayet vesaire gibi işler), Parti’nin Başkanı, Cemaatin lideri veya Devlet’in kurum ve kuruluşunun bütün çalışanları, -hem de ortada hiyerarşi de olsa- nasıl suçlanamıyorsa, “suçun şahsiliği ilkesi” gereği ben de suçlanamam… Sorum bâkidir: Böyle bir durumda, niçin bir kısım insanlar hukukun o tarafında kalırken, bir kısım insanlar hukukun bu tarafında kalıyorlar?
28-)Gelelim sık sık vurguladığım 1991 tarihine… Geçen celsede de 1991 tarihine kadar, İBDA Cebheleri içinde silâhlı mücadele veren hiçbir Cebhe’nin bulunmadığını belirtmiştim… Bu husus, polis sorgulamasında, İBDA- C’nin Cebheler hâlinde benim tarafımdan ortaya atılmış bir fikir olması meselesine nazaran özellikle önemlidir… Yâni; kim ne yaparsa, hatası ve sevabı, şerefi ve mesuliyeti kendine, “kendinden zuhuru” göstersin… Nitekim 1991 tarihine kadar, bu soydan, TAVIR, KİP (Kitap Satış ve Propaganda), yine onlara âit Fatih’te bir lokal, İHAB (İbda Haber toplama), “Gölge Sanat” dergi ve lokal teşebbüsü, Sultanahmet’te “Karar” dergisi ve lokali, “Öfke” isimli bir dergi, Ak- Doğuş dergisi vesaire çıkmıştır… Bunların hepsi, kendi insiyatifleriyle ve gayet tabiî kendi grub veya zümrelerini temsilen çıkmışlardır. Meselâ benimle birlikte gözaltına alınan ve benim “yakın korumam” diye tutuklanan Saadettin Ustaosmanoğlu, geçen celsede belirttiğim gibi, 1987- 1989 tarihleri arasında çıkan “Öfke” isimli dergiden, kendisini tanımaksızın, sadece ismini bildiğim birisidir. Kaldı ki, o zamanlardan tanıdığım bir takım arkadaşların ve gençlerin, velev ki herhangi bir illegal işe girişmiş bulunsunlar, bugün nice Bakan- Milletvekili ve İşadamının 1980- 1990’da bizzat örgüt üyesi olsalar bile suçlanamamalarına nazaran, ben hiç suçlanamam… Bu hususta, geçen celsedeki yazılı ifâdemin 16. maddesini, 17. maddesini, 18. maddesini ve 20. maddesini tekrar hatırlatıyorum: Yine “suçun şahsîliği ilkesi” ve “münasib görme” bahsi… Bu arada, benim tavsiyemle kurulan ve hâlen faaliyette ve şu ânda avukatlığımı yapanlardan Hasan Ölçer ve Harun Yüksel’in bulunduğu KIVAM HUKUK BÜROSU, 1989’da benim tavsiyemle kurulmuştur; o tarihten bugüne kadar geçen 11 senedir de, birlikte çalışmaktadırlar… Ve Harun Yüksel aynı zamanda eniştemdir. Eğer benimle irtibatlandırmak istiyorsanız, kaç türlü bir irtibat bir arada; ve benim veya onların yapacağı bir suçtan dolayı, ben veya onlar suçlanabilir mi?
29-)1991 tarihinin diğer ve çok önemli bir özelliği de, 1991’deki tutuklanmamın ardından, -4 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde yattıktan sonra- , o tarihte çıkan affa da gerek kalmadan, 163. Maddenin kaldırılmasından dolayı ilk celsede 6 arkadaşımla beraber bırakılmamdır… Bu husus, sözkonusu tarihten önceki bütün polis ve tabiî ki Savcılık ilişkilendirmelerini geçersiz kılar: Yukarıda da söylediğim gibi, 1980’den 1990’na kadarki dönemde örgütlere mensub nice insanların Bakan- Milletvekili, ve o zaman solcuyken şimdi ünlü iş adamı olan örnekleri vardır… Sözkonusu tarihten tutuklanma tarihinden 5 ay öncesine kadarki durumum ise, zaten bir başka DGM Savcılığı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belgeyle sabit… Hatırlatıyorum:
-(Sanık gıyabî tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/ 44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’nın SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL’DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)
Kaldı ki, ben, sözü geçen yasal dergilerde de bir faaliyet yapmadım; röportajlarım çıktı… Takdir edersiniz ki, herhangi bir dergi veya gazetede röportajı çıkan insan, bu yüzden o dergi veya gazetede faaliyet yapan, yâni çalışan olamaz!..
Belirttiğim iki husus, -1991 tarihi ve DGM Savcılığı’nın Ağustos 1998 kararı- , iddianâmede bulunan ve aslında birbirini çelen iki meseleye de açıklık getirmiş oluyor… Birincisi: Dişe dokunur bir şey elde edemeyince işi eski defterleri kurcalamaya ve soruşturmayı süslemeye döken polis sorgulamasından kaynaklanan “1980 öncesi eylemler” ifâdesinin bir anlamı olmadığı… İkincisi: “Örgüt ilk eylemini 3 Ocak 1994 tarihinde Bolu- Düzce’de yaptı” ifâdesinin benimle hiçbir ilgisinin bulunmadığı.
