Karınıza, kocanıza, dost ve tanıdıklarınıza, mahalli bir gazetenin redaktörüne halen yaşayan en büyük şairin, yazarın, kompozitörün, ressamın, heykeltıraşın veya diğer herhangi bir sanatkarın adını sorunuz. Hiçbir art niyet taşımayan bu sorunun muhatabınızı nasıl zor bir duruma düşürdüğüne şaşarsınız. Acaba bizzat kendiniz bu soruya cevap verebilir misiniz?
Otoriteler çağı geçip gitmiştir. Bizim gençliğimizde edebiyatın devleri, Hese, Thomas Mann, Rilke, Hofmannsthal, Zweig, Proust Gide, Rolland, Romains, Martin du Gard, Elbt, Shaw, Galsworthy, O'Neill, Joyce, Hemingway, Hamsun ve Undset ile bu arada Bonsels, Tagore, Sinclair ve d'Annunzio gibi unutulmuş diğer bazıları idiler. Her alanda, ilim alemi de dahil, dünyaca tanınmış isimler vardı: Einstein, Planck, Bohr, Fermi, hatta Barth ve Schweitzer gibi din adamlarını herkes tanır.
Peki, ne oldu böyle? Diğer sebepler arasında Amerikalıların "overexposure" dedikleri pozometrenin fazla açılmış olması var. Bugün kamuoyunun projektörleri henüz tomurcuk halindeki istidatlara çevriliyor. Kabiliyetler vaktinden önce abartılıp şişiriliyor. Şöhret sentetik olarak imal ediliyor. Yaygınlaşma, umumun malı olma meşhur olmayı itina ile imal edip pazara süren bir endüstri olmuştur. Rekabet, küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmıştır. Edebiyat, sanat ve müzik dünyasındaki eleştirilerin sonu gelmeyen isteklerinden ve mübalağalı övmelerden ne beklendiği artık herkesçe bilinmektedir.
Belki de herkesin ilgisinin üzerinde toplandığı odak noktası yerinden oynamıştır. Bilgiler artık kitaplardan, gazete ve dergilerden değil, ekrandan elde ediliyor. Bunun içindir ki günümüzde, meslekleri icabı, ömürlerinin büyük bir kısmını televizyon kameralarının ışıkları altında geçiren politikacılar en çok tanınan kişilerdir. Kennedy, Kissinger, Sedat, Brejnev, Schmidt, yazarlar, ressamlar, kompozitörler sık sık televizyon programlarına girerek ekrana çıkmazlar. Ekranda çok sık görülen artistler ve sporcular ise televizyonla öylesine haşır neşir olmuşlardır ki şöhrete erişmenin unsurlarından olan, mesafeli kalmayı ve biraz da, esrarlı, anlaşılması güç bir görünümde olmayı kaybetmişlerdir. Televizyon, malzemesini en tesirli biçimde sunar, fakat aynı anda genç bunu yapar mı? Hiç sanmam, zira bu genç, evvela o müziğin başka bir virtüözün idare ettiği orkestranın çaldığı bir plağını yahut da bandını ucuzca temin edebilir. İkinci olarak da bu genç için artık uğruna bütün bir gün boyu yol tepecek süper bir orkestra şefi, söz konusu değildir. Çok nadir görülen istisnai tutkular hariç bu tarz bir takdir ve hayranlık gösterme arzu ve yeteneği de yoktur bugün.
Demokratik, liberal yahut sosyalist veya komünist düzenin silindiri seronomilerle birlikte hiyerarşiyi de ezip atmıştır. Bununla beraber günümüzün insanı büsbütün hiyerarşisiz de yapamıyor. Bu yüzden partilerde, parlamentoda, bürokraside, firmalarda, bankalarda, klüplerde hatta kolhozlarda oluşan geçici bir hiyerarşi mevcuttur.
Bunun dışında otomobil çağında yorucu yürüyüşler göze alınmıyor, en azından gençler tarafından, ne olursa olsun şu hususu da belirtelim ki, her şey söz, yazı, resim, dans, mimik ve müzik kaydedilip saklanmaktadır. Bugün kantite bakımından büyük bir seçme imkânı ile birlikte kalite açısından da geniş ölçüde düzelme ve daha iyi olma imkanı ortaya çıkmıştır. Bunların sonucu olarak üstün başarılar kendiliğinden tabii telakki edilmeye ve özel bir takdir ve hayranlık uyandırmamaya başlamıştır. Ressamlar zahmetsizce bir resmi yirmi ayrı üslupta yapabilmekteler. Genç piyanistler teknik olarak en az Liszt yahut Rubinstein kadar çalabiliyorlar; tiyatro oyuncularının neler yapabildiğinden söz etmeye hüccet yok. Sarah Bernhardt yaşasaydı bugün alay konusu olurdu.
