Osmanlı Devleti döneminde bu topraklarda yaşamış Batılı tarihçi ve seyyahlar, kitaplarında Osmanlı toplumunun üstün ahlakından hayranlıkla bahsediyorlardı.

Örneğin, 1600'lerde Osmanlı'da bulunan Fransız seyyah Du Loir, kitabında "Bu memlekette hemen hemen hiçbir cinayet vakası duyulmaz." derken, 1800'lerde Osmanlı'da yaşamış Fransız tarihçi Henri Ubicini, esnafın dükkanını namaz vakitlerinde kilitlemeden namaza gitmesine ve insanların geceleri evlerinin kapılarını basit bir mandalla kapatmasına rağmen yılda dört hırsızlık vakası bile olmadığını ama Galata ve Beyoğlu gibi sırf Hristiyanlardan oluşan bölgelerde hırsızlık ve cinayet vakalarının duyulmadığı gün olmadığını yazıyordu.

Demek ki gerçekten ahlaklı bir toplum, değil şartlar kötüleştiğinde, bir savaş halinde bile ahlaklı kalabiliyordu.

Günümüzde ise en ufak anlaşmazlıkta insanların birbirini boğazlarken, 1800'lerdeki Türk toplumu için Fransız Brayer, "Müslüman Türk'ün diğer bir Müslüman Türk'e hiddetle baktığı nadir görülür. Fakat küfrettiği, yakasına yapıştığı ve dayak attığı hiç görülmez." diye yazıyordu.

Bugün kaba saba, belki küfürlü konuşmak rağbet görürken, Türk düşmanı İngiliz yazar Charles MacFarlane, "Bu milletin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki bütün medeni milletlere örnek olabilir." diyordu.

Bugün insanlar karşısındakini sadece cevap üretmek için dinlerken, Fransız tarihçi Ubicini bir Türk'le konuşmasını şöyle anlatıyordu: "Muhatabım benim bu cümlemi gülümseyerek dinledi. Fakat İslam nezaketi söz kesmeye izin vermediği için, ben sözlerimi bitirinceye kadar ses çıkarmadı."

Bugün başkası için yapılacak bir iyilik adeta enayilik kabul edilirken, Hollandalı gezgin Corneille Le Bruyn, Türklerin hayır ve iyiliğe çok düşkün olduklarını, hatta Hristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini, bu yüzden de dilenciye Türkiye'de çok az rastlandığını yazmıştı.

Meşhur Fransız şair Lamartine de, Osmanlı insanı için şu satırları yazıyordu: "Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah'ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsini şefkat ve merhametlerine dahil ederler."

Binlercesinden sadece birkaçını vermekle yetindiğim bu örnekler, Türk toplumunun birkaç yüzyılda insani ve ahlaki olarak ne kadar çürüdüğünü anlamak için yeterli.

Peki ne zaman ve nasıl bu hale geldik?

Bizanslı Platon, 15. yüzyıl Türk toplumunu örnek alarak Avrupa toplumunda yenilik yapılması, böylece Avrupa'nın ilerleyeceğini savunuyordu. Osmanlı Devlet gücünün zirveye ulaştığı 16. yüzyıldan sonra Türk toplumu zamanla pasifleşmeye başladı. Devletin yenilgilerle tanışması ve liyakatsizliklerin artmasıyla devlet daha da zayıfladı. Osmanlı Devleti, Avrupalı güçlerin gerisinde kaldıkça yöneticiler çözümü Avrupalılaşmakta aradı.

Ancak her Avrupalılaşma adımı, Türk toplumunu kendi değerlerinden uzaklaştırıyordu. İtalyan yazar Edmondo De Amicis 1800'lerde şöyle diyordu: “Şu noktada hemen hemen bütün dünya müttefiktir. Yeni Türk, eski Türk'ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah sebebimizi, ayıplarımızla kötülüklerimizi, manasızlıklarımızı benimsemiştir; fakat hislerimizle fikirlerimizi henüz kabul etmiş olmadığı için bu yarım yamalak değişim esnasında eski Osmanlı-Türk karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir.”