30-)Yukarıda belirtilen çelişkili iki tarihi, “iddianâme ve ekleri hakkında” DGM Başkanlığı’na dilekçe sunan Avukatım Harun Yüksel Bey, gayet güzel bir şekilde belirtiyor ve soruyor:
-(İddianâmeye göre “örgüt”, ilk eylemini 3/1/ 1994 tarihinde Bolu-Düzce İlçesi’nde duvarlara yazılama yaparak gerçekleştirmiştir. Halbuki aynı iddianâmenin 4. sahifesinde, “Kumandan kod-Salih İzzet Erdiş kolluk anlatımlarında” başlığı ile müvekkilimin DGM Savcılığı ve yedek hâkimliğinde reddettiği, reddettiği için de aleyhine kullanılması mümkün olmayan ifâdelerinde, “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşları ile birlikte İBDA- C adlı örgüt adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığını” demektedir.
Şimdi aynı iddianâmenin iki ayrı sahifesinden birinde “İBDA-C” isimli örgütün ilk eylemini 1994 yılında Düzce’de gerçekleştirdiği söylenirken, diğerinde 1980 öncesinde eylemler gerçekleştirdiği söylenmektedir. Ve arada tam 14 yıllık büyük fark vardır. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, ikisi birden doğru olamayacağına göre, hangisi doğrudur?
İddianâme elinde bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 01/ 1999 tarihli yazısına göre ise bu “örgüt”, 1985 yılında oluşturulmuştur. (Bu da tarih hususunda üçüncü çelişki. S.M.)
Şimdi iddianâme ekindeki bu istihbarat raporuna göre, “İBDA- C Örgütü” 1985 yılında kurulduğuna göre, iddianâmede müvekkilimin kolluk anlatımlarında söylendiği iddia edilen “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşlarıyla birlikte İBDA-C örgütü adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığı iddiasına ne diyeceğiz? 1985 yılında kurulduğu öne sürülen bir örgüt, 1980 öncesinde nasıl eylem yapabilmektedir? Zaman makinesine binip zaman içinde 10 yıllık geriye doğru bir yolculuk yaparak mı?)
Benim, dilekçede belirtilen çelişkiden başka eklemek istediğim husus; “bir değil, birçok İBDA-C var” meselesini hatırlatmaktan başka, telaffuz edilen 1980 tarihinde böyle bir örgüt ve isminin olmadığını bizzat polis kayıtlarından anlaşılabileceğidir… Örgüt bir yana, “İBDA” lâfzının ilk telaffuzu 1984 sonu, 1985’dir… Bu tarih “İBDA Yayınevi”nin kuruluş tarihidir: Bu da, ne kadar yapmacık ve sipariş üzerine bir örgüt şeması oluşturulduğunun ayrı bir göstergesidir… Legal bir yayınevi, hem birilerinin kafa yapısına göre illegal kabul ediliyor, -böyle birşey olabilir mi?- , hem de “illegal örgüt” olmuş oluyor (!)
31-)Polis’in süslemek ve zenginleştirmek için dosyaya ilave ettiği bir takım şemalara da temas imkânı vermesi bakımından -ki ayrıca üzerinde duracağım- Harun Yüksel Bey’in verdiği dilekçeden devam ediyorum… Şöyle diyor:
-(Sayın Savcı iddianâmesinin 16. sahifesinde “Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber” demektedir ve yine tarafsız bir kamu hüviyetinden sıyrılmaktadır. Çünkü bu cümlenin tarafsız bir iddia makamına yakışan şekli şöyle olmalıydı; “Salih İzzet Erdiş’in, örgüt mensuplarının eylemlerine doğrudan doğruya katıldığı, veya onlara herhangi bir emir ve talimat verdiği tesbit olunamamıştır.”
O cümle aynen bu yazdığım şekilde olmalıydı, çünkü bütün dosya münderacatı böyle olmasını, ancak böyle olursa doğru, haklı ve tarafsız olacağını göstermektedir.
Aynı cümlenin devamında Sayın Savcı iddiasına uygun hukukî delil bulunmayışındaki zaafı, “mantık” yoluyla telafi etmeye çalışarak şöyle demektedir: “Büyük Doğu İslâm Devleti’nin nasıl kurulacağı hususunda kitablarında yer vererek örgüt mensublarına vermektedir.”
Yine müvekkilim Emniyet Genel Müdürlüğü istihbarat raporunda tek tek sayılan 98 eylemi Türkiye çapında gerçekleştirmiş bir “terör örgütü”nü yalnızca yayınladığı kitablarla yönetmektedir. Bu cümlenin bırakınız hukuken yanlış oluşunu mantıken yanlış oluşunu anlayabilmek için mantık profesörü olmak gerekmez. İlkokul çocukları bile kendi oyun mantıkları içinde basit bir oyunu yönetebilmek için bile bizzat oyunun içinde olmak gerektiğini bilirler. Ama iddianâme hem oyunun içinde olduğuna dair bulgu “yok” diyor, hem de “oyunu yönetiyor” diyor.
İddialarına uygun delil gösteremeyen Sayın Savcı, “mantık”a sığınmaya devam ediyor: “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer”… Ne kadar doğru!..
Ama sözkonusu olan bir mantık yarışması değil, yargılama…
Yargılama, mantık kurallarına uygunluk dışında, lehte ve aleyhde delillerin değerlendirilmesiyle yapılır.