(Bizim hakikaten başka bir hava teneffüs ettiğimiz, başka gıdalar yediğimizin, başka bir su içtiğimizin, daha az yürüdüğümüzün ve eskiden sokakta giden insanlarla kurulan tanışıklığın bugün kaybolduğunun bir gerçek olduğu hususu da dikkatten kaçmamaktadır.)
Peki, sonuç? Söylemek güç. Her halde pek çok şey daha iyi değil, daha kötü oluyor. İnsanoğlunun yalnızlığı artıyor. Aileler küçülüyor, akrabalık kayboluyor. Yaşlılar bir tarafa itiliyor. Televizyon, tiyatronun sinemanın, konserin, kitabın, magazin ve gazetenin, herkese açık konferansların ve açık oturumların yerini almıştır. Mektuplaşma azalmakta, sohbetle birlikte ahbaplıklar da körelmekte. Gerçi şurada burada, şu veya bu şekilde bir araya gelmeler var. Mesela turistik toplu geziler, kamplarda dinlenme tatilleri, kokteyl partiler ve turizm veya kültür müdürlerinin düzenlediği şehrin eski semtlerine yapılan geziler gibi. Fakat bütün bunlar sürekli değiller ve üstelik bunlara katılma mecburiyeti de yok. Kurnaz okuyucu, bu noktada tezimizi çürütecek, kahraman hayranlığının coşkuya dönüştüğü bazı münferit olaylara işaret edebilir. Kennedy unutuldu mu? Yahut da Beatles? Elbette, ani hayranlık coşkusu her zaman olacaktır. Ama burada söz konusu gelip geçiciliktir. Fırtına ne kadar şiddetle olursa olsun, uzun süre ve sindire sindire yağan bereketli yağmur lazım. Gençlik daima bir şeylerle "doludur". Ama burada bahis konusu olan husus bu değildir. Hatta büyük otoriteler devrinde bile Erich Maria Remarque veya Vicky Baum gibi sansasyon yaratan yazarlar ortaya çıkmıştır.
Büyük düşünürler nerede kaldılar? Heidegger, Jaspers, Russell, Whitehead, Bergson, Spengler, Toynbee, Jung, Adler, Barth, Bonhoeffer ve Chardin? Marcuse ve McLuhan her halde bu gruba girmezler. Bu görüşün kolay kolay reddedilemeyecek izahını belki de İkinci Dünya Savaşının sebep olduğu biyolojik kayıplarda aramak gerekir. Bizzat savaşırken ölen yahut da imha edilen milyonlarca insan arasında belki de çağımıza yön verecek birkaç deha yok olmuştur.
Bekleyeceğiz öyleyse. Zira şimdi yaptığınız iş bir rol değiştirmedir. O güzelim eski roller! Bizlerin asil koruyucusu olarak nasıl çepeçevre etrafımızı kuşatırlardı! Subay, din adamı, memur, köylü, öğrenci, ev kadını, genç kız, hatta tertemiz çilingir, haşin baba, mahzun dul. Herkesin ayrı bir rolü vardı, herkes rolünü bilirdi ve o rolde kendisini huzur içinde hissederdi, yalnız bu rolü oynamakla yetinirdi. Bugün olduğu gibi ikide bir kendisini tanımlamak mecburiyetinde kalmazdı. Önde modeller vardı. Bunlar rollerini mükemmel ve etkin bir biçimde yerine getirirlerdi. Aralarındaki "devler" ise yazar, şair, kompozitör, aktör vb, olarak rollerini emsalsiz derecede başarılı, inandırıcı ve büyüleyici bir kudretle sergilerdi.
Acaba yeni roller ortaya çıkacak mı? Şüphesiz, evet. Ancak bu roller, eski bir geleneğin sürdürdüğü mükemmel emniyeti tekrar sağlamak için çok çabuk değişecektir. Rol kaybı ile birlikte hiyerarşi de ortadan kalkmakta. Roller en iyi biçimde hiyerarşide oluşup gelişir. Erlerin, çavuşların ve assubayların olduğu yerde subay da olacaktır. Çırak ve kalfanın bulunduğu yerde mutlaka bir usta da vardır. Fakat, demokratik, liberal yahut sosyalist veya komünist düzenin silindiri seremonilerle birlikte hiyerarşiyi de ezip atmıştır. Bununla beraber günümüzün insanı da silip atar. Daha dün gözlerinizin önünde canlı duran şahsiyetler (Golda Meir, Scott, Carpenter, Mark Spitz, Alexander Dubcek) bugün soluk bir hayaldirler, yarın da unutulmaya mahkûmdurlar.