Avusturyalı meşhur diplomat Metternich, Osmanlı Devleti'ni bu yarım yamalak değişim konusunda bir mektupta şöyle uyarmıştı: “Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın, idarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizâmlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın şartları başkadır, Türkiye'ninki başka. Avrupa'nın temel kanunları doğunun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketleri ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere” diyordu.

Gerçekten de devlet bir felakete sürüklenmiş, Batıcı aydınlarımız medeni Avrupa gerçeğiyle, Batılılar topraklarımızı işgal ettiklerinde tanışmıştı.

Türk milleti de üzerindeki iki asırlık miskinlik ve ölü toprağından bu işgalle birlikte kurtulmuştu. Örneğin, Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı'nda Türk askerinin siperde öleni görüp, 3 dakikaya kadar öleceğini bilse de, en ufak bir tereddüt göstermeden ölüme yürüdüğünü söylüyordu: “Öleni görüyor; üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile getirmiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler de Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar.”

Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşını kazandıran Türk askerindeki bu yüksek ruhtur diyordu. Yani Mustafa Kemal de, Türk halkının Allah ve din uğrunda savaştığını ve ülkenin bu manevi ruhla kurtarıldığını kabul ediyordu. Ancak ilginç olan, ülke kurulduktan sonra milletin bu inancının ve değerlerinin ayaklar altına alınması, uğruna öldükleri dini yaşamasınsa müsaade edilmemesiydi. Osmanlı modernleşmesi, bir yandan Avrupalılaşırken, diğer yandan kendi gibi kalmayı istemiş, ikisini de başaramamıştı.

Kemalist devrim ise, milletin geçmişle bağlarını tamamen koparmayı, yani kendisi olmaktan isteyerek vazgeçmeyi amaçlamıştı. Mustafa Kemal'in bize Çanakkale'yi kazandıran o yüksek ruh dediği ruhun yeni nesillere öğretilmesi istenmemişti. Kendi medeniyetini öğrenemeyen nesiller köksüzleşmiş, zamanla atalarının uğruna savaştıkları değerleri unutmuş, yetmemiş, atalarının savaştığı emperyalistlere benzemiş, benzemek için can atar hale gelmişti. İnandığı gibi yaşamasına müsaade edilmeyen millet, kendisine dayatılan hayat tarzını yaşadıkça, yaşadığı gibi inanmaya başlamıştı. Şehitlerin canlarını feda ettikleri dinin kanunları kaldırılmış, yerine İsviçre'nin, İtalya'nın kanunları getirilmişti. Toplumun kendi medeniyetinden uzaklaşması pahasına girişilen modernleşme de şekilde kalmış, şapka, balo ve kıyafetin ötesine geçememişti. Yani yüksek bir ruha ve ahlaka sahip bir millet ve medeniyeti tamamen imha edilmiş, geriye ahlak sahibi olmayı, ahmak olmakla eş değer gören ve kendi istek ve hazlarından başka kimseyi umursamayan yığınlar kalmıştı.

Yahudi vatanı Yahudi vatanı

Çocuk ve kadın cinayetleri sıradanlaşmış, hırsızlık, tecavüz ve kul hakkı yemek hayatın parçası haline gelmişti. Yani narin bir medeniyete kıyılınca, narin bedenleri kıyıdan bir toplum da kaçınılmaz olmuştu.

Bugün kaybettiğimiz bu medeniyeti tekrar inşa etmemiz mümkün. Çünkü bu medeniyetin kökleri yüzlerce yıldır ithal etmeye çalıştığımız modernlik gibi dışarıda değil. Bu topraklarda, tarihimizde, benliğimizde. Yeter ki modernitenin olmamızı istediği işlevsel bir makine değil, sorgulayan ve hisseden bir insan olduğumuzu hatırlayalım.

Siyaset Bilimci M. Enes Dönmez