Bir insanı hem örgüt lideri olarak suçlayacaksınız, hem de o örgütle maddî, fizikî bir bağının tesbit edilemediğini söyleyeceksiniz, sonra da “bir örgüt olduğuna göre, bu örgüt mensubları da onun fikirlerini benimsediğine göre, bu örgütün lideri olsa olsa bu fikir adamıdır!” diyeceksiniz ve o fikir adamının delilsiz, mesnedsiz idamını isteyeceksiniz!..
Bu, hukuk kavramı karşısında olacak iş mi?)
Harun Yüksel Bey’in söylediklerine eklemek istediğim husus, bu “spekülatif mantık” bahsine dair… Yâni, insandaki “normatif şuur”un düşürdüğü yanlışlığa dair… Batılı bir ilim adamı, bu hususu şöyle belirtiyor:
-(İnsanlar, tamamen gelişigüzel hâdiselerden bir nizâm kurmaya karşı derin bir temayüle sahibtirler. Gelişigüzel hâdiseleri belli bir kanuna göre cereyan ediyormuş görmek çok kolay olduğu gibi, bu idrak bir kere teşekkül ettikten sonra da, eğer tahkiki zorsa, kanun kendisini isbat edecek durumları bizzat sağlayabilir. Bâtıl itikad işte budur… Batılı bir sosyal psikolog, bunun bir denemesini yapmıştır: Yapılan bir denemede, denemeye katılanlara rastgele rakamlar ve şekiller verilerek, bu rakam veya şekil serilerinin hangi prensibe göre sıralandıklarının bulunması istenmiş, işin hakikati, yâni böyle bir prensibin bulunmadığı ise saklanmıştır. Neticede, tecrübeye katılanların hepsi bir çeşit kanun bulmuşlar, üstelik böyle bir kanunun olmadığı ve ellerindeki serilerin tamamen gelişigüzel seçildiği söylenince de, keşfettikleri kanunları hararetle müdafaaya kalkışmışlardır.)
32-) Polis’in ve Savcılık iddianâmesinin, tamamen gelişigüzel bağlantılara mantıkî bir ifâde vermelerine mukabil, polisin soruşturması bir yana, Savcılık iddianâmesindeki yanlılığa, aynı dilekçede çok güzel temas ediliyor:
- (İddianâmeyi hazırlayan Sayın Savcı, müvekkilimin “fikir adamlığını” görmezden gelmektedir… Savcı’nın görevi sadece sanık aleyhine olan delilleri mi toplamaktır? Bir savcı, sanık lehine delilleri toplamaktan imtina eder, hattâ bunları gizlemeye çalışırsa, kamu adına hareket eden bağımsız bir Savcı olmaktan çıkar, davada müdahil veya müşteki gibi “taraf ” konumuna girer. Maalesef bu iddianâme ve ekleri, bağımsız bir Savcı’nın iddianâmesinden çok, sanığı her ne pahasına olursa olsun mahkûm ettirmek isteyen “taraf ” beyanına benzemektedir.)
Savcılık iddianâmesinin taraflılığı yanında, benim gerçekten anlayamadığım ve samimi olarak öğrenmek istediğim mesele, İBDA- C’nin illegal örgüt ve benim onun lideri olup olmadığımı, İçişleri Bakanlığı mı tesbit ediyor, yoksa bu iş Mahkeme’nin işi mi?.. Burada birbiriyle ilgili üç mesele ortaya çıkar… Birincisi: Eğer İçişleri Bakanlığı tesbit ediyorsa, o zaman Mahkeme’ye lüzum yoktur… İkincisi: Geçen celsede kendisinden iktibas yaptığım Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı Mehmed Demir’in söylediği sözün bir kere daha doğrulanışıdır… Ne dediğini hatırlayalım: “Yargı, kendisini millete âit egemenlik hakkını kullanan bağımsız ve diğer kuvvetlere eşit bir kurum olarak göremez hâle geldi. Yargı mensupları kendilerini hâkim ve savcı olarak değil, hukuk memuru konumunda gördüler. Ne kadar kanunsuzluk yapıldı ise, işte bu ezikliğin üzerine bina edildi!”… Üçüncüsü: Eğer delil ve mesnedlerin tayininden sonra suçluya, suçluluğa veya suçsuzluğa kendi prosedürü içinde karar verecek “bağımsız yargı” sözkonusu ise, bu durumda İçişleri Bakanlığı’nın tesbiti ve daha da ötesinde siparişi ne demek?.. Her üç mesele birarada gözönünde tutulduğunda, yeri gelince temas edeceğim üzere, “yargının siyasîleşmesi” davasının bir yönü de ortaya çıkmaktadır.
33-) Hatırlanacağı üzere geçen celsenin başında fikrimi peşin peşin söylemiştim… Tekrar edeyim:
- (T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de… Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM’lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı’nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, “yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA- C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” diyen Komiser Yardımcısı Bahri’nin tavrı, buna tipik bir örnektir.)
Avukatım Harun Yüksel Bey, DGM Başkanlığı’na verdiği dilekçede bu bahsi de içine alacak şekilde devam ediyor:
-(Müvekkilim rejim muhalifidir ve bu rejime niçin muhalif olduğunu eserler boyunca anlatmaktadır. İnsanca yaşanabilecek bir rejimin nasıl olması gerektiğini de aynı eserlerinde anlatmaktadır.