Amerikalı pop ressam Andy Warhol -popun kendisi de unutulmuştur ya- birinde: "Yüz yıl sonra hepimiz bir çeyrek saat kadar meşhur olacağız" demişti.
Kısacası, tarihin çarkı çok çabuk dönmektedir. Bunu teyit etmek, hatta ispat etmek mümkündür: "Üslûplar, modalar, dünya görüşleri, siyasi sistemler durmadan artan bir süratle gelip geçmektedirler. Bin yıllık bir devlet on iki yıl dayanmakta, sanatta yeni bir akım iki yıl sürmekte, yılın şarkısının ömrü ise bazen bir ayda tükenmektedir.
Halbuki tarih elli yıl önce yine süratle akıp gidiyordu, fakat o zaman devler vardı. Herhalde izahı pek kolay olmayan bir idrak değişikliği meydana gelmiş olmalı. Bu arada kabiliyet arzında bir azalma olmamış olsa olsa televizyon yüzünden boş zaman çoğalmış ve sağlıksız refah artmıştır. Bir şeyi alma isteği hatta belki de alma kabiliyeti tamamen kaybolmamışsa bile tükenme noktasına gelmiştir.
Başkasına karşı hayranlık ve derin saygı diye bir şey yok artık. Peki, neden? Cevap vermek zor. Belki de hepimiz birden hayal kırıklığına uğradık, büyük umutlar (Hitler, Mussolini, Stalin) kof çıkmışlardır. Hatta melekler safında gözükenlerin bile gelip geçici oldukları anlaşıldı. (Churchill, Nasır, Castro). Dünyayı mutlu kılacağını bildiren fikirler kâğıt üzerinde gerçekte olduklarından daha iyi gözüküyorlar, O kadar çok vaat dolu imkanlarla karşılaştık ki artık hiçbir yeni imkâna ilgi duymaz hale geldik. Bunun dışında gittikçe kökleşen bir şekilde ataerkillikten (pederşahilik) anaerkilliğe (maderşahilik) geçiyoruz. 1960'ların getirdiği çöküntüden bu yana gençlik arasında bile ihtiyatlı bir bekleyişin ve hiçbir şeye angaje olmak istememenin (noncommitment) doğurduğu bir şüphecilik hüküm sürmektedir, Aynı şey müzik, edebiyat, mimari, tiyatro ve dans gibi sanat kolları için de varittir.
Yirminci yüzyılın parolası şu idi: On dokuzuncu yüzyıldan söz yok! (Yeni olunacak!) Her şeyde yenilik! On dokuzuncu yüzyıldan kalmış fon mevcut olduğu sürece bu mümkün oldu. En azından daima on dokuzuncu yüzyıla karşı çıktı, başka türlü olmak istenildi. Şimdi ise on dokuzuncu yüzyıl unutuldu. "Yeni" olan için dünkü "yeni'ye karşı olmak gerek- ti ve sonunda şu ortaya çıktı ki, a) gerçek sanat için gerekli cevhere sahip değiliz artık, b) şekil üzerinde denemelere devam etmenin anlamı kalmamıştır, c) cesur yenilikçilerin bir zamanlar kopardıkları ipi tekrar ele almak mecburiyetindeyiz. Yalnız bunun nerede ve ne zaman mümkün olacağı sorusu ortaya çıkıyor. "Maziden kopma" -geçici olarak- çok güzel; devrimci, alışılmış ve psikolojik açıdan son derece rahatlatıcı davranışları mümkün kılmaktadır. Kaybolanı tekrar bulma, ihtiyatlı bir soruşturma ve iyice düşünme, "ekol"lerin ve "izm"lerin kargaşasında ve farklılıklarından, öze, cevhere dönmek için harcanan çaba ise daha ziyade küçültücü, en azından alayı vâlâ ile karşılanacak bir şey değildir. Çağımızın kahramanları, isimsiz, alçak gönüllü ve tabii, geçmişte kimsenin dikkatini çekmemiş zor işlerin ırgatlarıdır. Ama her halde devler değildirler.