Rejime muhalif olmak bir düşüncedir, bir fikirdir. Ve her insanın, yaşadığı rejimi beğenmeme, ondan daha iyisini isteme hakkı vardır… Ve bunu yasaklayan herhangi bir kanun maddesi de yoktur. Böyle bir kanun maddesi olsaydı bile, düşüncenin yasaklanması fiilen mümkün değildir. T.C. pratiği bunun mümkün olmadığını gösteren en canlı pratiktir. Buna rağmen T.C. Anayasası, “Hiç kimse inanç ve kanaatleri yüzünden kınanamaz” demektedir.
Sayın Savcı’nın iddianâme boyunca yaptığı ise, müvekkilimin düşüncelerini yargılamak ve kınamaktan ibarettir. Halbuki aynı iddianâmenin müvekkilim için uygulanmasını istediği kanun maddesi düşünce suçunu değil, eylem suçunu cezalandırmaktadır.
Yâni rejim muhalifi olabilirsiniz ama, bu düşüncenizi bizzat eyleme dökmedikçe 146. maddede öngörülen suçu işlemiş olamazsınız.
146. madde başka türlü yorumlanamaz. Müvekkilimin herhangi bir eyleme katıldığına dair delil elde edilemediğini zaten iddianâme söylüyor. Öyleyse niçin takibsizlik kararı verilmemiştir de, dava açılmıştır?
Bu dava T.C.’de 28 Şubat’tan bu yana yaşanan “yargının siyasîleşmesi” sürecinin çok açık bir örneğidir: “Delil yok, ama Ankara’daki güç odakları öyle istiyor.”
Sayın Mahkeme’nin bu davada vereceği karar, müvekkilim hakkında olmaktan ziyâde, “yargının siyasîleşme sürecinin” bitip bitmediği, yargının bağımsızlığına Mahkeme’nin sahib çıkıp çıkmadığı hakkında olacaktır.)
Gerek yargının siyasîleşmesi ve gerekse “hukukun o tarafında kalanlarla bu tarafında kalanlar” bahsine, Savcılık iddianâmesinde geçen “örgüt mensublarının sanığa olan bağlılığı” ifâdesine de temas bakımından değinelim… Önce, “Marifetname” isimli eserimde tesbit edilen bir husus:
- (Bugün hukukla vakıa, metinle ruh, mevzuatla tatbikat arasındaki fark gittikçe enişlemektedir; dünyada mevcut birçok anayasa tamamen göstermeliktir ve tarif ettikleri rejimin memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur… Anayasa âdeta mevcut rejimi gizleyen bir paravana vazifesi görür.)
Hukukla vakıa arasındaki bu uçurum, “hukuk-mukuk hak getire” örnekleri kıyas unsuru olarak almaz ve “hukuk devleti” iddiasını nisbet kabul ederseniz, dünyanın hiçbir yerinde yoktur… Gözaltında işkence gibi sıradan işler bir yana; 28 Şubat süreci içinde, bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın İstanbul DGM’yi ziyaretinden sonra, İBDA- C davalarında, aynı dava ve suçtan birkaç sene ceza alan veya tahliye olanların arkadaşları, ya müebbed ya 30’ar yıl ceza almaya başlamışlardır… Aynı çerçevede: Aynı zamanda MGK üyesi olan Başbakan’a, “eşşekoğlu eşek, pezevenk!” diyen General’e hukukî bir muamele tatbik edilmezken, kimler ve ne sudan bahanelerle “hakaret” davasına uğramışlardır… Neticeyi, Avukatım’ın dilekçesinde geçen sözle bağlıyorum:
- (Bu dava, benim davam, T.C.’de 28 Şubat’tan bu yana yaşanan “yargının siyasîleşmesi” sürecinin çok açık bir örneğidir: “Delil yok, ama Ankara’daki güç odakları öyle istiyor”)
Sanıyorum, geçen celsede ve bu celsede meseleleri fikir bazında etraflıca ve asıl gerekçelere temas ederek ele alışım, dobralığım ve üslûbum da, niçin bazı güç odaklarını kızdırdığımı gösteriyor… Tarafsız bir yargı örneğini göstereceğini beklediğim Mahkeme’den, bu hususu hassaten gözönünde tutacağını umuyorum; çünkü bu dava, benim davam olmanın ötesinde, hukukun üstünlüğü ve hukuk haysiyetini gösteren bir dava olacaktır.
34-) Savcılık iddianâmesinin hülâsa diye nitelediğim kısmında, “İBDA- C adlı örgüt mensublarının Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’e olan bağlılığı, bağlı oldukları İBDA- C adlı örgütün Ülke genelindeki organik bütünlüğü, gerçekleştirdikleri eylemlerin çokluğu, gerçekleşen eylemlerin ağırlığı, toplum içerisinde yarattığı korku ve vehamet derecesi” gibi ifâdelerle, benim mevcut rejimi silâh zoru ile değiştirmeye teşebbüs suçunu işlediğim söyleniyor… Bunları tek tek ele alalım:
Birincisi: İBDA- C’nin ne olduğu defalarca ifâde edildiği için, tekrarına lüzum görmüyorum… Burada eklemek istediğim husus, iddianâmedeki gibi rastgele bir genellemenin, İBDA fikrini benimsemiş legal çerçevedeki birçok insanı ve kuruluşu da töhmet altına sokucu oluşudur. İBDA ile İBDA- C farkı bâki, bugün İBDA Yayınevi’nin hâlen faaliyette bulunuşunu ve bugüne kadar yaklaşık 150.000 kitab satışını –her kitabın kaç kişi tarafından okunmuş olduğu ayrı dava gözönünde tutarsanız, mesele daha iyi anlaşılır… Bu, aynı zamanda bir kıyas ölçüsü de verir; yâni, illegal örgüt suçlamasıyla Cezaevleri’nde kaç kişi var ve herhangi bir illegal faaliyete karışmamış şu kadar bin kişilik zümre kıyası.
İkincisi: Savcılık iddianâmesi, “mensublarının bana bağlılığını” terör örgütü lideri oluşuma mesned diye gösterirken, aynı kıyasla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den, Başbakan’dan, Bakanlar’dan, bütün parti Başkanları’ndan, Adliyeler’den, çeşitli kamu kuruluşlarından, özel kuruluşlardan ve alelâde arkadaşlıklara kadar kolayca sirayet ettirilebilir bir “mantık ve hukuk hukuk mantığı” yanlışlığına düşmektedir… Adı senelerdir bir takım olaylara karışan Yahya Demirel, gazete ve televizyonlardan izlediğimiz gibi adı Malkî cinayetinde geçen Şevket Demirel, malûm olduğu üzere Cavit Çağlar ve Kâmuran Çörtük gibi isimlerin bahsinin geçtiği adlî olaylardan dolayı, bunların hepsi Cumhurbaşkanı’nın çok yakını ve içli dışlı olmalarına rağmen, “bağlılık”tan ötürü herhangi bir sirayet sözkonusu olmuyor; zaten Cumhurbaşkanı da, “suçun şahsîliği ilkesi var” diye, işin hukukî mesnedini sık sık tekrarlamıştır… “Suçun şahsîliği” ilkesi yanında, “hukukta eşitlik” prensibi de var… Neticede: Bana olan mücerret bir bağlılığın herhangi bir hukukî suç mesnedi teşkil etmeyeceği açık.
Üçüncüsü: İddianâmedeki “Ülke genelindeki organik bütünlük” sözüne gelince… Bunun da üzerinde yeterince durdum… Eklemek istediğim husus şudur: Bütün iddianâme boyunca görülen ve polis soruşturmasından kaynaklanan, bir yönüyle ahlâkî ve diğer yönüyle hukukî iki zaaf… Önce, “Marifetnâme” isimli eserimde tesbit edilen, bir fikir adamına âit sözü aktarayım… Şu:
-(Kanunlar bazı şartlarda vatandaşları bir “şahıs” olmaktan çıkararak bir “şey” olmalarına müsaadede bulundukça, “hürriyet” asla mevcut olamaz.)
Eğer polis soruşturmayı sipariş üzerine yapmasaydı, -ki bu husus yakalanışımdan 5 ay önceki DGM Savcılığı’nın kararına rağmen oluşundan da belli- karşısındaki adamı “yukarıdan bastırıyorlar” diye onlara hoş görünmek için herhangi bir “obje şey” hâlinde görmeseydi, aslında kendilerinin de tesbit edemediği “Ülke genelindeki organik bütünlük” iddiasını diğer iddialarla beraber rastgele bağlantılarla Savcılığın önüne getirmezdi… Ortada organ yok, tabiî olarak organik ilişki yok, ama “organik bütünlük” var(!)… Gerçekte olan ise, daha önce üzerinde durduğum “normatif şuur hatası”nın en kötü örneklerinden biri! Bir misâl vereyim: Ne kadar İBDA-C olduğunu ve isimlerini sordular, bunları tam hatırlamadığımı ve bilmediğimi, dergi ve gazetelerden bulabileceklerini söyledim. Tahminimi sorduklarında da, 80- 90 civarında olabileceğini belirttim. Yâni İBDA-C’nin organik bir bütünlük içinde olduğunu iddia edenler, araştırma yerine araştırma yapmış gibi yapanlar, birbirinden bağımsız unsurları tanımamaları bir yana, bir de akıl danıştıkları hususu çarpıtarak Savcılığın önüne götürmüşlerdir… Nitekim, baştansavmalık şuradan belli ki, “organik bütünlük”ten bahsedilirken, sözkonusu bir birinden bağımsız unsurların bile listesi dosyada mevcut değildir; bunun yerine, dosyayı kabarık göstermek üzere, hiç tanımadığım insanlara âit rastgele araştırma ve soruşturma ifâdeleri eklenmiştir.
Dördüncüsü: Savcılık iddianâmesi’nde geçen, “gerçekleştirdiği eylemlerin ağırlığı, toplum içerisinde yarattığı korku ve vehamet derecesi” gibi ifâdelerin ölçüsünün ne olduğunu ve nerden sonra “örgüt” kararına varıp benimle ilişkilendirdiklerini anlamadığım gibi, zaten ilk düğme yanlış iliklenince diğerlerinin de tabiî olarak yanlış olacağı hakikatince, pek kurcalamak gerekmiyor.