Her tarafta bir isteksizlik, yeni ve yaratıcı bir hamle için yerinde sayma çağı yaşamakta olduğumuz sözleri dolaşmakta. Belki de bütün isteklerimiz fazlasıyla yerine getirildi de ondan. Herkes Roma'ya ucuz, rahat, tehlikesiz ve çabuk gidebiliyorsa, İtalya gezisi ne mümkündür, ne de ilgi çekicidir. Her şahsın bir otomobili olursa-yahut da belirli şartlar karşısında bu bir zaruret halini alırsa- otomobil sahibi olmak kişiye psikolojik bir istek, bir hırs ve dolayısıyla bir dinamizm vermez. Aksine sinirlilikler, zorlamalar ve masraflar yüzünden isteği, azmi ve enerjiyi köreltir. Bütün isteklerin yerine gelmesi psikolojik temayülleri derhal düzleştirir. Halbuki derin saygı, yüceltme ve hayranlık duyma, yani devlerin gelişmesine yarayan şeyler için beklemenin, ümit etmenin, hayal kurmanın, ruhun derinliklerinden gelen kutsal titreyişin, şiddetli arzunun ve hırsı isteğin yaratacağı gerilim lazımdır.
Bu gerilim cinsi hayatta çok açık bir biçimde görülür. Bugün biz psikoanalizin ilkel teorilerini gülümseme ile karşılayabiliriz, halbuki bunlarım bir kısmı esaslı bazı gerçekleri ihtiva etmekteydi. Beethoven'leşip duyma hissini tamamen kaybetmiş gözükenler çıksa bile yine de yüceltme vardı. Cinsel bakımından tatminsizlik şüphesiz ruhi kudreti başıboş bırakmıştır. İşte bu enerji, devlerin gıdası olan saygınlık, coşkunluk, prestij, yüceltme ve tapma haline dönüşmüştür. Doğum (kontrol) hapları, okullarda karma eğitim, cinsel konularda maalesef gereğinden fazla ayrıntılı bilgi verme ve bu bilgileri hemen uygulamaya koyma çağında artık yeni yetişen bakire kız diye bir şey kalmamıştır ortada. Daha yirmi yaşında bilgiçleşen genç insanlar devler karşısında saf saf olup onlara hayran olmuyorlar artık. Öte yandan birinci sınıf malzeme ile bıkkınlık derecesinde kültürel doyum da söz konusudur. Plaklarla, teyplerle, hatta sık sık radyoda yahut televizyonda çalınan senfonik müzik alanındaki nefis parçaları düşünelim bir kere. Geçen yüzyıla ait bir hikâye hatırlıyorum. Genç bir öğretmen, Hans Bülow'un idare ettiği bir senfoni konserini dinlemek için Lüneburger Heide'den geçen bir günlük yolu yürümek zorunda kalmıştır. Bugün herhangi bir genç bunu yapar mı? Hiç sanmam. Zira bu hiyerarşilerde hiyerarsisiz de yapamıyor. Bu yüzden partilerde, parlamentoda, bürokraside, firmalarda, bankalarda, kulüplerde, hatta kolhozlarda oluşan geçici bir hiyerarşi mevcuttur. Ancak, bu hiyerarşilerde eski hiyerarşilerde bulunan prestij, paye, kıdem yahut da devamlılık yoktur.
Bütün bunlara rağmen biz farklılıkların yok olduğu çağda ne kadar çok yaşarsak olağanüstülüğü, yani devliği kabul etme yeteneğimiz de o nispete azalacaktır. Yoksa tam tersi mi olacak? Gittikçe yalınlaşan bir dünyada yaşamaya zorlandığımızdan dolayı mı "daha yükseğe, daha temize, bilinmeyene" şükranlık ifadesiyle kendimizi teslim etmek özlemini duymaktayız. Dağdağalı çağımız, aynı zamanda Mao-Tse-Tung'un, Ho Chi Min'in çağı mıdır? Gerçi her ikisi de Asyalıdırlar ya. Batıda bu çağ de Gaulle'an, Kennedy'in, Churchill'in, Hitler'in ve Stalin'in ölümleriyle son bulmuştur. Son olarak teşhisimizi insan tabiatının değişmesine veya değişmemesine bağlamak istiyoruz. Şayet insanı değişebilir, başka bir hüviyet kazanmaya doğuştan istidat olarak kabul edersek, o zaman "devlerin" gerçekten dünya tarihinin bir fenomeni olduklarının, tıpkı firavunlar ve peygamberler gibi ebediyen kaybolup gidebileceklerini kabul edebiliriz. 'No more great men' Buna karşılık insanın değişmeyeceğine inanıyorsak o zaman yakın gelecekte yeni "devler" olacaktır. Çünkü geçmişte onlara sahiptik ve çünkü (değişmeyen) insan tabiatının buna ihtiyacı vardır. En sonunda metafizik olarak: Devlerin var olması bizim takdirimize bağlıdır.
Jochannes A. Gaertner
Not: Prof. Yaşar Önen'in yaptığı bu çeviri, Kültür Bakanlığı’nın Ekon 1980 Cilt: 2 Sayı: 1 Numaralı "Dünya Edebiyatından Seçmeler" dergisinden alınmıştır.