Beşincisi: İddianâme’de geçen, “mevcut rejimi silâh zoru ile değiştirme” ifâdesine gelince… Mevcut rejimi nasıl gördüğümü gayet açık bir şekilde belirttim ve geçen celsede Yargıtay Başkanı’ndan değişik yazarlara kadar eleştiri örnekleri verdikten sonra, benim onlardan mevcudun yerine sistem çapında bir TEKLİF farkıyla ayrıldığımı söyledim. “Mevcudun nasıl olursa olsun, isterse silâh zoruyla değiştirilsin, bundan memnun olurum!” desem bile, neticede bu “rejimi silâh zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçunu işlediğim anlamına gelmez.
35-) Şimdi gelelim, Polis’in süslemek ve zenginleştirmek için Savcılık önüne götürdüğü ve dosyada mevcut şemalara… Bu şemalar, hukukî bir “normatif şuur yanlışlığı” olmanın ötesinde, hakkımda sipariş üzerine iş yapılmasının açık kastını gösteren belgelerdir… Ne mantığa uygundur, ne de hukuk mantığına… Bu hususu göstermek üzere, önce mücerret bir fikrî çerçeve çizeyim:
- (Mantık, geçen celsede üzerinde durduğum “muhayyelâttan terekküb eden kıyas” örneği de içinde, kullanana göre hizmet eden ikiyüzlü bir âlettir. Bu yüzden mantık, “herkesin hakikati kendine” hikmetince çalışır… Bütün mesele şuradadır: Herkesin hakikati kendine olduğuna göre, hakikatin hakikati ne? Bu meselenin ardından da, her meselenin kendine mahsus “esas, usûl ve kaidelerle ele alınabilmesi” özelliği ile, iştirak noktaları üzerinden karşılaştırmalar yapılır.)
Şimdi dava, bir örgüt davası ve örgütün başını suçlama olduğuna göre, bunun “esas, usûl ve kaideleri”nin, “delillerden suçluya varmak” olması gerekmez mi?.. İşin tuhaf tarafı; “bu örgüt başıdır!” diye bir “münasib görme” tavrı bir yana, “suçun şahsiliği ilkesi” bir yana, çıkarılan şemâlardaki unsurlar da herhangi bir illegal veriyi göstermiyor ve suç unsuru taşımıyor.
Şemalara tek tek bakalım:
Birincisi: İBDA Yayınevi’nin çıkardığı, benim kitablarımın listesi… 1979’dan 1998’e kadar çıkan kitablarım; 1998’in sonunda, Savcılığın önüne “illegal örgüt Başı” oluşumla ilgili olarak gelmiş… Hâlen legal olarak faaliyetine devam eden bir Yayınevi’nde çıkan kitablarımın, “örgüt başı” olarak suçlanmama nisbet, ne emare, ne karine ve ne de delil teşkil etmeyeceğini söylemem lüzumsuz… Bu mantıkla; herhangi bir yazarı, “örgüt başı” diye bir “münasib görme”nin ardından kitablarını alt alta sıralayarak suçlandırabilirsiniz ki, hem mantık ve tabiî ki hukuk mantığına aykırılığı açık.
İkincisi: İBDA, - yâni benim dışımda- çıkan, İBDA’cı dergiler şeması… Bu dergiler, hem benim dışımda, hem de benim herhangi bir müdahalem ve tavsiyem dışında çıkarılmıştır; sahibleri belli, çıkaranları belli… Kaldı ki, benim müdahalem ve tavsiyemle çıkarılmış olsalardı bile, hepsi legal dergilerdir… Bırakınız benim dışımda oluşunu, bunun Savcılık önüne götürülüşündeki mantıkla, bir adamı “örgüt başı” diye bir “münasib görme” işinden sonra çıkardığı legal dergileri alt alta sıralayıp suçlandırabilirsiniz. Yâni bu şemânın da herhangi bir emare, karine veya delil teşkil eden yanı yok.
Üçüncüsü: Dernek, Parti ve benim çıkardığım dergi veya çıkaranları arasında bulunduğum dergiler ve Yayınevi şeması… Şemada, 1966- 67’de, “Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği”nde, 1969- 1971’de Eskişehir’de “Milli Nizam Partisi Gençlik Kolları”nda ve 1972- 1973’de yine Eskişehir’de “Milli Selâmet Partisi Gençlik Kolları”nda bulunduğumun notu… Fikir yürütmek lüzumsuz ama, üzerinde duralım: Önce, ne sözkonusu derneklerde ve ne de Parti’de, ben kayıtlı bir üye değildim… Öyle olsa da farketmez, bunlar legal kuruluşlar… Üstelik, yüzbinlerle ifâdeli kitleleri toplayan o derneklerde, benim gibi çocuk yaşta biri bir yana, hangi ünlü politikacılar ve her meslekten kimler vardı ve hamileri kimlerdi?.. Yâni, benim sözkonusu Derneklere ve Parti’ye uğramış olmamdan dolayı, onlar bana bağlanıyor da, onun için mi suç işleme sürecim gibi Savcılık önüne götürülüyor?.. 1976’dan 1980’e kadar çıkan dergiler ise, aradaki zaman faktörü de bir yana, zaten legal olarak çıkmış dergiler; ve şu ân devam eden dava mevzuu ile hiçbir alâkası yok!.. 1981’den bugüne kadar geçen süreçteki alt alta dizilmiş üç Yayınevi’nin de!..
Dördüncüsü: “Başyücelik Devleti” şeması… “Başyücelik Devleti”, Rahmetli Üstadım Necib Fazıl’ın, içindeki bütün meseleleri kendisine nisbetle örgüleştirdiği “Büyük Doğu İdeolocyası” isimli eserinin bir faslıdır. Söz konusu eser, tek parti döneminde, yâni tâ 1943’te çıkan Büyük Doğu mecmualarından başlayarak yıllarca tefrika edilmiş ve ilk baskısı 1960- 1961 yıllarında yapılmıştır; o günden bugüne de bilmem kaç baskı… Geçen celsede ifâde ettiğim gibi, “Başyücelik Devleti” faslı, benim “Başyücelik Devleti” isimli eserimde tahlil edilmiştir… Netice olarak: Kitablardan böyle bir şemâ çıkararak Savcılığın önüne götürülmesinin ne anlamı var, anlamış değilim.
Beşincisi: “30. 12. 1998 tarihinde yakalanan Saadettin Ustaosmanoğlu’nun ikametinde yapılan aramada elde edilen rulo şeklinde hazırlanmış örgütün simge ve bayrağının numunesidir” diye bir kâğıt… Kâğıtta “İBDA-C örgütünün simgesi” dediği yer, simsiyah, hiçbir şey yok; herhâlde el işareti olacaktı… Herşeyden önce; sözkonusu işaret, legal veya illegal İBDA-C’lerin kullanmasından önce İBDA’nındır ve hâlen Cağaloğlu’nun ortasında bulunan Yayınevi’nin kocaman tabelâsının iki yanında bulunmaktadır… Aynı şekilde, Cem Boyner’in partisi tarafından da sahiblenilmiştir… İşaret ettiğim hususlar çerçevesinde ortaya çıkan birinci mesele şudur: Simge İBDA’nın, yâni legal olduğuna göre nasıl ki yakasında filân partinin veya kuruluşun rozeti var diye bir adamın işlediği suçtan dolayı bir parti veya kuruluş suçlanamıyorsa, illegal faaliyette bulunanlardan dolayı da o simge illegal örgüt simgesi diye nitelenemez… Buna bağlı ikinci mesele de şudur: Cem Boyner ve Partisi, sözkonusu simgeyi sahiblenirken “İBDA-C örgütünün simgesi” diye illegal örgüt ve mensubu olmuyorlar da, niçin Saadettin Ustaosmanoğlu’nda illegal örgüt ve bağlantısı kuruluyor?.. Bayrak meselesine gelince: Bayrak, illegal örgüt bayrağı değil, 1996’da basılan “Başyücelik Devleti” isimli eserimin kapağında mevcuttur… Ve basımından önce, 1984’lerden başlayan bir fikir ve edebiyatı hâlinde, benimdir: Renginden şekline kadar mânâsı, çeşitli eserlerime sindirilmiştir… Bütün bu hususlar gözönünde tutulduğunda, sözkonusu fotokopiyi Savcılığın önüne götürmenin, soruşturmayı süslemenin dışında bir mânâsı yoktur.
Altıncısı: “30. 12. 1998 tarihinde yakalanan Saadettin Ustaosmanoğlu’nun işlettiği FURKAN dergisinde elde edilen İBDA-C örgütü mensublarına âit resimler”… Savcılık önüne götürülen bu resimlerin içinde, resim içinde resim hâlinde benim de ve özellikle belirli büyük bir fotoğrafım var… Önce; sözkonusu fotoğraf, İBDA Yayınevi’nin binlerce basılmış bir ürünüdür… Sonra; Furkan dergisi legal bir dergi olduğu gibi, irili ufaklı bütün basın ve Televizyon kuruluşlarının arşivinde bulunan ve bulunabilecek olan bir malzeme değerindedir… Ayrıca, ahlâkî ve hukukî değerlendirmesini size bıraktığım bir husus: Bir hırsız, bir eve girip, bir takım özel eşyaları ve notları çalsa, bu suçtur. Fakat nasıl oluyorsa, gizli polis soruşturması diye alınan notlar ve sair şeyler, havalarda uçuşuyor… Böyle bir durumda da söylenen şudur: “Gazeteci, haber kaynağını açıklamak zorunda değildir!”… Haberin kaynağı belli ve tahkiki de pek basit; bu ayrı dava… Ama kimler ve neleri açıklamak zorunda değilken, Saadettin Ustaosmanoğlu ve FURKAN dergisi her arşivde bulunabilecek olan âlenîleşmiş resimleri açıklamak zorunda(!)… Bunu süslemek üzere Savcılık önüne götürülmesi de cabası!..
36- Hukuk, yüce anlamıyla, bir fikir adamının ifâdesiyle şudur:
-(Ahlâk verilerini iyice kavramak istersek, hukuk verilerinden yararlanmak gerekecek. Ahlâk ve hukuk birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan bir ve aynı verinin, bir ve aynı bütünün iki yönüdür.)
Bu savunmayı hangi şartlarda ve çalakalem hazırlayabilmem ayrı dava ki, çok yakında kokusu çıkacaktır… Ama, yine polis tarafından savcılık önüne götürülen ve Avukat Harun Yüksel bey’in dilekçede pek güzel temas ettiği mesele, aynı ölçü ile lehime bir husus olarak değerlendirilmelidir… Avukatım soruyor:
-(İddianame, hayatın olağan akışına aykırı hâdiseleri gizlemektedir. Yasadışı bir örgüt liderinin Askerî Mahkeme’ye kendiliğinden teslim olup, tutuklanıp, yargılanıp cezasını tamamladıktan sonra Askerî Cezaevi’nden tahliyesi hayatın olağan akışına uygun mudur?
Müvekkilim 1993 yılında Askerî Ceza Kanunu’nun 81. maddesine aykırı davranmak sebebiyle hakkında K.K.K 5. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesince hakkında gıyabî tutuklama kararı verildiğini öğrenince, KENDİLİĞİNDEN ASKERİ SAVCILIĞA GİDEREK TESLİM OLMUŞ VE HAKKINDAKİ GİYABÎ TUTUKLAMA KARARI VİCAHÎYE ÇEVRİLEREK YARGILANMIŞ VE MAHKÛM OLMUŞTUR. Cezasını Askerî Cezaevi’nde çektikten sonra, aynı Cezaevi’nden serbest bırakılmıştır. (Bakınız: Ek 6 K.K.K Sivas 5. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nin 1993/575 K sayılı ve 16/12/1993 tarihli kararı.) İddianame ekindeki Emniyet Müdürlüğü istihbarat raporuna göre müvekkilim İBDA-C isimli yasadışı örgütü 1985 yılında kurmuş ve hâlen bu örgütün yöneticiliğini yapmaktadır.
Yasadışı bir örgüt liderinin Askeri Mahkeme’ye, KENDİLİĞİNDEN GİDEREK TESLİM OLMASI ve yargılandıktan sonra ASKERÎ CEZAEVİ’NDEN SERBEST BIRAKILMASI hayatın olağan akışına uygun mudur?
Bir yasadışı örgüt lideri nasıl olurda bir Askerî Mahkeme’ye giderek kendiliğinden teslim olur? Ve bir yasadışı örgüt lideri cezasını tamamladıktan sonra nasıl olurda bir Askerî Cezaevi’nden tahliye edilir? Sadece bu vakıa bile iddianamenin mesnedsizliğini göstermeye kâfi değil midir?)
Burada, benim, dilekçeye eklemek istediğim husus, aynı dönem içinde “bedelli askerlik”ten de yararlanmış olmamdır… Basınla iç içe olan malum bir kısım çevrelerin, “karala da nasıl karalarsan karala!” mantığıyla birilerini tahrik etmek ve birilerinin gözünden düşürmek üzere el attığı bu mesele, dilekçede belirtildiği üzere, lehime bir husus olarak değerlendirilmesi gerekmez mi?..
37- Silahlara gelince… “Örgüt, mevcut düzeni değiştirecek çapta eylemler yapmış”; iddianame böyle diyor… Bunun yanında örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katılmadığımı da söylüyor; yâni ne eylem olarak, ne emir ve talimatla… Silahların balistik incelemesinde herhangi bir olayda kullanılmadığı ortaya çıktı… 2 tabanca ve iki av tüfeğinin, ateşli silahların müsaderesi talebi ayrı dava; peki “sarsılmaz” marka havalı spor tüfeğinin müsaderesi isteği hangi yasaya göre istenmektedir?.. Satılması serbest, taşınması serbest, bulundurması serbest… Ayrıca “soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz”; bu husustaki teknik ayrıntıları avukatlarım açıklayacaklardır.
38- Çantamda bulunan paralara gelince… Prensip olarak paramı bankaya yatırmam; oturduğum yer genellikle yazlık ve bir takım hırsızlık olayları olduğu için de, evden çıkarken yanıma alırım… Aslında bu izahlarda lüzumsuz… Meblağa gelince: Bugüne kadar 41 kitab yazmış, Kıvam Hukuk Bürosu’ndan geliri olan ve şahsi ilişki içinde Fazıl Aslantürk’ün fabrikasında işletilmek üzere verilen paranın geliri bulunan, bunun yanında 11 yıl Üniversite’de öğretim görevlisi olarak çalışan eşimin Eskişehir’de-tutuklanmamdan birkaç yıl önce girdiği- bir kooperatif dairesinden satışından alınan paranın toplamıdır ki, 49-50 yaşındaki bir adama hesabı sorulacak cinsten değildir… Avukatlarımın dilekçede belirttiği üzere, 25.000 Alman Markı, 10.000 Amerikan Doları ve 800 Frank ile, kenar şehirlerde küçük bir daire almak bile mümkün değilken, Türkiye çapında bir örgütün nasıl finanse edilebileceği açıklanmamıştır… Trilyonların hesabının sorulmadığı bir ülkede, üstelik benim bir bütçe mantığı ile aylıklar halinde hazırladığım, yâni maişet paramın müsaderesi, hem hukuka ve hem de vicdana uygun değildir.
39- Hemen her evde bulunabilen kamera cihazı ile ses kayıt cihazının ve hele bir yazarın evinde bulunan daktilonun örgütle ve suçla ne ilgisi vardır?.. Aslında bunların evimden alınmış olması ve müsaderesi talebi, hakkımda suçlayıcı delil bulunamamasının süsleyici motifleridir… Yâni, mefhumu muhalif” mantığıyla, ayrıca lehime diye yorumlanması gereken bir husustur.
Salih İzzet Erdiş
21 Nisan 2000